Mustafa AKCA
‘Hürriyet’
-“Meşrutiyetin fecr-i sadıkına kadar inşa ve kitabette tamamen hem ümmi, hem acemiydim. Her ne ki inşa ettimse, üstadımız olan meşrutiyetten öğrendim.” Münazarat’tan
-“İnsanlar hür oldular. Lakin yine abdullahtırlar.” Divan-ı Harb-i Örfi’den
-“Fikr-i milliyet hürriyetin pederidir.” Münazarat’tan
-“Bence, muhâlif-i hakîkat-i şeriat olan şeyler meşrûtiyete dahi muhâliftir.” Münazarat’tan
Bediüzzaman Said Nursi; hem gençlik ve olgunluk çağında hem de daha sonra yaşamış pek çok dindar münevverden “kişisel hürriyetin karakteri ve sınırları” ile“bireyin diğer bireyler, cemaatler, cemiyetler ve devlet erki karşısında hürriyetinin korunması” konularında getirdiği etkileyici yorumlarıyla ayrılır. Saltanata, meşrutiyete, cumhuriyete, tek parti sultasına, çok partili hayata, demokrasiye, iki dünya savaşına, imparatorluktan Anadolu topraklarına sıkışmış bir devlete yuvarlanışa tanıklık etmiş bir kişi olarak; Osmanlının dini ilimler akademisi üyeliğinden Türkiye Cumhuriyetinin kuş uçmaz kervan geçmez dağlarında unutulmaya terk edilen bir insan olarak O’nun hayat hikâyesi nadirattan sayılabilir.Onun düşünce ufkunda parlayan meselelerden en başta gelen ikisi İMAN ve HÜRRİYET denilse yanlış olmayacaktır. Zira hayatı boyunca iman hakikatlerini ders vermiş; Allah’a hakiki kul olan kişinin hiçbir yaratılmışa tezellül etmeyeceğini, hiç bir zamanda onlara tekebbürane davranmayacağını söylemiştir. O, meşruti zeminin İslamiyet’in bahtını, Asya’nın tâli’ini açacağını; milleti harekete getiren hürriyet hareketinin meşveret-i şer’iyye ile terbiye edilirse milletin eski satvet ve kuvvetine kavuşmasına sebep olacağını belirtir.
Nursi, hürriyeti, pek çok konuya yaklaşımında olduğu gibi yine akıl, nefis, kalb, hamiyet gibi kavramlar çerçevesinde değerlendirir.Dışa doğru bir yönelimle insanların diğer insanlara karşı hür olmaları gerektiğini, fakat içe doğru bir yönelimle aynı zamanda nefsine karşı hürriyet mücadelesi vermesi gerektiğini anlatır:
“Ey ebna-i vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; ta elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. Zira, hürriyet, müraat-ı ahkam ve adab-ı Şeriat ve ahlak-ı hasene ile tahakkuk eder ve neşv ü nema bulur.”
Hürriyetin hakiki bir şekilde gerek bireysel hayatta gerekse de toplumsal düzende gerçekleşmesi için “keyfi hareket”ten kurtulunması gerektiğini söyler. Zira istibdat ‘muamele-i keyfiyye’dir ve hürriyet ortamının varlığının en önemli göstergesi hakimiyyetin millette olmasıdır. Hâkimiyet millette olduğunda kuvvet ‘rey-i vahit’te değil‘kanundadır’.Dolayısıyla suistimalatın çoğunluğunun önüne geçilebilir:
“Meşrûtiyet ile sû-i istimâlâtın ekser yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.”
Bediüzzaman “tekasüli olan tevekkül”ü, yani başkasına itimat edip sorumluluğu üzerinden atıp işi tamamiyle onun kontrolüne bırakmayı tercih eden insan, eninde sonunda siyasi çalkantılar sebebiyle dininin ve dünyasının elinden kaçacağından korkar der. Kendine güvenemeyen ve çaresizlik içinde bulunan kişiler saadetlerini ancak yöneticilerinin cebinden bekler. Fakat artık “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal”dir. Şimdi istibdatın kuvveti binden bire inmiş, zihinlerin aydınlanışı birden bine çıkmıştır.
Nursî, şahsi hürriyeti açıklama meyanında; “cüz’i irade”yi, imtihan, kaza ve kader gibi islamiyyetin en uç meselelerinin çözümünde referans olarak kullanır. Sosyal hayatta hürriyetin yerleşmesi ve meşrutî zeminin oturmasını, meşveret ve şuranın can bulması yolunda çaba göstermeyi esas alır, teşebbüssüz tevekkülü reddeder. Hak ve hürriyetlerin kazanılması yolunda mücadele etmekten kaçınıp, teşebbüssüz bir şekilde kadere tevekkülü tembellik bahanesi olarak tavsif eder. Alemde yaygın bir ilahi kanun olan sebeplere müracaat etmekten kaçınıp kulluk vazifesinde (sebeplere müracaat edip sonrasını Haktan beklemek düşüncesinde) tembellik göstermeyi, gerçekte ilahi nizamın işleyişini reddetmek ve kainatı tanzim eden meşiete karşı cürüm işlemek olarak görür.
Bediüzzaman için hürriyet demek insanın her ne sefahat ve rezalet isterse yapabildiği bir durum değil; belki şeriat adabıyla terbiye olmuş ve giyinip süslenmiş bir şekilde insaniyyete layık bir tarzda yaşamak demektir. Sefahat ve rezaletteki hürriyet, insanlığa layık olmadığından, ancak hayvanlıktır; şeytan gibi şer unsurların istibdadı altında yaşamak ve heves ve arzularını azgınca kamçılayan nefsin kontrolüne teslim olmaktır.
Böyle nefsinin ve hevesatının esiri olan kişilerin başkalarının hayat ve emniyetlerini karıştırmaları neredeyse kesindir. Çünkü nefis firavunlaşmaya meyyaldir ve sadece kendini düşünür. Umum halkta cari olan hürriyet fertlerin hürriyetlerinin bir hülasasıdır. Hürriyet denildiğinde ne kendine ne de başkasına zarar vermemektir. Nefsine zarar vermek onu kötü alışkanlıkların eline teslim etmek; başkasına zarar vermek demek meşru hareketlerine kısıtlama getirmektir. Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasındaşâhâne serbest olsun."Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim." (Âl-i İmrânSûresi, 3:64)nehyinin sırrına mazhar olunsun. İnsandaki hürriyetin yarısıdır; öteki yarısı başkasının hürriyetini bozmamaktır.
Zira hayvanlarda bulunan vahşetli hürriyetle insanlarda bulunan hürriyeti ayıran nirengi noktası medeniyyetiortaya çıkaran iki husustur: Birincisi asgari müştereklerde birleşme, ikincisi birey olarak kendine saygı duyulmasını talep ederken başkalarına da saygı göstermektir.
Yekdiğerine saygı duymak ile hak ve hürriyetler arasında pozitif bir ilişki vardır. Kanunlar bu “saygı duyma ve hakkını teslim etme” temelinde tesis edilirler. Eşitlik (müsavat) fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Dünya saadetinin huzurunun esası olan asayişi muhafaza etmek ortak metin etrafında kabul ve boyun eğmekten geçer. İnsan, müşterek üreten yapısıyla medeniyet ortaya koyabilmiştir. İster laik olsun ister dini olsun, öncelikle imtiyaz oluşturmayan hukuk sistemini tesis etmek esastır. Fakat bunun yetmeyeceği; insanları mutlu, birbirine karşı sevgi ve merhamet dolu, vatan ve milleti için hamiyetkarane hareket etmeye sevk eden, herkesin kalbinde bir polis gibi uyarıcı ve melek gibi iyiliğe telkin edici bir etki bırakan adalet duygusunun tesis edilmesi de lazımdır. Zira laik hukukun yapısı gereği tesis edemediğibir şey olarak adalet duygusu insanda fıtraten vardır. İşte hürriyetin meşruti (demokratik) yollarla kullanımı pozitif hukukla beraber (kuvvetin kanunda olması) adalet duygusunun (ne nefsine ne de bir başkasına zulmetmeme) yerleştirilmesiyle mümkün olacaktır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.