Senai DEMİRCİ
Şule Yüksel: Bir Kelebek Çırpınışı
Son ziyaretimin üzerinden 20 yıl geçmiş. İstanbul Kartal Yakacık’taki evinde belgeselini çekmek için uzunca meşgul ettim. Bir ömrün özetini dinledim. Bana ve benim gibilerin hayatına dokunan kocaman bir ayna karşısında buldum kendimi.
Daha sonra, sevgili ağabeyim M. Engin Noyan’la güzel bir teşebbüste bulunduk. Sevenlerinden bir topluluk topladık ve Yakacık’taki evinin önündeki ormanda özel bir pikniğe çağırdık Şule Ablayı. Hareketleri kısıtlı olmasına rağmen evden çıkmaya ikna ettik. Derin yalnızlığına az da olsa merhem sürmekti niyetimiz. Hâlâ orada, hayatlarımızın ortasında bir özne olarak var olduğunu hissettirmekti. Söylemeden, dile dökmeden hissettirmek… Buluştuk. Saatler akıp geçti. Zaman zaman mecali kesiliyor ama iş konuşmaya geldiğinde, karşısında kalpleri açık saygılı dinleyicileri bulunca, gözleri parıldıyor, sesi yükseliyor, adeta kaplan kesiliyordu. Hayalinde kürsülere yeniden çıkıyordu.
Gelelim romana. Huzur Sokağı, taşralı bir Müslüman olarak, henüz lise yıllarımda, beni de hayalen İstanbul’un büyülü sokaklarına taşıdı. Belki de ilk okuduğum romandı. Belki de bana romanı emanet veren sınıf arkadaşımın örtülü ilan-ı aşkıydı. Anlamadım. Gönlümde ideal bir İstanbul dokusu oluştu, hoş bir Fatih kokusu buğulandı. En önemlisi de, bize Kur’ân Kurslarında hem fiilen hem de sözel olarak aktarıldığı kadarıyla tanıdığım dinin içinde, bir estetik ve romans olabileceğime dair inancım oluştu. Bu önemli bir devrimmiş benim için. Hayati bir kırılma. Yoksa, tek derdi tecvit, biricik önceliği şekil olan, başında takkeyle gezmeyi marifet sayan, şu kocaman binalı yurtlardan birine emanet verilecektim. Kıl payı kurtulmuşum.
Huzur Sokağı’nın kapağındaki o dar sokağa açılan kapıyı, İstanbul’daki öğrencilik yıllarımda arayıp dururdum. İçinde huzurun demlendiği, heyecanlı ilk abdestlerin alındığı, başlara acemice yaşmakların sarıldığı perdelerin ardına düşürürdüm kalbimi. Orada tarifsiz bir huzur kokuyordu. O dar sokaklarda birbirini Allah için seven, düştüğünde birbirinin eline uzanan saf mümin edası geziniyordu.
Kadını yabancılaştıran, uzak ve eksik gören-bence hâlâ kimi kapalı toplumlarda süregelen-erkek-egemen söyleme karşı, kadının hayattaki müthiş ve muazzam varlığını ima etti. Kadının erkeğin elinde, babasının avuçlarında yoğrulan bir nesne değil, tek başına, özgün bir özne olduğunu hatırlattı. İtiraf edeyim, Feyza ve Bilal aşkı üzerinden biz yeni yetme oğlanlara âşık olunabileceğini de öğretti. (Şu anda bu makaleyi okuyan 40-50 yaşlarında bir Feyza Hanım varsa, bilsin ki, isim annesi Şule Yüksel Şenlerdir. Siyasî bir gönderme saymazsanız, Cumhurbaşkanımızın oğlu Bilal’in adı da daha özel sebeplerle Şule Yüksel Şenler kaynaklıdır.) Ama nispeten kolay çözülebilir kurgusu içinde bile, aşkın ele avuca sığmazlığını da, ferman dinlemezliğini de fısıldıyordu roman. Dahası, İslam’ı hık demiş babasının burnundan düşmüş oğul ve kızlığa indirgeyen, taklidi ve tekerrürü kutsayan kolay ve emek verilmemiş, hazır bulunmuş Müslümanlığa Feyza’nın ve Ömer’in tereddütlerinde-belki farkına varmadan-meydan okuyordu.
Huzur Sokağı, garip biçimde, Şule Abla’nın biraz da kendi hayatı oldu. Samimiyetle yazdığı roman kendi kaderini de bağlamış gibiydi. Bu makaleye konu olması gerekmeyen, bende mahfuz detaylardan ve acı hatıralardan bakınca, Feyza’nın mutsuzlukları da gelip yazarını bulmuştu. Bir kadın olmanın naifliğini, anne olmaya taşımak nasip olmadı Şule Abla’ya. Bedel ödedi. Duyurmaması gereken, kendisine sakladığı acılar çekti, paylaşılması mümkün olmayan sancılar içinde kıvrandı.
Huzur Sokağı’nda-feminist bir edayla değil asla!-kadınsı bir isyanla, taze mümin heyecanıyla ayağa kaldırdığı ‘özne-kadın’ı hayatıyla ortaya koydu. Yetmişli yıllarda, kentsoylu, entelektüel bir kadının başını örtmesi, ezik Anadolu Müslümanlığı için bir sosyal eşikti. Yeni ufuklar için özel bir işaret fişeği idi. Cesaretti. Özgüvendi.
Hayatının kırılma noktası ağabeyi Üzeyir’in (asıl adı Özer) ona Risaleleri okutmasıyla gerçekleşti. İhtimal ki Risale’nin insanı insan oluşundan inşa eden, hakikati kalbin temel acılarıyla yüzleşmeyi göze olarak tanıtan üslubu onu özgünleştirdi. Özgürleştirdi. Yoksa, bir cemaatin kalıpları içinde, geleneğin konforuna yaslanarak, bireysel olarak daha rahat yaşadığı, kamusal alandaki varlığını geri çektiği bir hayat sürerdi. Heyecanını ateşleyen, içindeki kor’u küllerin arasından sıyıran bir nehfa bulmuş olmalıydı okuduklarında. Yetmişli yıllarda, hakikatle yeni tanışmış genç bir kadını, kürsüde kaplanlaştıran, tüm kalıpları yıkıp özgürleştiren bu özel metne çok şey borçluyuz. Kendi adıma hakkını verdiğimi söyleyemem.
Şule Yüksel Şenler’in genç ve-elbette ki güzel-bir kadın olarak sıra dışı, özgüvenli, dik söylemi Anadolu’ya sürpriz bir maya kattı. Hiç olmayacak olanın olabilirliğine inandı insanlar. “Kelebek etkisi”ne inanıyorsak-ki kaderin cilvesidir bu, elbette iman edeceğiz-belki çoğumuzun şu andaki hayatını Şule Yüksel’in ölçüp biçmeden ortaya koyduğu anaç çırpınışı belirledi.
Hatırlıyorum şimdi; Şule Abla’nın sesinde zaman zaman konferans günlerine dair heyecanın tınısı belirginleşirken, geç kalmışlığımızı hissettiren tatlı bir sitem de su yüzüne çıkıyordu. O yorucu çekimlerde, sevindiğim ve sevindirdiğim kadar utandığımı da hatırlıyorum. Birkaç gün sonra VHS okuyan bir cihaz bulduğumda, maalesef belgeselleştiremediğim, hiçbir yerde yayınlanmamış, ham kayıtları yeniden dinlediğimde, hepimizin dününe ait sırlara aşina olacağım. İçimizden gelip geçmiş bir aynada yüzümü arayacağım. Geç kalmışlığımı daha da bir vurguluyor olacak Şule Abla. Ve bu defa daha da haklı olacak. Bu yüzden biraz da korkuyorum. Size itiraf edeyim ki, o korkulu ormanda yalnız gezmeyeyim.
Rahmet duasıyla…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.