Sungur ağabey Süfyanist entrikalarda sarsılmadı
Yılmaz, Sungur ağabeyin en büyük özelliklerinden birinin "İtidâl, sabır, şefkat ve merhamet" olduğunu söyledi
Risale Haber-Haber Merkezi
Bugün gazetesi yazarı Hüseyin Yılmaz, Mustafa Sungur ağabeyin en büyük özelliklerinden birinin "İtidâl, sabır, şefkat ve merhamet" olduğunu söyledi. İhlas ve uhuvvet mikyaslarının rehberliğinde yürüme gayretini terk etmediğine dikkat çeken Yılmaz, "ihtilaf kazanının ateşini harlama çirkinliklerinden hep uzak durmuştu" şeklinde yazdı.
Yılmaz'ın yazısı şöyle:
Mustafa Sungur’u anmak ve anlamak!
Elbet de bir tavrı vardı ve tavrını ortaya koyuyordu; ama hep yumuşak, hep şefkatli, hep kucaklayıcı, kendisine has bir duruşla sergilediği bir tavırdı bu. En rahat, en kolay terkedilebilecekleri bile terk etmeye şefkati müsaade etmiyordu. Şu veya bu şekilde Nur kervânına dahil olmuş hiç kimseyi kaybetmeye râzı değildi. Islâh ve iknaa çalışıyordu.
Mustafa Sungur ağabeyin ardından yüzlerce kitab ve makalenin yazılması beşerî bir vefâ ve kadirşinâslık olmanın yanı sıra, bu mümtaz ağabeyimizin seksen küsur yıllık bereketli ömrünün mânevî mahsûlâtının tabiî muktezâsıdır da. Sungur ağabeyimizin çok yakınında yaşamış, bir çok seciye ve hâline muttalî olmuş yârânının nakledecekleri hâtıralar âtî nesilleri için şüphesiz yol gösterici olacaktır.
Sarsılmaz cehd ve gayreti, her mâniayı aşan cesaret ve kahramanlığı, en derin uçurumlara köprü olabilecek şefkat ve merhametiyle bu veli insanı bütünüyle anlatmaktan âciz olduğumu itiraf etmeye mecburum: Anlatamam...
Lâkin nokta-i nazarımı meşgul eden, hakkındaki takdirâtıma şâhika irtifâsı kazandıran iki duruşuna temas etmeyi hem bir vefâ, hem bir haysiyet ve şeref, hem de bir dâvâ borcu telâkki ederim.
Hazreti Üstad’ın vefatından sonra Risale-i Nur Câmiâsının yaşadığı büyük herc ü merclerde, dehşetli fitnelerde Sungur ağabeyin alâmet-i fârikası: İtidâl, sabır, şefkat ve merhameti idi... Çoğu Süfyanist derin yapının entrikalarının neticesi olan bu çalkantılı devirlerde itidâli hiç sarsılmamış, hiçbir zaman ifrat veya tefrit uçurumlarından sarkmamıştı.
Risâle-i Nur’un çizgisinde sebat etmiş, ihlas ve uhuvvet mikyaslarının rehberliğinde yürüme gayretini terk etmemiş, ihtilaf kazanının ateşini harlama çirkinliklerinden hep uzak durmuştu.
Elbet de bir tavrı vardı ve tavrını ortaya koyuyordu; ama hep yumuşak, hep şefkatli, hep kucaklayıcı, kendisine has bir duruşla sergilediği bir tavırdı bu. En rahat, en kolay terkedilebilecekleri bile terk etmeye şefkati müsaade etmiyordu. Şu veya bu şekilde Nur kervânına dahil olmuş hiç kimseyi kaybetmeye râzı değildi. Islâh ve iknaa çalışıyordu.
Kavgaya tutuşanlarla birlikte kavgaya girmiyordu... Evet kavgaların merkezinde o dost, o müşfik çehresi, o kelebek nahifliğindeki tebessümüyle o da göze çarpıyordu; ama dikkatle bakanlar, kavga değil, sulh için orada olduğunu, hakemlik yapmaya çalıştığını rahatlıkla fark ederlerdi.
Sungur ağabeyin bu mutedil hâli son nefesine kadar devam etti; teslim etmeliyiz ki o, kavgalı geçmişimizin güzel bir istisnâsı idi.
Ne var ki, çoklarını şaşırtacak, dudaklarını uçuklatacak istisnâî bir kavgasına da âhir zamanlarında şahid olduk. Anlatacağım, ama önce küçük bir hâtıra:
Dört-beş yıl kadar önce idi... Yakın oturduğumuz bir ders arasında söz bir vesile ile Risâle’lere indeks, lügatçe ve dipnot ilâveleri ile sadeleştirme arayışlarına gelmişti. Kestirmeden gidip, kendisine hitabla:
“Sungur abi, Risâle-i Nurların diline dokunmayı hıyânet telâkki ediyorum!” dedim.
Birden o güzel simâsı aydınlandı, yüzü güldü ve kendisine muhalefet ettikleri anlaşılan birilerine duyurmak ister gibi:
“Ben de öyle görüyorum kardeşim, ben de!” dedi.
Nitekim Nurların sadeleştirilmesinin infiâl uyandırdığı yakın geçmişte Üstad’ın hayattaki talebelerinin âdeta lokomotifi olmuş, bir mektubla sadeleştirme faaliyetlerine karşı müştereken çıkılmasında büyük gayret sarfetmişti.
Risâle-i Nur’un diline dokunmak dâvâya dokunmak, îmân hizmetini berhevâ etmek, ademe mahkûm etmekti. İyi niyetle böylesi bir şuursuzluğun kabil olabileceğine inanmıyor; bu tehlikeli adımı tahrif ve tahrib olarak görüyor; nihâî noktada hıyânet olarak tavsif ediyordu.
Mübalağadan uzak, rahatlıkla söylenebilir ki, Üstad’ın vefatından sonra kendisini sadeleştirme faaliyetleri kadar üzüp endişelendiren başka bir hâdise yoktu. Ne cemaatin ikide bir orta yerinden çatlayıp parçalara bölünmesinden bu kadar endişe ve elem duymuştu, ne de âhir ömründe bir Ergenekon tertibi olan şenî bir iftiraya maruz kaldığında bu kadar telâş göstermişti...
Sungur ağabey, fakirin ruh ve düşünce dünyâsında bu iki vasfı ile yaşayacaktır... Rabb’imden, Üstadımın bu mümtaz talebesine rahmet ve mağfiret niyaz, şefaatinden hissesiz kalmamayı da ümid ve temenni ediyorum. Allah cümlemize onunki gibi bir hüsn-ü hâtime nasîb etsin...