İbrahim KAYGUSUZ
Taallüm ve tekemmül
Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk’ın hem “âlemlere” hem de “insanlara” Rab olduğu anlatılır.
Said Nursi Rab ismini, Kur’an-ı Kerim’in bu ölçüleri ışığında genişçe izah eder.
İçinde yaşadığımız evrenin iç içe geçmiş sayısız âlemlerden müteşekkil olduğunu anlatan Bediüzzaman, sadece yeryüzü ile ilgili “on iki tane âlem” kategorisi yaparak, Rubûbiyetin bu âlemlerdeki tecellilerini nazarlara verir.
Otuz Üçüncü Söz adlı risalesinin Altıncı Pencere’sini “Rubûbiyet” kavramına ayıran Said Nursi, burada ilim ve terbiye (eğitim) ile ilgili şu dikkat çekici ifadelere yer verir:
“Hem nasıl bütün kalplere, insan ise her nevi ulûm ve hakikatları bildiren, hayvan ise her nevi hacetlerinin tedarikini öğreten bütün ilhamat-ı gaybiye, bir Rabb-ı Rahimin vücudunu ihsas eder ve Rububuyeti’ne işaret eder.
Öyle de; gözlere kâinat bostanındaki manevi çiçekleri toplayan şuaât-ı ayniye gibi zahiri, batıni bütün duyguların, ayrı ayrı âlemlere her biri birer anahtar olmaları, yine o Sani-i Hakim, o Fâtır-ı Alîm, o Halık-ı Rahim, O Rezzak-ı Kerîm’in vücub-ı vücudunu ve vahdet ve ehadiyetini ve kemal-i Rubûbubiyetini güneş gibi gösterir.”
Rububiyetin hayat sahiplerine bakan öğretici boyutu, insan ve hayvan ayırımı yapmadan bütün “kalplere” yöneliktir. Fakat yönelinen kalbin insana veya hayvana ait olması, tecellinin farklılaşmasına sebep oluyor.
Bu tecelli insana yönelirse “ulûm ve hakikat” olarak tezahür eder, hayvana taallûk ederse “ihtiyaçlarını tedarik için öğrenme” şekline dönüşür. Dolayısıyla insanın “kâinat bostanındaki manevi, tefekkürî ve melekûtî çiçekleri” toplayabilmesi, ilim ile mümkündür.
Öte yandan insana ait sayısız zahiri/batınî duyguların, evrendeki sayısız “paralel âlemlerin” şifrelerini çözebilmesi de yine Rubûbiyetin o duygulara “ulûm ve hakikat” olarak tecelli etmesiyle mümkündür.
Sonuç olarak, büyük insan olan “âlem” ile küçük âlem olan “insan” sayfaları müteradif okunduğunda, Bediüzzaman’ın otuz Üçüncü Söz adlı eserine kaynaklık eden Fussilet Suresi elli Üçüncü ayet kısmen anlaşılmış olur.
Said Nursi, Yirmi Üçüncü Söz adlı risalesinde ise Rubûbiyet kavramının tecellilerini biraz daha derinleştirir ve insan eğitimine bakan yönlerini açıklığa kavuşturur.
Hayvan ve insanın bu dünyaya farklı kabiliyetlerle gönderildiğini ifade eden Nursi, hayvanın, ihtiyaçlarını karşılamak için başka bir âlemde tekemmül edilerek gönderildiğini söyler.
Said Nursi, hayvanın iki saat, iki gün veya iki ay gibi kısa bir zamanda hayatın bütün şartlarını ve kâinatla olan münasebetlerini öğrendiğini ifade ederek bu hakikati “içgüdü” yerine “ilham” kavramı ile izah eder.
İnsanın mahiyet olarak hayvandan farklı olduğunu ve “her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil” bir şekilde dünyaya gönderildiğini dile getiren Nursi, insanların yirmi sene gibi uzun bir zaman diliminde ancak zarar ve menfaatlerini fark edebildiğini ve hayat şartlarını öğrenebildiğini, nazara verir.
Nursi, hayvan ve insanın bu anlamdaki farklı yaratılışlarını “ilim-ibadet” gerçeğine bağlayarak şöyle der: “Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür (ilim ile yükselmek ve kemale ermek), dua ile ubudiyettir.”
Fransa Strasbourg İnsani Bilimler Üniversitesi Öğretim Üyesi Olıvıer Reboul, Bediüzzaman’dan yıllar sonra yazdığı Eğitim Felsefesi adlı kitabında Bediüzzamanla paralel şu dikkat çekici ifadeleri kullanır:
“Doğuştan mı insan olunur, yoksa eğitim yolu ile mi insan haline gelinir? İnsan bilimleri göstermiştir ki, bu günün yeni doğmuş bebeğinin, prehistorik çağların yeni doğmuş bebeğinden hiçbir farkı yoktur. İnsanlığın elde etmek için binlerce yıl koyduğu her şey “kültüreldir”, doğuştan değil, bir başka deyişle miras yoluyla değil eğitim yoluyla aktarılır. Kısacası, insanı insan yapan her şeylere; dil, düşünce, duygular, teknikler, bilimler, sanatlar ve ahlaka sahiptir, çünkü bunları öğrenmiştir.
İnsan organizması, hayvanlardan farklı olarak dünyaya gelir. Özellikle sinirsel bağlantıları tamamlanmamıştır. Dolayısıyla, küçük hayvanın tersine, her şeyi öğrenmek zorundadır ve öğrendiği sürece diğerlerine, yetişkinlere bağımlıdır. İnsanın bu tamamlanmamışlığı aynı zamanda onun büyüklüğüdür. Hayvan doğuştan ne ise, o iken veya olgunlaşma yoluyla o hale gelirken, insan türünün çocuğu Fichte’nin dediği gibi olması gereken şey haline gelmek zorundadır”
Her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil bir şekilde bu dünyaya gönderilen insan, eğer “taallümle tekemmül” ettirilmezse yani ilim ve eğitimle olması gereken noktaya getirilmezse varlığını devam ettiremez.
İnsanın kemalini bulması ve varlığını tamamlayabilmesi ancak terbiye ile mümkündür.
Bu terbiye ise bütün kâinatı idare eden Rab isminin hakikati ve tecellisinin toplum ve fert hayatında doğru bir şekilde tatbik edilmesi ile mümkündür.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.