Mustafa ÖZCAN
Bediüzzaman kimin yerine geçirildi?
Eski çalıştığım gazetelerden birisinde bir yazımda İmam Gazali’den bahsetmiştim. Ertesi gün yazıma ilginç bir tepki aldım. Hala hatırımdadır. Yazımın çıktığı gün Ankara’dan bir okur aradı ve bana sitemde bulundu ve rahatsızlığını iletti. Ezcümle, hatırımda kaldığı şekilde şunları söyledi: “1960’lı ve sonraki yıllarda tercüme faaliyetleriyle birlikte birileri Bediüzzaman’ın yerine Gazali’yi geçirmek istedi ve siz de buna çanak tutuyor ve alet oluyorsunuz.” Böyle bir itiraz beklemiyordum. Şaştım kaldım ve bu garip itiraz karşısında nutkum tutuldu ve bir şey diyemedim. Kim olursa olsun İslam fikriyatı ve düşüncesi bir kimseye indirgenemeyecek kadar geniş ve detaylıdır. Gazali de eleştiri üzerinde değildir. Onun filozoflar üzerine yapmış olduğu değerlendirme ve Tehafut kitabı kendisinden sonra da tartışılmıştır. Kimileri Gazali’nin filozoflara haksızlık ettiğini düşünmüş ve İbni Rüşd çizgisini benimsemiş ve desteklemiştir. Kimileri de Gazali’nin haklı olduğu görüşündedir.
Gazali sadece filozoflarla değil aynı zamanda Batinilerle de uğraşmıştır. Zira işrak felsefesi Batini bir felsefedir ve irfan boyutunda felsefe ile birleşmektedir. Fatih döneminde bile Gazali ile İbni Rüşd’ün fikirleri ulema beyninde muhakeme edilmiş ve istidrak üzerine istidrak, değerlendirme üzerine değerlendirme yapılmıştır. Velhasıl Gazali fikriyatı veya değerlendirmeleri üzerine tartışmalar hiç dinmemiş, bitmemiş ve el’an bugün de devam etmektedir. Kimileri onu felsefenin bazı şubelerine karşı çıkmasından dolayı İslam düşüncesinin durağanlığının birinci sorumlusu ilan etmiştir. Bu değerlendirme pozitivist düşüncenin bir uzantısıdır. Haksızdır.
*
Esasında kimse kimsenin yerine geçirilemez. Sözgelimi Kadir Mısıroğlu yurtdışına gittiğinde kendisinin yerine Mim Kemal Öke gibi zevatın geçirildiğini söylemiştir. Halbuki, denildiği gibi fizik boşluk kaldırmaz ve birilerinin boşluğu mühendislik veya plan yapmadan da doldurulabilir. Şimdi Mim Kemal Öke’nin boşluğunu Mustafa Armağan mı doldurmuş oluyor? Bazen insanlar küllenmek istemiyorlar. Belki onca hizmetlerine rağmen vefa gösterilmiyor ve unutuluyorlar da. Tarihçi Ziya Nur Aksun bunlardan birisiydi. İnsan ebediyete aşina olduğundan dolayı nisyana terk edilmekten hoşlanmayabilir. Lakin büyük insanlara inziva, merdumgrizlik yani asosyal olmak sevdirilmiştir. Ancak bu şekilde tefekkür zemininde kalabilmek mümkündür. Elbette peygamberlerin sosyal boyutları olmak zorundadır zira tebliğle mükelleftirler. Bununla birlikte bir de kapalı ve kendilerine ait dünyaları vardır. Tefekkür dünyaları bunu gerektirir. Bazılarının nisyana maruz kaldığında şekva etmesi bir dereceye kadar haklı görülse de bunun şucunu ötekine berikine yüklemesi doğru değildir. İnsan zaten nisyan ile maluldür. Dünya iç içe daireler şeklindedir ve bütün dairelerde imtihan vardır. Dolayısıyla “beni çiğnediler ve üzerimi çizdiler” gibi yakınmalar çiğlik alametidir. Bu öncelikli olarak ihlasa mugayir bir düşüncedir. İkincisi, Allah’ın kazasına rızanın ötesinde ve işine karışma düzeyinde bir densizliktir.
Bazen de talebelerin hocalarının mirasına dört elle sarılmaları o yolun öne çıkmasına vesile olmaktadır. Sözgelimi, İbni Hibbân, İmâm-ı Şâfiî'nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Mısır İmamı Leys bin Sa'd, İmâm-ı Mâlik'ten daha fakih idi. Şu kadar var ki, onu talebeleri zâyi' ettiler." Netice yine de bu bir nasip ve kısmet meselesidir. Allah kimin yoluna beka yazdıysa o yol devam eder. Bu hususta sızlanmak neticeyi değiştirmez bilakis ihlası kırar.
*
Burada asıl üzerinde durmak istediğim dostumuz Ebubekir Sifil’in 16 Mart 2013 tarihinde Milli Gazete’de yazdığı bir makaledir. “Müçtehit” Muhammed Abduh ve “Sir” Muhammed İkbal” başlıklı makalesinde bu isimlerin bir zamanlar kast-ı mahsusa ile Türkiye’de öne çıkarıldıklarını ifade etmektedir. Bunun biricik değil ama bir nedeni akademik mahfillerin bunlarla daha fazla ilgilenmesidir. Şunu ifade etmek gerekir ki, 19 ve 20’inci yüzyıl ceditçilerin yüzyılıdır. Sadece Türkiye’de değil İslam dünyasının tamamında ceditçi akım ve ekol öne çıkmış veya çıkarılmıştır. Bunu zamanın ruhuna bağlamak daha doğru olur. Niye Ezher’de Şeyh Aliş gibi gelenekçi ulema yerine ceditçiler öne çıktı? Ceditçi anlayış Sibirya’dan Güney Afrika ve Faslı Allal Fasi’den Endonezya Muhammediye hareketine kadar bütün cepheleri ve coğrafyaları kaplamıştır. Endonezya’da gelenekçi Nahdatu’l Ulema ile modernist ekolden etkilenen Muhammediye Cemaati yan yana faaliyet halindedir. Modernistlerin veya ceditçilerin öne çıkmasının zaman ve şartlarıyla alakası olduğu gibi gelenekçi ekol de kendisini tam anlamıyla iyi ifade edememiştir. Savunması zayıf ve çelimsiz ellere kalmış ve bu da tesirini azaltmıştır. Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Zahid Kevseri gibi nadir ve yekta temsilciler zamanla elenmiştir. Modernizmin İslam Dünyasına Girişi gibi geleneksel ekolü çok iyi savunan kitapların yazarı Muhammed Hüseyin gibilerin arkası ve yazdıklarının devamı pek gelmemiştir.
Muhammed el Behiy’in yazdığı Modern İslam Düşüncesi ve Sömürgecilikle İlişkisi gibi kitaplar ise başlığı kadar işin özünü yansıtmaktan uzaktır. Bununla birlikte, mücedditlerin birçoğu yenilikçi veya kadimci olarak kategorik düzeyde ele alınamazlar. Tecdidin hakikati olmasa da kategorileri aşan yönleri vardır. Sofistikedirler ve senteze daha yatkındırlar. Sözgelimi, Şah Veliyyullah Dehlevi’den Bediüzzaman ve Hasan el Benna’ya kadar müceddit olarak vasıflandırılan zevat sofistike ve telifçidir. Bu telifçilik eklektisizm düzeyinde yani kurgu ürünü değildir.
Ebubekir Sifil Bey ise genelde anlayışı gereği Şah Veliyyullah Dehlevi ve Bediüzzaman çizgisine mesafelidir. Ebubekir Sifil Bey 16 Mart tarihli yazısında ezcümle şöyle yazıyor: ”Keskin bir “redd-i miras” anlamına gelen Cumhuriyet’le birlikte kendi köklerimizle irtibatımızın kesildiği bir vaka. Ama bütün sorumluluğu Kemalist ideolojiye yükleyip hedef saptırmanın da bir anlamı yok. Tercüme furyasının son derece kontrolsüz biçimde alıp başını gittiği o dönemlerde bu toprakların müktesebatının Risale-i Nur’dan ibaret olduğu gibi bir kanaatin oluşmasına kimler vesile olmuşsa, büyük sorumluluk da onlara aittir. Risale-i Nur’la ilgili olumsuz bir göndermede bulunmaktan ziyade, bu tespit, ilim mirasımıza miyop bakıştan şikâyet olarak anlaşılmalıdır…”
Burada Sifil Bey’in Risale-i Nurlarla alakalı olumsuz bir gönderme yapmadığına kayıt düşmesi önemlidir. Bununla birlikte yine de adını vermediği bazı çevrelerin Risale-i Nuru öne çıkardıklarını söylemesi ispata muhtaç bir kaziyedir. Onu öne çıkaran talebelerinin şevki ve iştiyakı olmuştur. Akif’in veya Bediüzzaman’ın öne çıkması ihtiyaca cevap verdikleri içindir. O dönemde üst yapı çökmüştür ve hizmetin iman dairesinden başlaması zarureti hasıl olmuştur ve Risale-i Nur bu zaruri ihtiyaca bir cevaptır. Akif de öyle hem kişiliğiyle ve hem yazdıklarıyla bir destandır ve madden ve manen yıkılmış halkı ayağa kaldırma reçetesi ve hamlesidir. Fikri hataları olabilir. Ama ahlaki hatası yoktur. Dolayısıyla dikkatli bir dille yazılsa da Bediüzzaman’ın birileri tarafından İslami sahada birilerinin yerine ikame edildiği ve geçirildiği sözleri isabetsizdir. Ankaralı okurumuzun dumandan nem kaparcasına Gazali’nin Bediüzzaman’ın yerine ikame edildiği yönündeki sözlerine benzer. İyi ki büyükler var. İyi ki çeşitlilik var. Bununla birlikte biz geniş alanı kendimize daraltıyoruz. Allah yüreğimizi genişletsin.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.