İsmail AKSOY
Talebe
Geçen yazılarımızda üç tabakadan bahsetmiştik. Dost, kardeş ve talebe… Bu üç tabakanın buluşma noktası Risâle-i Nur’dur. Bu yazımızda Kur’ân dellalı Bediüzzaman Hazretlerinin ‘talebe’ husundaki tesbitleri üzerinde duracağız.
26. Mektupta ifade edildiği gibi; “Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lîfi gibi hissedip sâhib çıksın.” Talebe, Kur’ân-ı Hâkimin lafzını, anlamını, hakikatını ve Kur’ân nurlarını bütün ruhuyla alır ve muhtaçlara aynı ruhla verir. Yani Üstâd Hazretleri, o dersi hangi makamdan almış, anlamış ve insanlara ders vermişse; o da o aynı makamdan alıp, anlayıp sanki kendi eseriymiş gibi insânlara ders verir. Meselâ; Âyetü’l-Kübrâ Risâlesinde anlatılan seyahâti, kendi kalb ve rûhunda hisseder. Otuzuncu Lem’aya konu olan altı İlâhî ismin varlık âlemindeki tecellîsini, o Risâlede ders verildiği ruh ve idrak makamında müşâhede edip zevkeder. Yani bu eserlere kendi eseri gibi, te’lifi gibi sâhib çıkar. Yoksa Risâle-i Nûr’daki cümlelerin sâdece lafızlarını ezberlemek değil, ihtivâ ettiği ma’nâyı kalben ve rûhen anlayıp hissetmek ve derkedip zevketmek lâzımdır.
Risâle-i Nûr’un talebeleri, Dellâl-ı Kur’ân olan Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerine mânen ve ilmen vâris olan ve imân hakikatleri ve İslâm’ın esaslarını insanlara tebliğ etmekle görevli kişilerdir. Bu zevât-ı kirâm, zâhirî ilimleri elde ettikten sonra bâtınî ilimleri de elde ederek Risâle-i Nûr vâsıtasıyla hakikate geçen ve o makama yükselen kimselerdir. Bu Zevât-ı Âliye, Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri ve Risâle-i Nûr’un irşâdıyla tekâmül edip hakikatü’l-hakaike geçen ve o mânanın gerçek zevkini tadan başta merhum Hacı Hulûsî Bey olmak üzere merhum Hoca Sabri, merhum Mehmet Feyzi, merhum Hâfız Ali, merhum Hasan Feyzi, merhum Husrev ağabeyler gibi erkân ve esâslardır. Bunlar Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın irşâdıyla zihnî tasfiyeden geçip zahirî ilim ile bâtınî ilmi mezceden kimselerdir.
Bunların içinde daima birinciliği muhâfaza eden Hacı Hulûsî Bey hakkında Üstâd Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Cemâata Sözleri okumak zamânında, sendeki hissiyyât-ı âliye ve fazla inkişâf ve fedâkârâne hamiyyet-i dîniyye galeyânının sırrı şudur ki:
Velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvetteki makàm-ı teblîğin envârı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur’ân Said’in vekîli, belki ma’nen aynı hükmüne geçtiğin içindir.”(1)
“Sizin gibi hakikata yetişmiş ve hakikattaki hakikî teselli ve esâslı sevinci bulmuş zâtlara, envâr-ı îmâniyyenin ve esrâr-ı Kur’âniyyenin neşirlerine karşı ehl-i dalâletin ve şeytânların desâisle tehâcümünden neş’et eden müşkilât ve gam ve kedere karşı sabır ve metânet et ve hüzün ve merâk etme demeye ihtiyâc hissetmem.”(2)
Üstad, devamla der ki:” Ve en mühim vazîfe-i hayâtiyyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.”(3). Yani talebenin düşüncesi ve niyeti daima ; “Allah, beni bu nevi hakaik-ı îmâniyyeyi ve envâr-ı Kur’âniyyeyi anlayıp başkalarına da anlatmak için yaratmış. Ben, bu dürûs-i Kur’âniyyenin hizmekârıyım. Okurum, okuttururum, ders veririm, neşrederim” diye inanması gerekir. Neşrederken hakka’l-yakîn derecede îmânı inkişâf eder.
Demek talebe olabilmek için, dost ve kardeş için zikredilen şartları (bkz. Dost ve kardeş başlıklı yazılarımıza) yerine getirmekle birlikte, ayrıca gelecek şartları da yerine getirmesi gerekir:
1) Risâle-i Nûr eserlerine kendi malı ve te’lîfi gibi sâhib çıkmak.
2) Hayatının en mühim vazifesini bu Kur’ânî hakikatlerin neşir ve hizmeti bilmek. Bu kudsî görevi hayâtının son anına kadar en mükemmel bir tarzda ta’vizsiz yerine getiren Hacı Hulûsî ağabey bu konuda şöyle buyuruyor:
“Sevgili Üstâdım! Evvelce arzettiğim vechîle ben artık bir şey için yaşadığımı zannediyorum. O da, Üstâdım olan dellâl-ı Kur’ân’ın vazîfe-i me’mûre-i ma’neviyyesini ifâda kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’ân hesâbına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibârettir.”(4)
“Şöyle düşünüyordum; eğer yalnız adüvv-i ekber olan nefsin hîlesinden ve cin ve ins ve şeytânların mekrinden emîn olayım diye herkes başını karanlığa çekse ve kendisi köşe-i nisyâna çekilse veyâ çekilmek istese ve âlem-i insân ve âlem-i İslâm mühmel kalacak, kimsenin kimseye fâidesi olmayacak bir zamân olsa; ben dîn kardeşlerime bu nurlu hakìkatleri iblâğ edeyim de Allahu Zülcelâl nasıl şe’n-i Ulûhiyyetine yaraşırsa öyle muâmele eylesin. Nefsimi düşünmekten kat-ı nazar etmeyi yine o zamânlarda çok fâideli görüyordum.”(5)
Dipnotlar:
1- Nursî, Bediüzzaman, Barla lâhikası, 255
2- a.g.e, 263
3- Mektubat, 26. Mektup
4- Barla Lâhikası, 14
5- Barla Lâhikası, 12
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.