Nurettin HUYUT
Üstad dağların tepelerini neden tercih ediyordu?
O gün öğrenci arkadaşlarla ve cemaatle Mersin’in yaylalarından birine pikniğe gitmiştik. On dokuzluk delikanlı idim. Tam 34 yıl önce… O nedenle hayal meyal hatırlıyorum. Günübirlik kalacaktık. Bir abinin yazlığı vardı. Orada yemek ve diğer ihtiyaçlarımızı karşılama imkânımız da vardı.
Mevsim yazın ilk günleri idi. Şehirde sıcaklar yavaş yavaş sıkmaya başlamıştı. Herkes bir şekilde yaylalara gitme ve yazı oralarda geçirme planları yapıyordu. Bizim gittiğimiz yaylanın rakımı hayli yüksek olduğu için serin bir havası vardı.
Oraya ulaştığımızda henüz erkendi yemek vakti gelmemişti kesilen koyunlar doğranıp kazanlara konacak, yemekler yapılacak o güzelim dağ ortamında yenilecekti.
Vakit varken bir iki arkadaş “madem Üstadımız bu gibi yerlere gittiğinde mutlaka en tepesine çıkardı hadi biz de bu dağın tepesine çıkalım” dedik. Yürüyerek yarım saat içinde tepeye ulaşmıştık.
Çıktığımız tepede çam ağaçları vardı ama pek seyrekti, o nedenle çevreyi mükemmel denecek şekilde seyredebiliyorduk. Manzara harikaydı.
Birden orada yine Üstad’ın uygulaya geldiği bir adeti aklıma geldi. O böyle tepelere çıktığında ilk iş olarak iki rekat namaz kılarmış.
Ben de seccade olmasa da kayalar arasında bir seccade büyüklüğünde çimlerle kaplı bir yer bulmuştum. Biraz sakin bir yerdi diğer arkadaşlar farklı yönlere gittiğinden birbirimizi görsek de hayli uzaktık, onların müdahale etme şansları da yoktu. Abdestim de vardı…
Ve ben hemen niyet edip namaza durdum. Amacım bu namazı Elhüccet-üz Zehra’daki manaları düşünerek ve tefekkür ederek kılmaktı.
Fatiha’da “biz ancak sana ibadet eder ve biz ancak senden yardım bekleriz” cümlesini okurken “nun-u mütekellim-i meal gayr” sıgasıyla biz kelimesi içine giren taifeleri tek tek düşündüm.
Ortam bunu düşünmeye çok müsaitti. Malum üç taife giriyordu bu “biz” kelimesinin içine biri vücudumun tüm zerreleri ve manevi duygularım, ikincisi bütün Müslümanlar, üçüncüsü ise bütün mahlukat…
Adeta bu üç taifeyi arkama almış ve onların namına Rabbimin huzurunda durmuş ve onların tüm ibadet ve manevi hediyelerini onların bir vekili olarak takdim ediyordum.
Dağın tepesinde olmam nedeniyle sanki bütün mahlukat ayaklarımın altında ve benim arkamda idi.
O gün o namazdan aldığım hazzı aradan bunca zaman geçmesine rağmen hala unutamıyorum.
O hal içinde Üstad’ımın neden tepeleri tercih ettiğini aklımla ruhumla, vücudumla ve bütün duygularımla yaşamış ve hissetmiştim.
Demek ki, Üstadın bütün bir ömrü böyle geçmişti. Bütün namazları bu şekilde yüksek yerlerde bütün mahlukatı fiilen de arkasına alarak kılmasının nedeni kavlen söylediklerini fiilen yaşarak yapmakmış.
O azim tepede “Allahuekber” deyip kemerbeste-i ubudiyet etmek, kalben secdeye varıp bedenen eğilmek, ruhen huzurda rükuya gitmek külli bir ibadeti yapmak ne kadar hoş ve ne kadar güzel olduğunu kelimelerle anlatmak mümkün değil.
Keşke ben de hep Üstad gibi dağların en tepesinde, zirvesinde yaz aylarını geçirseydim ve her namazımı bu halet-i ruhiye içinde kılabilseydim. Ama ne mümkün aradan 34 yıl gibi uzun bir süre geçmiş olduğu halde o şekilde, adeta dünyanın tepesinde kıldığım namazların sayısı üçü beşi geçmez.
Üstad bu yönüyle de emsalsizdir, taklid-i gayr-ı kabildir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.