B. Said ÇİFTÇİ
‘Teşekkiden teşekküre’ engelliyi anlamak
İnsan türü içinde her bir insan, diğer insanların tamamından farklıdır. Vahidiyet sırrıyla fiziksel organları, anatomik yapısı aynı olsa da, Ehadiyet sırrıyla ruhu ve ruha bağlı duygu ve hissiyatı kişiye özgüdür. Her insan dünyaya özgür bir birey olarak gönderilir; yaşam hakkı başta olmak üzere tüm insani haklar insanın doğuştan getirdiği en temel insani haklardır.
Ne var ki, temel insan haklarını yaşamayı sınırlayan bazı engeller, kişinin bireysel ve toplumsal yaşamını engelleyen bazı kısıtlamalara dönüşerek o insanı dezavantajlılık açısından toplum içinde farklılaştırmaktadır. Buna engellilik hali denmektedir. Bu açıklamaya göre “Vücudunda doğuştan ya da sonradan oluşmuş, fiziksel, biyolojik veya estetik olarak, görünüm ve işlev bozukluğu sebebiyle günlük hayat ve sosyal yaşam içerisinde engel ve sorunlarla karşılaşmakta olup, genel hayata uyum sağlayabilmesi ve engel durumuna özel gereksinimlerinin sağlanması için, sosyal-bilimsel çalışma ve destekleri almaya hakkı olan kişi veya kişilere engelli denmektedir.”
İstatistiklere göre, dünyada 650 milyon kayıtlı/bilinen engelli vardır. Bunların % 80'i gelişme yolundaki ülkelerde yaşamaktadır. Dünyada ve ülkemizde genellikle eğitim düzeyi düşük olan toplumlarda engelli oranı daha yüksektir. Cinsiyet dağılımında ise kadınlarda erkeklerden daha çok engelli vardır. UNİCEF'e göre sokak çocuklarının % 30'u engellidir. Türkiye engelli sayısının yüksek olduğu ülkeler arasında yer almaktadır. Türkiye'de toplam nüfus içine engelli sayısı % 12,29’tur.
KAVRAMSAL TARTIŞMA
“Engelli” kavramı son dönem tedavülde olan bir kelimedir. Türkçede engelin türüne göre ama, kör, sağır, dilsiz, lal, işitme engelli, görme engelli, topal, yürüme engelli, özürlü ve özürlü ekli kelimeler vb. farklı kavramlarla da ifade edilen “dezavantajlılık hali”, Bediüzzaman Said Nursi tarafından “Musibetzede” kavramıyla ifade edilmiştir. Engellilik halini yaşayan insana isabet eden bir dezavantajlı durum söz konusu olduğu için bu kavram oldukça genel bir kavramdır.
MUSİBETZEDE PSİKOLOJİSİ
Musibete maruz kalarak dezavantajlı bir konuma düşen bir insanın ve o insanın çevresindeki birincil derecedeki yakınlarının psikolojisi ve yaşam algısı diğer insanlardan oldukça farklıdır. Çünkü, "Normal bir kişinin kişisel ya da sosyal yaşantısında kendi kendisine yapması gereken işleri, bedensel veya ruhsal yeteneklerindeki kalıtımsal ya da sonradan olma herhangi bir noksanlık sonucu yapamayanlar" olarak tanımlanan engelli/özürlü ve yakınlarının bu duruma tepkileri “Şok, Reddetme, Acı çekme ve depresyon, Suçluluk duyma, Kararsızlık, Kızgınlık duyma, Utanma, Uzlaşma, Uyum sağlama ya da kabul etme” aşamaları o insanlarda yaşam algısına ve davranış değişimlerine yol açmaktadır ve bu kaçınılmazdır.
Anne ve baba beslenmesine ve sağlığına dayalı kalıtımsal bir miras olan özürlülük yanında, sosyal hayatın getirdiği trafik, iş ve meslek kazlarından kaynaklanan nedenlerden dolayı musibetzede olan insanların ve yakınlarının yaşam algısı yukarıda sayılan 9 tutuma neden olmaktadır.
Asrımızın sağlık ve sosyal sorunlarına bağlı ortaya çıkan hastalıklarına reçete yazan ve bir manevi tabibi olan Bediüzzaman Said Nursi musibetzede/engelli/özürlü insanlarımızın ruhuna şifa olacak psikolojik ilaçlar yazmıştır.
Bediüzzaman Türkiye ölçeğinde, sosyal hayatı demografik olarak 6 sınıfta toplar:
“Türk milleti denilen şu vatan evlâdı altı kısımdır. Birinci kısmı, ehl-i salâhat ve takvâdır. İkinci kısmı, musibetzede ve hastalar taifesidir. Üçüncü kısmı, ihtiyarlar sınıfıdır. Dördüncü kısmı, çocuklar taifesidir. Beşinci kısmı, fakirler ve zayıflar taifesidir. Altıncı kısmı gençlerdir…. “İkinci kısım olan musibetzede ve hastaların ve hayatından meyus olanların menfaati, frenkmeşrebâne, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki o biçareler bir nur isterler, bir teselli isterler. Musibetlerine karşı bir mükâfat isterler. Ve onlara zulmedenlerden intikamlarını almak isterler. Ve yakınlaştıkları kabir kapısındaki dehşeti def etmek istiyorlar. Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok şefkate ve okşamaya ve tımar etmeye çok lâyık ve muhtaç o biçare musibetzedelerin kalblerine iğne sokuyorsunuz, başlarına tokmak vuruyorsunuz, merhametsizcesine ümitlerini kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka düşürüyorsunuz. Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz? (e-Risale, Mektubat, 573/712) Özellikle Cumhuriyet sonrası ırka dayalı politikaların faydasızlığı vurgulamak için yaptığı bu tasnif dikkate değerdir.
Bediüzzaman, sosyal politikalar sonucu ortaya çıkacak musibet durumunu, “hayat mücadelesi” olarak gören insanların yaşam algılarının ortaya çıkardığı “sırf dünya için yaratılmış” anlayışından hareketle ihmal edilen manevi hayatın boşluğunu dolduran dezavantajlı durumla açıklar. “İşlediğimiz her bir günah; günahlardan gelen yaralar; yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler, kafamıza giren her bir şüphe kalb ve ruhumuza yaralar açar. Mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler.İmanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar.”
Demek ki musibetin nedeni aslında insanın kalp ve ruhunu sarsan, maneviyatını engelleyen faktörlerdir. Fiziksel olarak sağlam gözüken ama kalp ve ruhu başta günahlar ve dünyevi olaylarla yaralanan insanların engelleri görünür engellerden daha vahimdir.
Bediüzzaman “NEDEN ENGELİMİZ VAR?” sorusunun cevabını şu şekilde vermektedir:
“Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de, musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mahiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisanla değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdat vaziyeti verir. Güya insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-i İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını ifa eder.”
Böyle manevi sebeplerden başka bir engellinin psikolojini tatmin edecek sonucu bu kadar teselli verici hangi açıklama yapılabilir.
ÇÖZÜM VE TARTIŞMA
Hz. Eyyüp (as) Metaforu:
Bediüzzaman ahir zaman musibetzedeleri için yazdığı reçetede en önemli ilacı Hz. Eyyüp peygamberin kıssasıyla anlatır. Yaptığı analojide, “Şekvaya hakkımız olmadığına dair: Cenâb-ı Hak, insana giydirdiği vücut libasını san’atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder, muhtelif esmâsının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor, ve hâkezâ...” O’na göre, “Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder.” “Kemal bulur.”, “Kuvvet bulur.”, “Terakki eder.”, “Netice verir.”, “Tekemmül eder.” Çünkü “Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.” “Hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla, o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saati bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şekvâ değil, şükretmek gerektir.” “Evet, ibadet iki kısımdır: bir kısmı müsbet, diğeri menfi. Müsbet kısmı malûmdur. Menfi kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle, musibetzede zaafını ve aczini hissedip, Rabb-i Rahîmine ilticâkârâne teveccüh edip, Onu düşünüp, Ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riyâ giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Her insan geçmiş hayatını düşünse, kalbine ve lisanına ya “ah” veya “oh” gelir. Yani, ya teessüf eder, ya “Elhamdü lillâh” der. Teessüfü dedirten, eski zamanın lezâizinin zeval ve firakından neş’et eden mânevî elemlerdir. Çünkü zevâl-i lezzet elemdir. Bazan muvakkat bir lezzet daimî elem verir. Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf akıtıyor. Eski hayatında geçirdiği muvakkat âlâmın zevâlinden neş’et eden mânevî ve daimî lezzet, “Elhamdü lillâh” dedirtir. Bu fıtrî hâletle beraber, musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfât-ı uhreviye ve kısa ömrü musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse, sabırdan ziyade, şükreder.”
Engellilikte Sabrın Zaferi ve Tesellinin Gücü
Bediüzzaman Said Nursi reçetesinin 2. Maddesine sabır ilacını yazmaktadır:
“Cenâb-ı Hakkın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle, sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp, halihazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvâya başlar. Adeta—hâşâ—Cenâb-ı Hakkı insanlara şekvâ eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekvâ edip sabırsızlık gösterir.”
“Zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mâni olduğu zaman, ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcatla birinci maksadımız, günahlardan gelen mânevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için, ubudiyete mâni olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizâne, müştekiyâne bir surette değil, belki mütezellilâne ve istimdatkârâne iltica edilmeli. Madem Onun rububiyetine razıyız; o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım. Kazâ ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekvâ etmek, bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ittihamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış elle intikam almak için o eli istimal etmek nasıl kırılmasını tezyid ediyor; öyle de, musibete giriftar olan adam, itirazkârâne şekvâ ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.
Engellilik haliyle barışık yaşamak
Bediüzzaman’ın yazdığı bir diğer ilaç ise “Tevekkül içinde kabul” ilacıdır.
“Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:
Bırak ey biçare feryadı belâdan kıl tevekkül,
Zira feryat belâ ender hatâ ender belâdır bil.
Eğer belâ vereni buldunsa, safâ ender atâ ender belâdır bil.
Eğer bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender belâdır bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl.
Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.
Engellilikte zaman idraki:
Musibete maruz kalmış bir musibetzedenin/engellinin zaman kavramıyla ilgili psikolojik bir savaşı vardır. Oysa Bediüzzaman, musibet öncesi sağlıklılık haliyle sonrası halin tenakuzunu yaşayan musibetzedeye “zaman öyküsü” sunar:
“Geçmiş herbir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevâlindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekvâ değil, belki mütelezzizâne şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilâkis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mes’ut bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı vehimle düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak divaneliktir. Amma gelecek günler ise, madem daha gelmemişler, içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekvâ etmek, ahmaklıktır. “Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım” diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de, gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selb ediyor.
Şükretmenin Kuvveti:
Bediüzzaman, bir engellinin psikolojisinde, isyana varan şikayetçilik duygusunu eğiten bir başka ilaç daha yazar. O da sabır ve tevekkül ile şükretmektir.
“Nasıl şükür nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de, şekvâ musibeti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakati selb eder.
Engelliliğin faydaları: Farkında yaşamak
İnsan elinden çıkmış bir nimetin kadrini daha iyi anlar. Musibetzede bunu en iyi hisseden bir durumdadır. Bediüzzaman özürlülüğün yaşama karşı farkındalık bilincini geliştirdiğini vurgular bu ilaçta.
“Gayet zengin ve işsiz, istirahat döşeğinde herşeyi mükemmel bir efendiden sor, “Ne haldesin?” Elbette, “Aman vakit geçmiyor; gel bir şeş beş oynayalım. Veyahut vakti geçirmek için bir eğlence bulalım” gibi müteellimâne sözleri ondan işiteceksin. Veyahut tûl-i emelden gelen, “Bu şeyim eksik; keşke şu işi yapsaydım” gibi şekvâları işiteceksin.Sen bir musibetzede veya işçi ve meşakkatli bir halde olan bir fakirden sor, “Ne haldesin?” Aklı başında ise diyecek ki: “Şükürler olsun Rabbime, iyiyim, çalışıyorum. Keşke çabuk güneş gitmeseydi, bu işi de bitirseydim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor, gidiyor. Vakıa zahmet çekiyorum; fakat bu da geçer. Herşey böyle çabuk geçiyor” diye, mânen ömür ne kadar kıymettar olduğunu, geçmesindeki teessüfle bildiriyor. Demek, meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat ve sıhhat ise, ömrü acılaştırıyor ki, geçmesini arzu ediyor.”
Engellilerin Tabibi Hz. İsa (as) dır:
“Kur’ân, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür. Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.” İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.
Allah lafzıyla Terapi
“Allah.” Bu kelime-i mübareke ise, onların son ümit ve recalarının kesildiğine işarettir. Çünkü musibetzede olan bir adam, evvel ve âhir Allah’ın merhametine iltica etmekle mütesellî olur. Halbuki Allah’ın kahır ve gadabına müstehak olanın elbette ve elbette necatından ümidi ve recası kesilir. (e-Risale, İşaratül-İ’caz, 171/384) Sebebiyet ve menfaate delâlet eden اَضَاۤءَ َهُمْ deki harfinden anlaşılır ki, bayılmak üzere olan bir musibetzede nefsine ait şeylerden mâadâ hiçbir şeyi düşünmez. Hattâ kudret-i İlâhiyenin binlerle hikmetleri için kâinatta neşrettiği ziyanın menfaati, tamamen kendisine ait olduğunu ve kendisi için gönderildiğini zanneder. (e-Risale, İşaratül-İ’caz, 171/384)
Ahir zamanda engelli olmanın avantajları
“Her zamanın bir hükmü var. Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta belâ, belâ değil, belki bir lûtf-u İlâhîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı sair musibetzedeleri—fakat musibet dine dokunmamak şartıyla—bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini iras etmiyor. Çünkü, hangi bir genç hasta yanıma gelmişse, görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki, öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i İlâhiyedir. Çünkü, çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet iras ediyor, fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor. Bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle, elbette hastalık hâletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.”
Gerçek engelliler: Bakan körler, işiten sağırlar ve konuşan dilsizler
“Yani, “Sağır, lâl, kör olup dönemezler.”
“Bir insan, böyle bir belâya düştüğü zaman, dört cihetle ümitvar ve müteselli olabilir.
“Birincisi: Köylü halkından veya geçen yolculardan bir ses gelir de, o ses vasıtasıyla yolunu bulup görmek ümidinde olur. Halbuki gecesi sâkit ve sâkin, sessiz ve sadâsız bir gece olduğundan, o adamla bir sağırın arasında fark kalmaz. Bu cihetten ümidinin kesik olduğuna işaret eden Kur’ân-ı Kerim صُمٌّ kelimesini demiştir.
İkincisi: Eğer çağırıp yardım isterse, belki bir işiten olur da onun kurtulmasına gelir diye bir ümit besleyebilir. Fakat gecesi sağır olduğu için, dilli, dilsiz birdir. Bu recasını da kesmek için بُكْمٌ denilmiştir.
Üçüncüsü ise: Gideceği cihetin yolunu tahminen tayin etmek ve görmek için bir alâmet, bir ateş, bir yıldız arar, müteselli olur. Halbuki gecesi öyle zulmetlidir ki, gözlü gözsüz bir olur. O adamın bu emelini söndürmek için عُمْىٌ denilmiştir.
Dördüncüsü: O belâdan kurtulup rücu etmek için var kuvvetiyle çalışmaktan mâada bir çare kalmadığını görür görmez, kuvvetine güvenir, ümitvar olur. Halbuki zulmet her taraftan o adamı öyle ihata etmiştir ki, o adam bütün kuvvetiyle çalıştığı halde kurtuluş imkânını bulamaz. Kendi su-i ihtiyarıyla bataklığa giren ve bir daha çıkması mümkün olmayan bir hayvan gibi, o zulmet içinde kalır. Evet, çok şeyler var ki, insan ihtiyarıyla girer, fakat çıkması mümteni olur. İnsan onu bırakır, fakat o insanı bırakmaz.
İşte onların şu vaziyetlerine karşı فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ denilmiştir ki, o musibetten kurtulup rücularına bir çare kalmadığına ve son ümitlerinin de kesildiğine binaen, vahşet, yeis ve korkular içinde kaldıklarına işarettir. (E-risale İşaratul İcaz, 146/384)
SONUÇ
Bediüzzaman Said Nursi, “Musibetzede” kavramı içinde topladığı her türlü dezavantajlı gruplar için yazdığı farklı reçetelerin uzmanlar tarafından ele alınmasına ihtiyaç vardır. Bu makale bir derleme olarak konu uzmanlarının dikkatini çekmek için kaleme alınmış ve alıntılanmıştır. Bir Engelli uzmanın bakış açısı daha farklı olacaktır.
Mevlana’nın şu sözü, bu dünyada böyle bir imtihana maruz kalanlara ne güzel bir derstir;
"Üzülme... Bir yandan korku, bir yandan ümidin varsa iki kanatlı olursun, Tek kanatla uçulmaz zaten. Sopayla kilime vuranın gayesi kilimi dövmek değil, Kilimin tozunu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır. Niye kederlenirsin? Taş taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olamaz. Yüzük olmak dileyen taş, ezilmeyi yontulmayı göze almalıdır."
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.