Mustafa ÖZCAN
Üç Said, Üç Gazali!
Risale-i Nur literatüründe üç Said döneminden bahsedilir. Hayatındaki bu temel kesitler ezcümle şöyledir: Eski Said dönemi, doğumu olan 1878 tarihinden 1916 yılına kadar sürer. Bu süre Bediüzzaman için gençlik yılları, Osmanlı için ise yıkılış, çöküş yıllarıdır. Bu dönem İkinci Said ya da Yeni Said ve Üçüncü Said döneminin mayalanma, irhasat yıllarıdır. 1923 yılından sonra Ankara’dan ayrılan ve Erek Dağı eteklerinde kuşe-i uzletine çekilen Bediüzzaman’ı Yeni Said kalıbında görüyoruz.
Yeni Said döneminde Bediüzzaman, Kur’ân’ın imanî hakikatleri ihtiva eden âyetlerini tefsir etmeye yönelmiştir. İman zaafının Müslümanı had safhada sarstığını gören Bediüzzaman, bütün mesaisini iman ve İslâm hakikatlerini asrın anlayışına uygun bir üslûpla anlatmaya ve ispat etmeye tahsis etmiştir. 1915 yılında İttihatçılar ardından da 1922 yılında Kemalistler, kazanılan Çanakkale ardından Yunan zaferleri üzerine yapmak istedikleri reformlar için kendilerine cesaret ve güven gelir. Bediüzzaman Ankara’da bulunduğu 1922 yılında pozitivist bir cereyan ve hava sezer, koklar ve bunun üzerine hem uzlete çekilir hem de bu dalgaya karşı koymaya çabalar.
Yeni Said dönemi Afyon Mahkemesinden tahliyesine kadar (1949) sürmüştür. Bu dönem tek parti ve Millî Şef hükümetlerinin derin istibdadı altında çoğunlukla sürgünlerde veya mahkemelerde geçmiştir.
Risale-i Nur Külliyatı bu dönemin mahsulüdür.
Bediüzzaman’ı 1949 yılından sonra ise Üçüncü Said olarak görüyoruz.
Gazali’nin otobiyografisini kaleme veya ele aldığı el Münkizu Mine’d Dalal (Dalaletten Kurtarıcı) adlı eserini bir kez daha okuyunca aynı şekilde Gazali’nin de hayatında üç dönem olduğunu gördüm. Hayatını üç döneme ayırmak mümkün. Üç Said ile Üç Gazali’nin dönemleri icraatlar açısından birbirine benziyor.
Gazali 450 hicri yılında tevellüt ettiğinde bir müddet sonra kimsesiz kalır. Babası onları sufi meşrep bir yakınına emanet eder. Lakin yakını Ahmet ile Muhammed Gazali’nin maddi külfetine takat yetiremez hale gelir ve onları medreseye emanet eder. Gazali’nin medrese serüveni medreseden kaçıncaya kadar böyle başlar. Bilahare İmamu’l Haremeyn Ebu’l Meali el Cuveyni’nin talebesi olur ve bu talebelik yıllarında el Menhul (Elenmiş) adlı usul-i fıkıh kitabını kaleme alır. Hocası buna gücenir ve şöyle söylemekten kendini alamaz: "Gazali beni diri diri mezara gömdü!" Boynuz kulağı geçmiştir. Daha sonra Gazali Bağdat’a vasıl olur ve Nizamu’l Mülk’ün himayesine girer ve gözdesi olur bu zaman zarfı içinde Bağdat’ta Nizamiye Medresesinde ders vermektedir. Burada otobiyografisinde değindiği gibi 300 talebeye ders vermektedir.
O yıllarda İsmaili daileri devletin altyapısını, köklerini güve gibi manevi olarak kemirmektedir. Nitekim ünlü Vezir Nizamu’l Mülk onların kurbanı olur. Bağdat'ın manevi semerelerinden biri olarak El Mustazhir Billah'ın talebi, ısmarlaması ve teklifi üzerine bu hem batini hem suikastçı-fedai zümre ve fırkaya karşı el-MÜSTAZHİRİ (FEDÂİHU'l-BÂTINİYYE)* eserini kaleme alır. Burada Gazali varlık bunalımına ve buhranına düşer. Çevresi malayani işlerle ve kısır çekişmelerle meşguldür. Çevresini hac ziyareti bahanesiyle Bağdat’tan çıkmaya daha doğrusu kaçmaya ikna eder. Aksi taktirde, hiç kimse bu isteği makul karşılamamaktadır. Bu nedenle "hacca gidiyorum" diyerekten ikna edici bir mazeret ile Bağdat’tan ayrılır.
Gazali’nin Bağdat’tan ayrılması Bediüzzaman’ın Ankara’dan ayrılmasına benzer. Kimileri buna medreseden kaçış adını verse de o medreseden değil medresenin o günkü havasından kaçmaktadır. Bediüzzaman’ın Ankara’dan ayrılışı ile Gazali’nin Bağdat’tan ayrılışı aynı anlamdadır ve aynı neticeyi vermiştir. Gazali ile Bediüzzaman’ın Şam ziyaretleri ve Emevi Camii ile ilgili hatıraları devre farklılıklarıyla birlikte gerçekleşmiştir. Bu ziyaret Gazali’nin ikinci dönemine Bediüzzaman’ın ise birinci dönemine tekabül eder.
Bu ikinci devreleri tecdide hazırlık devreleridir. İlk dönemleri hamlık dönemleridir. İkinci dönemleri ise yanma ve olgunlaşma dönemleridir. Bu üç devreyi Mevlana çok veciz ifade eder: "Hamdım, yandım ve piştim." Birinci dönemleri şaşaa, şatafat dönemleri ikinci dönemleri ise çile ve iptila dönemleridir. Hem Gazali hem de Bediüzzaman eserlerini bu ikinci dönemlerinde kaleme almıştır. Kendi ifadesiyle Gazali bu ikinci dönemde yani halvet ve uzlet döneminde 11 yıl geçirmiştir. 588 hicri yılı biyografisini kaleme alanlardan biri olan Hüseyin Zerrinkub’un ifadesiyle Gazali’nin medreseden kaçış yılıdır. Daha doğrusu ulum-u rüsumdan ve resmiyetten, mevkii ve makamdan ve riya ve gösterişten kaçış ve manevi ilimlere dalma, yönelme yılıdır.
Gazali Şam cihetinde ağır bir riyazet dönemi geçirmiştir. Bu riyazet hali Geylani’nin Bağdat günlerinin başlangıcını hatırlatır. Bu günleri ve riyazet halini "Cevherden Gerdanlıklar" kitabı yazarı Allame Muhammed Bin Yahya Et-Tadifi anlatmaktadır. Bu dönemde çok veluttur, verimlidir, muhallet eserlerinin bir kısmını Kudüs diğer kısmını ise Şam’da kaleme alır. Hem Mescid-i Aksa hem de Emevi Camii’nde kaldığı mekanı üzerine kilitler ve öylece beşer planında yalnızlığını ilahi planda ise Allah ile beraberliğini yaşar ve idrak eder. Sonra Tus’tan ailesinden gelen mektuplar ve hasret üzerine ve zaman zaman yalnızlıktan da huzurunun bozulması üzerine hac sonrasında yurduna döner. 499 tarihinde Nîsâbur’a avdet eder ve burada ders vermeye başlar.
İmam Gazali’nin hicri tarihe göre 55 yıllık ömrünün 38 yılı ilk Gazali dönemine aittir. Ardından 488 yılında Bağdat’tan ayrılması ve 499 yılında Nîsâbur’a dönmesi arasındaki 11 yıl ise ikinci Gazali dönemine tekabül eder. 499 yılından 505 yılına kadar ki 6 yıllık dönem ise Üçüncü Gazali dönemidir. Bu dönemde tecdit ile muvazzaf kılındığını ve görevlendirildiğini ifade eder. (El Münkizu Mine’d Dalal, s: 93, El Mektebe’tü’ş Şabiyye, Beyrut)
Talebelik yıllarından arkadaşı olan Abdülgafir Farisi gibiler Gazali’nin Arapça yazılarında gramatik hatalara düştüğünü anlatır. Gazali bu hususta çok geniş yürekledir ve yanlış bulanın eserlerini tashih etme yetkisine ve müellifinden ön izne sahip olduğunu söyler. Bu da bize Gazali’nin mahviyetkar bir zat olduğunu gösterir. Mevlana’nın Mesnevi’sinde dile getirdiği gibi bu bize denizde boğulan gramerci hikayesini hatırlatmaktadır.
Gazali’nin Arapçası Mevlana’nın Farsçası ve Bediüzzaman’ın Türkçesi hakkında zaman zaman ileri geri laflar edilmiştir. Üçü için de ortak bir tanım yapmak gerekirse üçünün de sahip olduğu dil cazibesi Kur’an-ı Krerim ve kudsi metinlere ayinedarlık yapmalarından kaynaklanmaktadır. Onlar edebiyatı değil, edebi dile getirirler ve Kur’an ve Sünnetin gerçeklerine ayna tutarlar. Dolayısıyla onlar yansıma ve hakikatlerin izleri ve akisleridir. Bazıları Bediüzzaman’ın Türkçesini ağdalı bulmuşlardır. Halbuki Kur’an’dan yansıyan ilahi bir cazibe söz konusudur. Risale-i Nur’u okuyanlar onun Türkçesine hemen aşina olurlar. Bu dil aynı zamanda Türk dünyası arasında bir köprü vazifesi de görür.
* Kitap İbrahim Agah Çubukçu tarafından dilimize çevrilmiştir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.