Üniversiteli gençler bu hafta medeniyeti konuştu

Üniversiteli gençler bu hafta medeniyeti konuştu

Diyarbakır Kültür Merkezi’nde her hafta gerçekleştirilen seminerlerin bu haftaki konusu “Medeniyet” idi.

Risale Haber - Haber Merkezi

Eğitim Fakültesi Öğrencisi olan Veysi Demirok üç başlık altında ele aldığı seminerine medeniyetin tanımıyla başladı.

Medeniyet; şehir, kasaba ve yerleşim anlamına gelen(çoğulu; müdün, medain) ‘medine’ kökünden gelir. Böyle yerlerde yani kasabada yerleşim yerinde oturanlara da medeni şehirli denir. Medine, ikamet etmek ve bir yerde oturmak anlamına gelen ‘müdün’ kökünden gelir. Medine ikamet anlamına geldiğinden Hz. Peygamber’in(a.s.m) yerleştiği ‘yesrib’ şehrine, önce Medine-i Resül, sonra Medine denilmiştir. Bu şehirden olanlara ‘medeni’ denirken, herhangi bir şehirde ikamet edene de ‘medini’ denilmiştir. Medini olmayanlara yani konar göçerlere ‘bedevi’ denilmiştir. Kuran-ı Kerim’de ‘medini’ kelimesi şehir ve kasaba anlamında kullanılmıştır.

Cemil Meriç medeniyeti ”insanın kendini inzibat altına alması, fikirce, ahlakça ve ruhça yükselmesi için lazım olan kolektif araçların tümüne denir” kolektif araçlara da “güzel sanatlar, felsefe, din ve hukuk gibi” tanımlar.

Mehmet Akif de medeniyetten bahsederken mimsiz medeniyetten bahsediyor onun da tanımına da yapacak olursak; Medeniyet ve Deniyetin. Birbirlerine ne kadar yakın ve birbirlerine ne kadar uzak iki kelime olduğunu görürüz. Yazılışlarında küçücük bir fark var bir ‘mim’ veya ‘me’ harfi ama mahiyetleri ne kadar zıt. Lügatta medeniyet “insanca iyi ve ferah yaşayış, adaletseverlik, şehirlilik, ilim, fen ve sanatta tekâmül etme” anlamlarına gelirken. Medeni insanlar da “faziletli, terbiyeli, kibar ve şehirli” olarak tarif edilir.

Medeniyet’in zıddı olan deniyet ise “vahşet, barbarlık, alçaklık ve ahlaksızlık” anlamlarına gelir ve buna bağlı olarak medeniyetsiz insanlar bu özelliklere sahip olurlar.

Seminerinin ikinci alt başlığında Medeniyetin Doğuşuna değinen Demirok, medeniyeti şekillendiren en önemli unsurlardan birinin teknoloji olduğunu söyledi. Bilimin pratik yaşama yansıması olan teknolojinin, medeniyet üzerindeki etkisinin, yaşanılan coğrafyanın ve kültürün  medeniyet üzerindeki etkisinden daha önemli olmaya başladığını söyledi.

“Peki medeniyetin kaynağı nedir? Sorusuna cevap arayan Demirok şunlara değindi: Medeniyet konusunda göz ardı edilen önemli bir konu, tevhit nazarıyla algılanıldığında ortaya çıkan tablodur. “Medeniyet kimin eseri?” sorusunun cevabında insanlık ve insanlar akla gelir. İnsanoğlunun geldiği nokta, insanoğlunun üstünlüğü, aklın ve bilimin gücü gibi konular gündeme gelir. Avamın nazarında, çiçek, böcek ya da dağın oluşumunda ilahi bir gücün işleyişi nazara alınırken, bir araba, uçak, bilgisayar ya da gökdelenin oluşumunda, ön planda insan ve insanlık vardır. Teknolojik ürünler ve bununla bağlantılı olarak ortaya çıkan medeniyet, insanlığın kolektif olarak algılanır. Zaman zaman da ilahi kudretle insanlığın gücü mukayese edilmeye çalışılır. Mesela camide vaaz veren bir hoca bir sözünün ulaşacağı noktayı bilmeden “insanlar, uçağı yapıp uçabilirler, ancak bir sinek kadar yapsınlar da görelim” derken, ilahi kudreti nasıl tezyif etiğinin muhtemelen farkında değildir. Bu bakış açısında teknolojik ürünler insana, biyolojik canlılarda kudret-i ilahiyeye verilir. Böylece, Allah’ın iradesi vehmi bir şekilde sınırlandırılmaktadır. Bediüzzaman Hz. bu gibi durumlarla ilgili olarak “dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehli iman bilemeyerek istimal ediyorlar”.

Kainata baktığımızda, çiçeklerin, böceklerin ve gezegenlerin yaratılması kadar teknoloji ve medeniyetin yaratılması da ilahi bir kudretin eseri olmalıdır. Bir roketin muhteşem bir nizam içinde uzaya hareketi, bir kuşun açısında “bir kitab-ı samedani” ve “bir mecmua-i mektubat-ı sübhaniye” olmak yönüyle geri kalmaz.

Medeniyet ve teknoloji kâinatın bütün zerrelerini ve tamamını yaratan kudret-i İlahiyenin eseridir ve O’na, O’nun isimlerinin güzelliklerine işaret eden unsurlardır. Medeniyetin gelişmesinde insanoğlunun çabası ve çalışması önemliyse de sonuçta insan oğlunun düşünmesine vesile olan aklı yaratan ve veren de Cenab-ı Allah olduğu için Medeniyet de onun eseridir.

Medeniyetin çıkış kaynağı “ihtiyaç ve merak”tır.

Hiçbir medeniyet yoktur ki, kendi mirasını kuşaktan kuşağa aktarmış olmasın. Gelişen, geliştikçe değişme zorunluluğu yaşayan kuşakların oryantasyonunu sağlamak ise eğitimin işidir. Denilebilir ki, eğitim medeniyet için vardır. İnsan, doğası gereği daima hakka ve doğruya karşı bir eğilim taşıdığı gibi, yine doğası gereği doğru kültürü, doğru medeniyeti ve doğru eğitimi yaşamaya eğilimlidir.

İnsanlık tarihi insan ömrü gibi dönemler geçirmiştir. Bediüzzman Hazretlerine göre Sosyolojik devreler dediğimiz insanlığın dönüm noktaları beştir; Vahşet ve Bedeviyet, Kölelik, Esirlik, Ecirlik, Serbestiyetlik ve Malikiyetlik devreleri. Bu beş dönem insanların yetenek, anlayış ve beyin fonksiyonlarına paralel olarak gelişmiştir. Tarihin bu dönemlerinde eğitim ve öğretim de kendi düzeylerinden farklı olmadığı gibi, kurulan medeniyetler de o dönemlerdeki insani değerlerin bir yansımasıdır.

Bediüzzaman Hz. eskiden olduğu gibi çağımızda da cennetimsi yükselişin ve hakiki medeniyetin kapılarının açık olduğunu ifade eder. Hakiki medeniyete beş ana kapıdan girilebileceğini söyler;

1-İnsanların kalplerini “hak” kavramında birleştirmek
2-En büyük motifi din olan milli muhabbet
3-Eğitim
4-Çalışma
5-Ahlaksızlığı terk”
             
Üçüncü alt başlığında İslam – Batı Medeniyeti mukayesesi yapan Demirok, Risale-i Nur’daki mukayeseleri hatırlattı:

Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde medeniyet kavramını ele alırken, daha çok sınıflandırma yöntemi bakış açısını ele almaktadır. Yani iki medeniyet vardır. Bunlardan birincisi kaynağını vahiyden (hüda) alan medeniyet, diğeri ise, kaynağını vahiy dışı beşeri mülahazalardan (deha) alan medeniyettir. Bu iki medeniyetin dünya üzerindeki dağılımına dikkat edilirse, doğu’da vahiy kaynaklı medeniyetin, batıda ise deha kaynaklı medeniyetin geliştiğini görürüz. Doğuda İslam dini dışında görülen, Budizm, konfüçyüslük gibi inanışlarında insana değer vererek, adalet, merhamet gibi şeyleri tavsiye etmesi bakımından içinde vahiyden izler taşıdığı, geçmiş zamanlardaki peygamberlerin doğu kültürlerinin oluşumunda önemli katkılar olduğunu gösterir.

Genellemeci yaklaşımlardan uzak duran Bediüzzaman Hazretleri Avrupa medeniyetini de ikiye ayırır:

Avrupa medeniyeti ikidir. Birincisi İsevi dininden aldığı feyizle hayata dair sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden medeniyettir.

İkinci Avrupa Medeniyeti için;

“Ey küfür ve küfranı dağıtan bedbaht ruh” olarak bahsediyor.

Beşeri öyle bir hale çevirmiş ki cismi sanki cennette ancak kalbi ve ruhu cehennemde azap çekiyor. Bu hastalığa karşı ilacı bulamayacağını bildiği için insanı hayvandan daha aşağı derecelere düşüren iptal-i hissi gale etmiştir. Böyle olunca da Halıkını unutup her şeyi sebeplere, tabiata verip her bir insanı tek başına,  hiçbir dayanak noktası olmadan hadsiz şeylerle savaşmak zorunda bıraktı. Kendi başına yani zerre kadar iktidarı ile başa çıkamaz hale getirmiştir.
Üstad Hazretleri şark kentlerini veya köylerini ziyaret ederken medeniyetle ilgili ‘mimsiz’ tabirini kullanmasının bazı nedenleri;

Medeniyet-i Hazıra-i Garbiye(şimdiki batı medeniyeti) semavi kanunları dinlemedi, zararı karını geçtiğini ve dünya saadetini bozduğunu ifade ediyor.
İktisat ve kanaat yerine; israf ve sefahat
S’ay(çalışma) ve hizmet yerine; tembellik ve istirahat
Bunlarla biçare beşeri fakir ve tembel yaptı.
“Yiyin, için ama israf etmeyin” (Araf Suresi, 31.ayet)
“İnsan için çalıştığından başkası yoktur.” (Necm Suresi, 39.ayet)
İktisatlı ve gayretli olunduğunda nev-i beşerin huzurlu ve mutlu olunacağını bu ayetlerden ve Risale-i Nur’dan anlayabiliriz.

Şimdiki medeniyetin getirdiği zorluklar;

Eskiden bir köyde veyahut bedevi yaşayanlar üç-dört şeye muhtaç olurlardı. Bu ihtiyaçları tedarik etmede birkaç kişi zorlanabiliyordu. Şimdiki Medeniyet-i Hazıra’da israfa ve tembelliğe teşvik edip bazı ihtiyaçta olmayan şeyi ihtiyaçmış gibi gösterip onu fakir ediyor. Eskiden üç dört şeye mukabil yirmi şeye muhtaç eder. Bu ihtiyaçları karşılayabilen yalnız bir iki kişidir, geri kalanını fakir eder. Bu ihtiyaçları karşılayamayan bazılarını zulme, çalma ve hırsızlık gibi menhus şeylere meyleder. Hâlbuki İslam Medeniyet’inde, zekat ve sadaka gibi toplumun ihtiyaçlarını karşılayan hem de huzurlu bir ortama vesile olan bu esasları bırakıp; zenginleri zulme, fakirleri isyana sevk etmek umumun saadetini ve huzurunu bozar.

Şimdiki medeniyetteki nimetlerin ancak farkına varılarak beşer için olumlu bir şey yapılabilir. Üstad hz. o dönemde mesela radyonun bir nimet olduğunu ancak günün büyük bir bölümünü onu dinlemeye harcanırsa nimet olmaktan çıkıp kişiyi tembelliğe iter. Asıl vazifeyi unutturur. Bununla ilgili örnekler çoğaltılabilir.
Sonsuz ihtiyaç, meyli sefahat ve ölüm bu üç hastalık bu medeniyetin insanlarına karşı adeta cehennemi yaşatıyor. Üstat hz. eğer yakında kıyamet kopmazsa Kuran Medeniyet’i bu üç yarayı güzel bir şekilde nimete çevirecektir.

Meclisten biri dedi:”Neden şeriat bu medeniyeti” reddeder?

Dedim:”Çünkü beş menfi esas üzerine kurulmuştur. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise şe’ni tecavüzdür. Hedefi kast-ı menfaattir. O ise şe’ni tezahumdur(sıkıntı verme). Hayatta düsturu, cidaldir(kavga). O ise şe’ni tenazudur(kavgalaşma). Kitleler mabeynindeki rabıtası, ahari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir. O ise şe’ni müthiş tesadümdür(vuruşmak). Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci ve arzularını tatmin ve metalibini teslihdir. O heva ise şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete teslihdir. Bu medenilerin çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.”     

İşte bu yüzden bu Medeniyet-i Hazıra beşerin yüzde seksenini meşakkate ve şekavette atmış, hâlbuki medeniyet odur ki külle eksere saadet ola. Kuran ancak umumun lâakal, ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.

Yine üstat hz. “şeriat-ı garradaki medeniyet nasıldır?” sorusuna şeriat-ı muhammediye’nin(a.s.m) tazammun ettiği medeniyet, medeniyet-i hazıranın menfi esasları yerine müspet esaslarından çıkacaktır.

Batı Medeniyetinin ön plana çıkması ile ilgili olarak tarihe bakıldığında 13. Ve 14. Yüzyıllardan sonra geliştiği ve değiştiği görülmektedir. Çevreleri dağlar ve denizlerle çevrili olması onları meraka ve düşünmeye sevk etmiştir. Zaten merak etme düşünme ihtiyaçtan gelir. Ne zaman ki birbirlerine sarıldılar o zaman ilerleme kaydedip ön plana çıkmışlardır.

İslam medeniyeti eski zamandan bu zamana kadar her türlü ihtiyaca cevap verecek yapıdadır. Ne zaman ki dinden uzaklaşılmaya başlandı o zaman sorunlar baş göstermeye başladı. Üstat hz. bununla ilgili olarak İslamiyet’tekilerin aynı bir nokta-i istinada dayanması gerektiğini ancak bu şekilde muhabbet, uhuvet ve ilerlemenin olacağını ifade ediyor.

Tekrar biri sordu:

Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?
Dedim:

Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salât, savm, zekât. Zira yirmidört saattan yalnız bir saatı, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmidört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On'dan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik Oda bizden müterakim zekâtı aldı.

İkinci Avrupa Medeniyeti talebesi ile İslam Medeniyeti talebesini karşılaştırırken;

Hem senin şakirdin mütemerrittir. Kendi menfaati için şeytanın ayağını öpecek kadar alçaktır. Gayesi nefsi tatmin etmeye çalışan ve nefsinden başkasını tam manasıyla sevemeyen ve her şeyi nefsine feda eden birisi.

Amma Kuran’ın şakirdi tam bir abddir. Cenab-ı Hak’tan başkasına boynunu eğmez bir halim-i alihimmettir. Zayıftır ama sırtını Allah’a dayadığı için hiçbir şeyden korkmaz. Hem fakirdir ancak cenab-ı hakk ona ileride vereceği mükâfatlarla fakir-i müstağnidir