![Prof. Dr. Yasin ÇİÇEK](https://cdn.risalehaber.com/author/975_b.jpg)
Prof. Dr. Yasin ÇİÇEK
Haklı Şûra
İstişare; insanın kendisinin ve insanlığın faidesine olan konularda işin ehillerine danışarak düşüncelerinden ve fikirlerinden yararlanmaktır. Ayrıca işin ehillerinin biraraya gelerek bir konuda herkesin fikrini beyan ettikten sonra verilen karar mekanizmasının adıdır.
Haklı şûra, şeriata ve fıtrat kanunlarına uygun olmalıdır. Meşru olmayan ve insanlığın zararına olan konularda istişare edilmez. Mesela “hırsızlık nasıl daha iyi yapılır” konusunda meşveret yapılmaz. Yani kısacası şer'i olmalıdır.
İştişare evvela insanın iç aleminde başlar. Nefsindeki istibdadı yenemeyen haklı şûra yapamaz. Akıl, kalp, vicdan ve melaike bir olup nefis, kör hissiyat ve şeytana karşı galebe çalarak nefsin istibdadını kırmalıdır.
İç alemimizde akıl, kalp, vicdan ve melaike birlikte düşünerek şeriata uygun fikirler üretmelidir. Tefekkür etmelidir. Tefekkür ederek gafleti izale etmelidir.
Aksi taktirde nefiste başlayan istibdat dalga dalga aleme yayılır. Nefsinin kölesi olan hür değildir. Hür olmayan bir nefis başkasını da öyle zanneder. Nefsini ıslah edemeyen başkasıyla haklı istişâre yapamaz.
"Kırkbeş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedidini dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın kıt'aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeğe başlamışlar. Hem âyât-ı Kur'aniye, başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, "Aklına bak" der, "Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki, bu hakikatı bilesin" (Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye,25)
Kendisi düşünmeyen ve akıl etmeyen insan kendini yönetemez.
İslamiyetin hakkaniyetine ve alemde galebe çalmasına çeşitli kuvvetler sayılır bunlardan biri de insanın hürriyetidir.
"Üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer'iyedir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyl ve arzu ile cihazlanmış olmak." (Hutbe-i Şamiye,34)
"Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad." (Hutbe-i Şamiye,20)
Müslümanların altı hastalığından beşincisi istibdattır. Bu hastalık aynı zamanda İslamın alemde yayılmasına maniler arasında da sayılır.
"Yedinci Maniler: Bizdeki istibdad ve şeriatın muhalefetinden gelen sû'-i ahlâkımız mümanaat ediyordular. Bir şahıstaki münferid istibdad kuvveti şimdi zeval bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdadlarının otuz-kırk sene sonra zeval bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveranı ile ve sû'-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mani de zeval buluyor ve bulmağa başlamış. İnşâallah tam zeval bulacak." (Hutbe-i Şamiye,28)
İslamın alemde intişarına ise sekiz tane mani sayılır. Bunlardan biri de istibdad ve kötü ahlakımızdır.
İstibdad deyince hemen aklımıza devlet reisleri ve hükümetler gelir. İstibdad önce mütekebbir nefiste başlar. Buradan aleme yayılır. Ailede, okulda, iş yerinde, sınıfta, adliyede, siyasette, camide, medresede istibdad ve hakeza... Ailede büyümüş çocuklarımızın ve hanımımızın düşüncelerini soruyor muyuz? Onları dinliyor muyuz? Yoksa hep bizim dediğimiz mi oluyor?
Öğretmensek öğrencilerin fikirlerini soruyor muyuz? Patronsak hep bizim dediğimiz mi oluyor? Çevremize baktığımız zaman istibtad müslümanlar arasında çok yaygındır ama hiç birimiz de kabul etmiyoruz. Üzerimize almıyoruz. Biz anlatmakla ve akla kapı açmakla mükellefiz. Bunu da yaparken güzel bir şekilde yapmalıyız. Cenab-ı Hak firavuna bile yumuşaklıkla tebliğ edilmesini buyuruyor. Peygamberimiz (asm) risalet gelmeden önce güzel ahlakından dolayı seviliyordu. Ubudiyetinden sonra onu en fazla ön plana çıkaran güzel ahlakıdır.
"Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim." (İmam Malik, Muvatta, Hüsnül Hulk, 8)
"Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah'tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever." (Ali imran,159)
Cenab-ı Hak Peygamberimize (asm) iş konusunda müşavere edilmesini tavsiye ediyor. İlim sahiplerine sorulması emrediliyor. Demek ki bir konuda bilgi sahibi olanlarla istişare edilir.
"Senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun." (Enbiya,7)
"Evet bir hasta; tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal eder ise; akrabasına ta'ziye vermeye davet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir. Kezalik hakaik-i mahza ve mücerredat-ı sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta latîfe-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nuranî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir." (Muhakemat,18)
Yukardaki paragrafta belirtildiği gibi işin ehliyle müşavere etmek gerekir aksi taktirde zarar görürüz.
"Dördüncü Kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek; haksızlara, zalimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek. Yani hürriyet-i şer'iyenin esasları olan; müstebidlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir." (Hutbe-i Şamiye,35)
Kuvvetli iman sahipleri cüretkar, cesaretli ve ince anlayışlıdır. Müslüman zulmetmediği gibi zulmede karşı durur. Zayıf ve güçsüz insanlara tahakküm etmez. Tahakküm eden istişare etmez. Mütekebbir olanlarda müşavereye kapalıdır.
"Âlem-i İslâm'ın istikbalde terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir." (Tarihçe-i Hayat, 78)
Bu zamanda müslümanların geri kalmasının en büyük sebeplerinden biri de meşvereti terk etmesidir. "Ben bilirim, benim dediğim doğru, bu işi benden iyi kimse bilemez" gibi ben merkezli yaklaşımlar beşerin gelişmesindeki en önemli engellerdir.
"Halbuki taassub yerinde hak ve safsata yerinde bürhan ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse hak olan mezheb ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasılki zaman-ı saadette ve selef-i sâlihîn zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmaz idi. Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, inşâallah istikbalde bitamamihi hükümferma kuvvete bedel hak ve safsataya bedel bürhan ve tab'a bedel akıl ve hevaya bedel hüda ve taassuba bedel metanet ve garaza bedel hamiyet ve müyulat-ı nefsaniyeye bedel temayülat-ı ukûl ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır; karn-ı evvel ve sâni ve sâlis'teki gibi ve beşinci karn'a kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlub eylemiş idi.” (Muhakemat,37)
Bizim için örnek asır "asrı saadet dediğimiz" başta Peygamberimizin (asm) yaşadığı asırdır. Daha sonrada dört halife devridir. O asırdaki müminlere baktığımızda akıllarına takılan meseleleri sormalarıydı. Taklidi iman yerine tahkiki imana sahiptiler. Bürhana tabiydiler ve taassubi bir inanıştan uzak idiler. O asırda hükümferma hak ve bürhan ve akıl ve meşveret idi.
"Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor:Âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor. Diyor: اَفَلَا يَنْظُرُونَ ve فَانْظُرُوا ve اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ve اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ ve تَفَكَّرُوا ve مَا يَشْعُرُونَ ve يَعْقِلُونَ ve مَا يَعْقِلُونَ ve يَعْلَمُونَ ve فَاعْتَبِرُوا يَا اُولِى الْاَلْبَابِ Ben dahi derim: فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَبْصَارِ (Muhâkemat/34)
Ekser ayetlerin başlarında ve sonlarında vicdana havale ve akılla düşünmeye teşvik ederek zahirden hakikata geçmenin yolunu gösteriyor.
"Bakmazlar mı? (Gàşiye Sûresi, 17) Bakın! Gereği gibi düşünmezler mi? (Nisâ Sûresi,82.) Tezekkür etmez misiniz Tefekkür edin. Farkında değiller. Aklını kullanıyorlar. Akletmiyorlar. Onlar bilirler. Bundan ibret alın, ey akıl sahipleri! (Haşir Sûresi, 2) Bundan ibret alın, ey göz sahipleri!" gibi yukardaki ifadelerin mealleri akılla tefekkür etmenin önemini gösteriyor. Düşünen ve tefekkür eden sorma ihtiyacı hisseder. İlim sahiplerinin fikirlerinden istifade etme yoluna sevk eder.
"Evet nasılki eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.” (Hutbe-i Şamiye,35)
Hadislerde belirtildiği gibi ümmetin başı ile sonu birbirine çok benzeyecek. Peygamberimizden önce dünya ve arab yarımadası çok kötü durumdaydı. Aynı şekilde bu zamanda öyle. Belâgat o asırda çok önemliydi. Bu zamanda da ifade ve ikna gücü daha fazla ön plana çıkmaktadır. Herkese bir anda ulaşmak çok kolaylaşmış. Davasını isbat eden kazanıyor. Bu zaman da Kuran-ı Kerîm’in elmas bir kılıncı olan Risale-i Nuru okuyup, anlayıp ve anlatmak çok önem arz ediyor. Zorla kimseye bir şey kabul ettiremeyiz. Aklı ve aklı kullanma yöntemlerini çok iyi bir şekilde öğrenmemiz gerekir. Aklı teslime sevk edecek ve kalbi tatmin edecek izahlar gerekiyor. Yani kısacası ve işin özü dünyaya hakim olmanın yolu "hürriyet-i şer'iye ile meşveret-i meşruadır."
Hutbe-i Şamiye de geçen altıncı ilaç ile yazımızı sonlandıralım.
ALTINCI KELİME:
Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer'iyedir.
وَ اَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ âyet-i kerimesi, şûrayı esas olarak emrediyor. Evet nasılki nev'-i beşerdeki "telahuk-u efkâr" unvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünununun esası olduğu gibi; en büyük kıt'a olan Asya'nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.
Asya kıt'asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer'iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer'iyedir ki, o hürriyet-i şer'iye, âdâb-ı şer'iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer'iye, iki esası emreder:
اَنْ لَا يُذَلِّلَ وَ لَا يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لَا يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ لَا يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ
Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah'a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan başka- kendinize Rab yapmayınız!... Yani Allah'ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer'iye; Cenab-ı Hakk'ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hâssasıdır.
فَلْيَحْيَا الصِّدْقُ وَلَا عَاشَ الْيَاْسُ فَلْتَدُومِ الْمُحَبَّةُ وَلْتَقْوٰى الشُّورٰى وَالْمَلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰى وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى
Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. Şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda'ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn...
Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve Şark'ın, hususan Asya'nın, hususan İslâmiyet'in hayatı, terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?
Elcevab:
Nur'un Yirmibirinci Lem'a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı şûra ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden; üç elif, yüzonbir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd‑ü hakikî ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile; bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuât-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î, hususan dinsizlikle canavarlaşmış tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla; elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hacetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve nokta-i istimdad ile beraber, hayat-ı şahsiyesi ve insaniyesi dayandığı gibi; hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakâikından gelen şûra-yı şer'î ile yaşıyabilir. O düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol açar.” (Hutbe-i Şamiye 60-63)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.