Yayının her çeşidi sırren tenevverettir
Abdullah Yeğin ağabey ve Fevzi Allahverdi ile Risale-i Nur’daki konular üzerine bir sohbetin notları…
Röportaj: Dursun Sivri-RisaleHaber
Abdullah Yeğin ağabeyi Fevzi Allahverdi ile birlikte Ulus Hacı Bayram semtindeki AHİ Vakfına restore edilmiş mekanda dersanede ders okurken bulduk. Kastamonu Lahikasından Hoca Haşmet’in sualine, Feyzi ve Emin ağabeylerin naklettiği cevabı olan bölümü okudu. Ahir zamana dair hadislerin yorumunu yapan bazı hocalar gibi bugün de farklı yorumlar yapıyorlar. Ortaokul döneminden beri Üstad Bediüzzaman hazretlerinin yakınında bulunmuş ve el’an devam eden asırlık mânevi çınar saff-ı evvel Abdullah Yeğin ağabeyi görmüşken fırsat bulup bir iki sual sorduk.
Sonra sohbetin akışına göre memuriyet hakkında suallerimiz oldu. Zira Üstad memuriyete Münazarat’ta “Çingenelik” olarak tavsif ettiği bir ibare de vardı. Gerçi öğretmenler için işin ortası yok, ya minarenin doruğu ya da kuyunun dibi benzetmesini yapıyor. Dindar öğretmen ve aksi düşünceye sahip olanların talebelerin üzerindeki etkisini tarif etmek için. Diğer bir sualimiz de Beiüzzaman’ın kabri konusunda olmuştu. Tahiri Mutlu ağabeyin “ilânihaye gizli kalmayacak ileride Mevlâna nın kabri gibi yeri belli olacak” şeklindeki hatıra notlarını hatırlattık. Tahir abi ismi geçince öncelikle gayet nazik bir üslupla kendi mülâhazasını beyan ettiler.
Abdullah yeğin okuyor:
Azîz, Sadık, Muhterem Kardeşimiz Hoca Haşmet!
Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki: Evet bu zaman hem îman ve din için, hem hayat-ı içtimai ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i îmaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür.
Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, îmanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i dîniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mâna veriyorlar.
Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, âdeten kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî'nin (A.S.M.) cemaat-ı nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi'nin ve cemaatindeki şahs-ı mânevîde ancak içtima 'edebilir. Bu asırda, Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatına ve şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsine, hakaik-i îmaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fâtihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i îmanın îmanlarını kurtardığını kırkbinler adam şehadet eder.
Amma benim gibi âciz ve zaîf bir bîçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında, şahsımı medar-ı nazar etmemeli diyor ve size selâm ediyor. Biz de zâtınıza ve oradaki Risale-i Nur'la alâkadar olanlara selâm ediyoruz.
Risale-i Nur şakirdlerinden Emin, Feyzi, Kâmil…
HAYAT-I İÇTİMAİYEDE HİZMET EDENLER YAVAŞ YAVAŞ EHL-İ İMANDAN KİMSELER OLUYOR
Abdullah ağabey, bu anlamlı mektubun ardından size birkaç soru sorabilir miyiz?
Buyurun sorun… biliyorsak cevap veririz
Üstad üç mühim vazifeden bahsediyor. Hayat-ı içtimaiye ve şeriat, hukuku amme ve siyaset diğeri de hakaik-i imaniyeyi muhafaza… Bu mühim vazifelerden ilk ikisi için ehemmiyetli bir müceddidin lazım geldiğini beyan ediyor. Fakat bu iki vazifede de etkin bir müceddit bu zamanda gelemeyeceğine göre iman hakikatlerini beyan edecek olan Zatın diğer iki vazifeyi de şahs-ı manevi vasıtasıyla yerine getireceğini söylüyor. Bunu nasıl anlamlıyız?
Şimdi hayat-ı içtimaiyede hizmet edenler yavaş yavaş ehl-i imandan kimseler oluyor. Bu insanların bir çoğu Risale-i Nur okumuş kimseler. Onlar din namına, İslamiyet namına hangi hizmeti yapıyorlarsa yine hepsi Risale-i Nur hesabına yapılıyor. Şimdiki hayat-ı içtimaiyenin bu denli müsbet değişmesi Risale-i Nur’un bir meyvesi, bir kerametidir. Bir çoğu da bunun farkındadır…
ÜSTAD SİYASİLERE “SİZ İSLAM HALKINI ARKANIZA ALIN” DİYOR
Hayat-ı içtimaiye ile şeriatı birlikte zikrediyor Üstad hazretleri. Çünkü birbiriyle tamamen bağlantılı. Aynı şekilde hukuk-u amme ve siyaseti de bir kategoride değerlendiriyor…
Üstad bu mektupta soruyu soran şahsa çok güzel bir yanıt vermiş. O kişi müceddidi soruyor. Üstad ise Mehdi’yi anlatarak, bir nevi: “Senin o müceddidden beklediğini bu zamanda ancak Mehdi yapabilir” diyor. Hem imanı tecdid eden, hem hayat-ı içtimaiyeye bakan, hem de hukuk-u ammeye bakan vazifenin yerine getirilmesini, hepsini Risale-i Nur sağlıyor. Mesela Üstadın Muhakemat, Münazarat, Hutbe-i Şamiye gibi eski eserlerinin hepsi Risale-i Nur’un içinde mevcut. Şimdi hükümetten biri de onu okur, ona göre hareket ederse o vazifeler yerine gelmiş olur. Üstad Hazretleri “Siz İslam halkını arkanıza alın” diyor siyaset yapanlara. “Bu alem-i İslamın Türkiye’ye olan ihtilafı ortadan kalksın” diyor. Bunları ta en başından beri söylüyor ama daha yeni, şimdiki siyaset alem-i islamı arkasına aldı.
BAĞDAT PAKTI KURULDU DİYE ÜSTAD BAYRAM EDİYOR
O gün Menderes Irak’la, İran’la Bağdat paktı’nı kurdu diye, Üstad bayram ediyor. Üstad, “Benim hayatımda beklediğim buydu. Siz bu ırkçılığı kaldırdınız” diye onları hep tebrik ediyor. ”Alem-i İslama büyük bir kuvvettir bu” diyor. Demek şimdiki siyasete de düşen bu. Üstad, “Bu hükümet, bu millet, yakın bir gelecekte şerefini, haysiyetini, mefahir-i tarihiyesini ve mevcudiyetini Risale-i Nur’un ibrazıyla gösterecek” diyor. Şimdi bizim hükümetimiz, Diyanetimiz, gittiği bütün Arap ülkelerine: “Şu kitapları önce sen oku, sonra da gençliğine bastır ve okut” dese, bir okuyacaklar ki, “Allah Allah benim çocuğum da buna muhtaç, bütün alimlerim de buna muhtaç…” Şeriatla yönetilen ülkelere de gitse bunu duyacak, dünyadaki bütün ülkelere de gitse bunu duyacak. Mesela Hıristiyan ülkesine sorsa, “Kardeşim gençliğinizden memnun musunuz? Gençleriniz kiliseye devam ediyor mu? İstikbale nasıl bakıyorsunuz?” Cevabı yok. Çünkü mektebinde imansızlık okutuyor. İman yok, din yok…
İLERİDE GELECEK OLAN DA ZATEN NUR CEMAATİ
Bizimki dese, “Al şu kitabı bu sorunun temeli Allah’a inanmamaktan kaynaklanıyor.” Böylece hayat-ı içtimaiyeyi, hukuk-u ammeyi temin etmiş de olacaklar. Geçenlerde bir papaz itiraf etti, “Nur talebelerinin arasındaki uhuvveti biz Amerika’ya taşıyabilirsek Amerika’yı kurtarabiliriz. Yoksa biz batacağız.” Üstad hazretleri “ben şimdi bu iman hizmetini yapıyorum. O şahıs ileride gelecek” diyor. İleride gelecek olan da zaten Nur cemaati. Yine onun cemaati… Bazıları tutturmuş ileride gelecek, ileride… diye. Bu vazifeleri Risale-i Nur şimdi yapıyor zaten.
MEHDİ GELSİN DE NE YAPSIN? YAPACAĞI İŞ KALMADI Kİ
Aslında soru gelecek zat diye sorulduğu için, Üstad hazretleri de cevabında niçin “gelecek” kelimesini kullanıyor?
Fevzi Allahverdi: Bayram ağabey bazen bu konuyu sorar Üstad’a. Üstad hazretleri O’na “Üstad’ın varken hala gelecek diyorsun” diye cevap verir. Şimdi “Mehdi gelecek, ileride gelecek” deniyor. Mehdi gelsin de ne yapsın? Yapacağı iş kalmadı ki Risale-i Nurdan sonra. Eğer tarihi geri çevirip de, yeniden Osmanlı’nın yıkılışına dönersek, imansızlığın meslek haline geldiği yıllara… İmansızlığın iman olduğunu zannediyorlardı. Risale-i Nur onların kafasına vura vura imanı anlattı. En muarızları dahi imana getirdi. Dünyada bu böyle oldu. İman-ı külli… Rusya ne diyordu? “Ben Allah inancını değil ülkeden, dünyadan sileceğim.” Şimdi ne diyorlar? “Biz çöktük, yıkıldık. Memleketimizi de batırdık. Gelin caminizi de açın. Kilisenizi de açın.” Bunların hepsi Risale-i Nurlar sayesinde oldu işte.
Bazılarının iddia ettiği gibi, “Mehdi geldi, devlet idaresini eline alıyor” gibi şeyler mümkün olsaydı Üstad bu hakikatleri yazamazdı. Zamanı kalmazdı. Okurken bile şimdi koca bir külliyat…
EĞİTİM NOKTASINDA ÖYLE İNCELİKLER SUNUYOR Kİ
Şimdi Üstad İstanbul’a gelince Osmanlının kötü durumuna bakarak, bunun çaresini düşünüyor. Mesela eğitim noktasında öyle incelikler sunuyor ki, ben bir cümle okuyorum. Kafam çatlıyor yani. Eğitimde, ekonomide, rejimde, diyanette, siyasette, hepsinin hukukunu inceden inceye vazeden eserler bunlar. Mesela Üstad diyor ki, “Memurîn hakkıyla vazifesini îfa etse, memur olmayan ilcaât-ı zamana muvafık sa'yetse, sefahete vakit bulmayacaktır.” Şimdi neden insanlar sefahate vakit bulabiliyor? Sorusuna en güzel cevap bu. Çünkü akşama kadar oturuyor, vazifesini hakkıyla yerine getirmiyor. Risale-i Nur talebesi de değil ki Cevşen okusun, Kur’an okusun, Risale-i Nur okusun… Diğer tarafta Avrupa işsize para veriyor. Bu verilemez. Oturmakla para kazanıyorlar. Ya da; “Al sana bu işi yap ama mahsulünü ben alacağım” dese gene olur. Yani açıktan para vermektense, çalıştırıp karşılığını verebilir.
ÜSTAD EĞİTİMDE “TAKSİMÜL AMAL YAPIN” DİYOR
Başka bir örnek vereyim. Mesela eğitimde, “Allah kader-i ezelide her bir şahsı ayrı bir kabiliyetle yarattığından taksimül amal yapın” diyor. Şimdi Avrupa ne yapmaya çalışıyor? Çocuk yaştan bu insanın eğilimi ne tarafa diye bunu tespite çalışıyor. Meyli, zevki, keşfi, hangi tarafaysa eğitimde onu o tarafa yönlendiriyor. “Biz bunu yapmadık. Cehennem cehline muhatap olduk. Mazide bunu yaptık. İlim cennetine dahil olduk” diyor Üstad. Bakın eğitimde Avrupanın yıllarca inceleyerek bu gün ancak ulaşabildiği şeyi Üstad o zaman söylüyor. “Taksimül amal yapın” diyor. Çünkü Allah kaderi ezeli de herkesi ayrı bir kabiliyette yaratmış. Yani memleket meselelerine dair ne varsa hepsini yazmış, sorunları tesbit edip, çözüm yollarını göstermiş Üstad Hazretleri…
MEMUR OLMANIN ŞARTLARI
Abdullah Yeğin: Memur olmanın da üç şartı var;
Birincisi; mesleğini Risale-i Nura alet edecek, vasıta yapacak. Hem işini yapacak hem de etrafındaki insanlara Risale-i Nur’u tanıtacak veya hizmetinin şekline göre vesile olacak.
İkincisi: mesleğini pürüzsüz, eksiksiz, doğru-dürüst yapacak. Aldığı maaşı helal ettirecek şekilde çalışacak.
Üçüncüsü; Aldığı maaşı lüzumsuz yere harcamayacak. Yani israf etmeyecek.
Bu üçünü yapan memur olabilir.
Bunu yapmayan Nur talebesi çok zarar görür. Yani eline çok para geçiyor diye çocuğuna araba alıyor. Hanımına araba alıyor. Ben Avusturya da gördüm. Her evde iki, üç araba var. Her tarafta iki, üç katlı, bahçeli evler…
NEŞRİYATIN HER ÇEŞİDİ SIRRAN TENEVVERET…
Abdullah ağabey başta okuduğunuz mektubun sonunda Feyzi ve Emin ağabeyleri zikrettiniz. Tabi siz Üstadın zamanında yaşadınız. O günkü hizmet tarzıyla alakalı Feyzi ve Emin ağabeyler gibi talebelerle yaptığınız hizmetler ve o zamanın hizmet şartlarından biraz bahsedebilir misiniz?
Anlatacak çok şey var ama kardeşler hepsini Risale Haber’de yayınlayamazlar.
Bir ağabeyimiz “İnternet: Sırren tenevveret” diyor
Zaten Celcelutiye’de dahi buna önemli işaret ediyor: “sırran tenevveret.” Lem’alarda izah ediyor. Neşriyatın her çeşidi sırran tenevveret…
BEDİÜZZAMAN’IN CELCELUTİYE’DE OKUMADIĞI BÖLÜM
Peki Celcelutiye demişken bizzat size soralım. Üstad hazretleri Celcelutiye okurken, “Bir yer var okumuyorum, okusam bunların binini bir anda götürürürüm” diyor. O bölüm şu an mevcut mu?
O gibi şeylere pek benim aklım ermez. Ama bir yer varmış sanırım. Ben burayı okumuyorum dediği… Ama işte Üstadın mesleğinde bu yok. Dünyayı istemiyordu. Her zaman derdi: “Biz istihdam olunuyoruz. Allah (c.c) bizi çok mühim işlerde çalıştırıyor. Bizim haberimiz olmadan çalıştırılıyoruz. Ben bir kuru üzüm çubuğu gibiyim. Ben hizmetkarlıktan başka bir şeyi kabul etmiyorum.” Makam, mevki, nam, şöhret istemiyordu. Yani mezarının gizli olmasını vasiyet etmesinin sebebi de gene bu.
ÜSTADIN MEZARININ GİZLİ KALMASI İLÂNİHAYE Mİ OLACAK?
Tahir ağabeyle ilgili yazılan bir kitapta bu konu kendisine soruluyor. O da: “Olur mu kardeşim? Belli bir zaman sonra onun da Mevlana gibi türbesi olacak” diye cevaplıyor.
Tahir ağabeyin kim olduğu bellidir. Üstadın has talebelerindendir. Şimdi biz mezar ziyaretinin ne olduğunu bizzat gözümüzle Urfa’da gördük. Üstadımızı ziyarete gelenlere bakıyorsun, adam okuyor, üflüyor, oradaki çeşmeden akan suyla şerbet yapıp hastalarına içiriyor. Toprağını ceplerine koyup götürüyor. Şeker getiriyor evden mezarın üstüne bırakıyor. Biraz sonra alıp tekrar evine götürüyor. Sonra mezara karşı namaz mı kılınır? Şafii mezhebinde varmış. Düşünün, Üstad böyle ister mi? Bakın Suudi Arabistan’a neden mezarların hepsini dümdüz yapmış? Böyle Avrupa mezarlarına benzetmemiş.
Biz zat anlatmıştı. “Benim mezarımı çekiçlerle, taşlarla yapacaklar” demiş. Şimdi öyle mezarlar yapıyorlar ki çimentoyla beraber bina yapar gibi mezar yapıyorlar. Mısır’da kabirleri öyle bir yapmışlar ki. Fakir fukara hepsi mezarlıkta yatıp kalkıyor. Ev gibi yapmışlar… Yani İslamiyette mezarlığa kıymet vermek diye bir şey yok ki… Yani sağ kalanlara işaret olsun diye bir taş koyup, işte mezar burada demeye müsaade var.