Yeryüzünde bir dolaşın da yalanlayanların âkıbeti nasıl olmuş bakın!
Ayet meali
Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Nahl Sûresi 36-40. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
36-And olsun ki, her ümmet içinde: “Allah’a kulluk edin ve tâğuttan (Allah’ın yerine tutacağınız herşeyden) kaçının!” diye (kendilerine nasîhat etmesi için) bir peygamber gönderdik. Artık onlardan bir kısmını (hikmetine binâen kendi lütfuyla) Allah hidâyete erdirdi, bir kısmına da (inkârları yüzünden) dalâlet hak oldu. Öyleyse yeryüzünde bir dolaşın da (peygamberlerimizi) yalanlayanların âkıbeti nasıl olmuş bakın!
37-(Habîbim, yâ Muhammed!) Onların hidâyete ermelerine ne kadar hırs göstersen de, şübhesiz ki Allah, (hak ettiklerinden dolayı) dalâlete attığı kimseleri hidâyete erdirmez; onlar için hiçbir yardımcı da yoktur!
38-Hâlbuki (onlar): “Allah, ölen kimseyi diriltmez!” diye bütün güçleriyle Allah’a yemîn ettiler. Hayır! (Onlar diriltileceklerdir! Bu,) O’nun üzerine hak bir va‘ddir;(*) fakat insanların çoğu bilmezler.
39-(Diriltilecekler) ki, onlara hakkında ihtilâf eder oldukları şeyi açıklasın ve inkâr edenler kendilerinin gerçekten yalancı kimseler olduklarını bilsin(ler)!
40-Bir şeye sözümüz, onu(n olmasını) dilediğimizde, kendisine sâdece “Ol!” dememizdir ki (o da) hemen oluverir.(**)
(*)“Hiç mümkün müdür ki: Alîm-i Mutlak, Kadîr-i Mutlak (sonsuz ilim ve kudret sâhibi) olan şu masnûâtın Sâni‘i (san‘atlı varlıkları yapan san‘atkârı), bütün enbiyânın (peygamberlerin) tevâtürle (doğruluğu kesin olan bir çoklukla) haber verdikleri ve bütün sıddîkīn (kemâlâtta ileri giden sâdıkların) ve evliyânın icmâ‘ (fikir birliği) ile şehâdet ettikleri mükerrer (tekrarlı) va‘d ve vaîd-i İlâhîsini (Cenneti va‘d ve Cehennemle tehdîd etmesini) yerine getirmeyip, hâşâ acz ve cehlini göstersin? Hâlbûki va‘d ve vaîdinde bulunduğu emirler, kudretine hiç ağır gelmez. Pek hafif ve pek kolay. Geçmiş baharın hesabsız mevcûdâtını (varlıklarını), gelecek baharda kısmen aynen, kısmen mislen (benzeriyle) iâdesi kadar kolaydır.
Îfâ-yı va‘d (sözün yerine getirilmesi) ise, hem bize, hem herşeye, hem kendisine, hem saltanat-ı rubûbiyetine pek çok lâzımdır. Hulfü’l-va‘d (sözünde durmamak) ise, hem izzet-i iktidârına zıddır, hem ihâta-i ilmiyesine münâfîdir (ilminin kuşatıcılığına terstir). Zîrâ hulfü’l-va‘d, ya cehilden, ya acizden gelir.
Ey münkir (inkârcı)! Bilir misin ki: Küfür ve inkârın ile ne kadar ahmakça bir cinâyet işliyorsun ki, kendi yalancı vehmini, hezeyancı (saçmalayıcı) aklını, aldatıcı nefsini tasdîk edip, hiçbir vecihle hulf ve hilâfa (sözünden dönmeye) mecbûriyeti olmayan ve hiçbir vecihle hilâf, O’nun izzetine ve haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen şeyler ve işler, sıdkına (doğruluğuna) ve hakkāniyetine (hak olduğuna) şehâdet eden bir Zât’ı tekzîb ediyorsun (yalanlıyorsun)! Nihayetsiz küçüklük içinde, nihâyetsiz büyük cinâyet işliyorsun! Elbette, ebedî büyük cezâya müstehak olursun.” (Zülfikār, 10. Söz, 32)
(**)“Kādir-i Mutlak, o derece sühûlet (kolaylık) ve sür‘atle ve muâlecesiz ve mübâşeretsiz (dokunmadan ve hiç uğraştırmayacak bir kolaylıkla) eşyâyı halk eder (yaratır) ki, yalnız sırf bir emir ile îcâd eder gibi görünüyor, fehmediliyor (anlaşılıyor).” (Sözler, 14. Söz, 35)