Yüce Allah hakkında, neşe, sevinç, ferah, memnuniyet gibi isimler söyleyebilir miyiz?

Yüce Allah hakkında, neşe, sevinç, ferah, memnuniyet gibi isimler söyleyebilir miyiz?

"Allah merhametlidir.", dediğimiz gibi, "Allah neşelidir, memnundur." denilebilir mi?

Allah’ın isim ve sıfatları, Kur’an ve hadislerde belirtilmiştir. Neşe kelimesini çağrıştıracak bir isim ve sıfat söz konusu değildir. 

“En güzel isimler Allah’ındır, o halde bu isimlerle onu çağırın, ona dua edin. O’nun isimleri konusunda haktan sapanları terk edin. Onlar işledikleri suçun cezasını çekeceklerdir.”(A'raf, 7/180)

mealindeki ayetten alınacak önemli dersler vardır.

- Neşe, sevinç anlamına gelen ferah / ferahlık sözcüğü, hadislerde kullanılmıştır.

Hz. Abdullah b. Mesut anlatıyor; Hz. Peygamber (a.s.m.) şöyle buyurdu:

“Muhakkak ki, Allah’ın, mümin kulunun tövbesinden (tekrar geri gelip sonsuz rahmetinin kapısına sığınmasından) duyduğu sevinç, şöyle bir adamın duyduğu sevinçten çok daha fazladır: Üzerinde yiyecek ve içeceği bulunan devesi de yanında olan bir adam, hayat tehlikesi bulunan kurak bir çölde, biraz uyur. Uyandığında, devesinin kaybolduğunu görür. Aramaya koyulur, fakat bir ara öyle bir susar ki (takati kesilir). İçinden der ki: artık daha önce bulunduğum yerime dönüp, gelecek ölümü beklemek üzere uyuyayım! Derken, başını kolunun üzerine koyup ölümü beklemeye başlar. Uykudan uyandıktan sonra, üzerinde azığı, yiyecek ve içeceği bulunduğu hâlde, devesinin yanı başında durduğunu görür. İşte, Allah’ın, mümin kulunun tövbesinden duyduğu sevinç, bu adamın devesini ve azığını bulmaktan duyduğu sevinçten daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 3)

- Bu gibi manalar taşıyan kelimeler -sırf anlaşılsın diye- Allah hakkında kullanılmıştır. Ancak O'na ait isim ve sıfatlar asla mahlukata benzemez. Nasıl ki O'nun Zatı hiçbir şeye benzemez, isim, sıfat ve şuunatı da hiçbir şeye benzemez. Çünkü, mahlukattaki sevinç, neşe gibi hususlar, sonradan meydana gelen arızî ve hâdis şeylerdir ve bu manasıyla, Kadim, Ezelî olan Allah’ın değişmez sıfatlarına uygun düşmez. Örneğin neşe, bir insanın elde ettiği sevinçli bir durumun sonucudur. İçinde bulunduğu durum, arzusuna, keyfine uygun düşmüştür. Bunların zıddı ise, arzusunun hilafına olan, ıstıraplı durumlardır. Yani neşeli olan aynı zamanda kederli olur. Bunlar, Allah’ın makam-ı muallasına yakışmayan hususlardır.

Bu nedenle Allah’ın isimlerini kendine layık ve mukaddes olarak kabul etmek gerekir. Bu isimlerin varlığına inanırız, ancak keyfiyetini bilemeyiz. Bunun için On'a ait isimler, O'nun şanına layık, mukaddes ve ulvidirler. Nasıl ki Allah’ın merhametinin varlığını biliriz, ancak mahiyetini anlayamayız. Onun gibi, ferah, sevgi, neşe, memnuniyet gibi özelliklerinin varlığını anlasak bile, mahiyet ve keyfiyetlerini bilemeyiz.

Örneğin Cenâb-ı Hakk'ın rahmetindeki cemâl, merhametine muhtaç olanlara bakar. Merhametine erenlerin, özellikle Cennet-i Bâkiyede sonsuz rahmet ve şefkatinin her türüne mazhar olanların saadet, sevinç ve nîmetlenme derecelerine göre, o Zât-ı Rahmânü’r-Rahîmin, kendi zâtına lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık tabirlerle ifade edilmesi gereken ulvî, kudsî, güzel, yüksek ve nezih mânâları vardır. “Mukaddes bir lezzet, münezzeh bir ferâh, kudsî bir mesrûriyet” şeklinde tabir edilen bu nezih ve kudsî keyfiyetleri, bizce bilinen aşk, sevinç ve muhabbetten sonsuz derece daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes ve daha münezzehtir.

Konunun daha iyi anlaşılması için şu açıklamaları da faydalı görüyoruz:

Bir şeyin lezzeti, hüsnü, cemâli, benzer ve zıtlarından ziyade o güzelliğin, üzerinde görüldüğü şeylerle anlaşılır.

Meselâ: Kerem, güzel ve hoş bir sıfattır. Kerîm olan Zat, başka mükrimlere üstünlüğü cihetiyle aldığı nisbî lezzetten bin def'a daha hoş bir lezzeti, ikram ettiği adamların o lezzeti tatmaları ve gönüllerinin inşirahla coşmasıyla alır.

Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlûkların istirahatları derecesinde hakikî bir lezzet alır.

Meselâ: Bir annenin, evlâdının saadetlerinden ve istirahatlarından, şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki, onların rahatı için ruhunu fedâ edecek dereceye getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu civcivlerini himaye etmek için arslana saldırtır.

İşte, madem ulvî vasıflardaki hakikî lezzet, hüsün, saâdet ve kemâl; akran ve zıtlara bakmıyor. Aksine o vasıfların sergilendiği ve ilgili olduğu şeylere bakıyor. Elbette Hayy-ı Kayyûm ve Hannân-ı Mennân ve Rahîm-i Rahmân olan Zât-ı Zülcemâl ve Kemâl'in rahmetindeki cemâl ise, merhametine mazhar olanlara bakar. Onların, hususan ebedî cennetlerde, nihayetsiz ve sınırsız merhamet ve şefkatine mazhar olanların saâdetlerinin derecelerine, o nimetlerden aldıkları zevklere ve hoşnutluklarına göre o Zât-ı Rahmânu'r-Rahîm'in, kendine lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi -keyfiyeti bizce meçhul ve O'na lâyık bir sevgi diyebileceğimiz- ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. "Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye" tabir edilen tecellileri vardır ki, her birinin, kâinatta gördüğümüz, yaratılanlar arasında hissettiğimiz; aşk, ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde isbat etmişiz. O ma'nâların birer lem'asına bakmak istersen gelecek misallerin dürbünü ile bak:

Meselâ: Çok cömert, âlicenap, müşfik bir zât, güzel bir ziyafeti, gayet fakir, aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine doldurur, yükler ve teşhir eder. Kendi de üstünde beraber gider. O fukarânın verilen ziyafet karşısındaki minnet duyguları, o açların ziyafetten sonraki teşekkürleri, o muhtaç olanların memnuniyetlerini izhar etmeleri; ne derece o kerîm zâtı memnun eder ve sevindirir, onun ne kadar hoşuna gider, anlarsın.

İşte küçücük bir sofranın hakikî mâliki olmayan ve ancak bir dağıtım me'muru hükmünde olan bir insanın sevinci böyle ise, insanlık âlemini ve hayvanları, şu fezâ denizinde seyahat ettiren ve Rabbânî bir gemi olan koca zeminimizin üstüne bindirip, yeryüzünde hadsiz çeşitte yiyeceklere sahip bir sofrayı serip, bütün canlıları küçük bir kahvaltı nev'inde o ziyafete dâvet etmiştir. Bunun da ötesinde, gayet mükemmel ve her çeşit lezzetli yiyecekleri câmi, sermedî ve ebedî bekâ yurdunda; cennetleri, her birisini birer nimet sofrası ederek hadsiz lezzet ve lütufları toplar bir tarzda, ebedî bir zamanda, sayısız muhtaç, nihayetsiz müştak kullarına, asıl yemek için ziyafet açan bir Rahmân-ı Rahîm'e ait  -tâbirinden âciz olduğumuz- İlahî sevgiyi ve rahmetin neticelerini kıyas edebilirsin.

Hem meselâ: Mâhir ve san'atperver, maharetini göstermeyi seven bir usta; güzel, plâksız konuşan bir fonograf (radyo veya video) gibi bir âleti îcad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor. O âlet, sanatkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse, mucidi, o âletle ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider. Kendi kendine "Bârekallah" der.

İşte küçücük bir insan, yaratma gücü de olmadan, sırf basit san'atı ile, fonoğrafın (radyo veya videonun) güzel çalışmasıyla böyle memnun olursa, acaba bir Sâni-ı Zülcelâl, koca kâinatı, ilâhî bir orkestra, bir radyo veya video hükmünde îcad ettiği gibi, zemini ve zemin üzerindeki bütün canlıları ve bilhassa insanın başını öyle bir Rabbânî fonograf ve ilâhî bir orkestra tarzında yaratmış ki; beşer tekniği, o san'at karşısında hayretinden parmağını ısırır.

İşte bütün yaratılanlar, kendilerinden beklenen neticeleri, nihayet derecede ve gayet güzel bir surette gösterdiklerinden ve kendilerine has ibadetleri, hususî zikirleri ve belli dualar da denilebilen, yaratmaya mahsus emirlere karşı onların itaatları ve onlardan beklenen Rabbânî gâyelerin yerine getirilmesinden hasıl olan, iftihar, memnuniyet ve ferah tâbir edeceğimiz "maâni-i mukaddese ve şuûn-u münezzeh", o derece âli ve mukaddesdir ki; beşerin bütün aklı birleşip bir akıl olsa, yine özüne yetişemez ve ihâta edemez.

Hem meselâ; adâletperver, hakkı yerine getirmeyi sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten, mazlumların şükranlarından, zalimleri cezalandırmakla mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır.

İşte "Hâkim-i Mutlak ve Âdil-i bi'l-Hak ve Kahhâr-ı Zülcelâl", değil yalnız cinler ve insanlık âleminde belki bütün mevcudatta hakkı yerine getirmekten, yani; herşeye var olmanın hakkını ve hakk-ı hayatı vermekten ve vücut ve hayatını mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehşetli mevcutları, tecavüzlerden vazgeçirmekten, hususan mahşerde ve dâr-ı ahirette cin ve insan muhakemesinden başka bütün zihayata karşı büyük ilâhî adâletin ortaya çıkması, gelen "maâni-i mukaddese"yi kıyas edebilirsin.

İşte şu üç misal gibi, binbir Esmâ-i İlâhiyyenin herbirinde pek çok fazl ve kemâl ve güzellik mertebeleri bulunduğu gibi, pek çok sevgi mertebeleri, iftihar, izzet ve kibriya vardır. İşte bundandır ki: "Vedûd" ismine mazhar olan evliyanın uluları,

 "Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcutadın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki cezbe ve cazibe kanunları, muhabbettendir."

demişler. Onlardan birisi demiş:

"Felek mest, melek mest, yıldızlar mest, gökler mest. Bütün canlılar baştan başa mest. Bütün varlıkların zerreleri beraber ve iç içe mesttirler. "

Muhabbet-i İlâhiyyenin tecellisinde ve o muhabbet şarabından herkes istidadına göre mestdir. Malûmdur ki: Her kalb, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemâle muhabbet eder ve ulvî cemale meftun olur. Kendisiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zatlara dahi ihsan edeni daha çok sever, acaba, -yukarıda beyan ettiğimiz gibi- herbir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatiyle mes'ud eden ve binler kemalâtın menbaı, binler tabakat-ı cemâlin medârı, binbir güzel ismin sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbub-u Zülkemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, O'nun muhabbetiyle mest ve hayran olmaya lâyık bulunduğu anlaşılmaz mı?

İşte şu sırdandır ki: "Vedûd" ismine mazhar bir kısım evliya: "Cenneti istemiyoruz. İlâhî muhabbetin anlık bir parıltısı, ebeden bize kâfidir." demişler.

Hem ondandır ki; hadiste geldiği gibi:

"Cennette bir dakika Rabbimizin ilâhî cemâlinin görülmesi, cennetin bütün lezzetine tercih edilir."

İşte şu nihayetsiz sevgilerin kemâli, "Vâhidiyyet ve Ehadiyyet" dairesinde, Zât-ı Zülcelâl'in isimleriyle ve yarattıklarında hâsıl olur. Demek o daire haricinde var zannedilen kemalât, kemalât değildir. (bk. Nursi, Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.