Yuşa Lahikası

Burgaz Adasından Kalbime Dönerken

Yuşa Lahikası

Bir aşk kıssasının sırrını çözmek için Burgaz Adasındayım. Gökler kitabının şirazesi denizin kamçılarında duruyorum. Nasırlı yüreğime çarpan rüzgâr bana bir Barla Dağları serinliği veriyor. Dalgalar, Nuh’un gemisi gibi beni aşk tufanlarından kurtarmak için uzun yolculuklara çağırıyor. Bense öylece kumların üzerine oturmuş, ne yapmam gerektiğini, nereye gitmem gerektiğini düşünüyorum.

Uzun yolculuklara çıkacak gücüm yok. Yedeğime alacağım ekmeğim, suyum, tuzum yok. Elmam, armudum yok. Bir tüfek gibi omzuma asacağım şiirlerim, bir hançer gibi belimde taşıyacağım şarkılarım yok. Onun için düşlerimin yankısını kuma çizmeye çalışıyorum. Hayalimi kuma getirip, ruhuma kuma getiriyorum. Buradan, aşkın kum saatinden toprak aşırmaya çalışıyorum. Kalbim eleğe dönmüş, güneşi eliyor, eliyor. Zaman eriyip gidiyor köpük köpük, duman duman. Ardından anılarımın tozundan o saate kum koyuyorum. Sanki ruhum buharlaşıyor. Ruh göçü yaparak, bir anda iki bedende yaşamanın hayalini kuruyorum.

Güneş acı kırmızı rengiyle kendini örten ufukların ardına doğru toynağa kalkmış bir at misali ufuklara doğru koşuyor.

Denizin ufkunda, yalnızlığın kıyısında çırılçıplağım. Gecenin, ilerleyen bir düşün salıncağı olacağı umuduyla, ikindinin akşama devrini sabırsızlıkla bekliyorum. Güneşe yalnızlığımdan bir saat yapıyor, ikide bir, bir ikindi kadar yorgun ve soluk olan göğsüme, yüreğimin oralara bakıyorum.

Hiçbir at güneşin arabasını çekemiyor. Hiçbir yürek gerçek aşkın yükünü kaldıramıyor. Sanki ikindi, uzun bir koşudan dönen at gibi ufuklarda güneş diye duruyor. Şu ömrün sonbaharında, vaktin ikindisinde şu yüreğim kışa, akşama dönmek istiyor.

Arzuladığım şeye ulaşamazsam akşam bir ölüm meleği olup, beni örtecektir. Bunu bilerek tedbirli davranıyorum. Kumların üzerine şiirler yazıyor, şarkılarla bileyliyorum. Ölüm meleği ve aşk bir bela gibi gelince kendimi güzel şekilde savunmak istiyorum.

Bazen susuveriyorum; bazen susayıveriyorum. Sustukça şiirlere koşuyor, susadıkça denize dayanıp, içiyorum. Deniz beni emziriyor. Ağzım bir süt denizi oluyor.

Susadıkça ibrikteki suyun emilerek azalması gibi, zamanı kemire kemire hatıraların dudaklarından sızan köpüklerle vakti eritmeye çalışıyorum. Dalgaları ayağıma kadar çağırıyorum. Zaman buralarda bir bayrak gibi dalga dalga dalgalansın istiyorum. Dalgalar içimdeki açık denizde tutuldukları fırtınadan mıdır, bağ bıçağı misali bedenimi ve sersemliğimi biçiyor. Kesiliyor, kırılıyor, yarılıyor, yarılıyorum. Ama ikindiyi bir türlü yarılayamıyorum.

Aniden aklıma bir şey geliyor. Kumları bir bağ, ellerimi bir bıçak yapıp, kumsalda düşümdeki dünyayı, evimi kuruyorum. Kumlardan saraylar, denizanalarından sultanlar, denizkızlarından çocuklar, deniz kabuklarından padişahlar yapıyorum. Sonra deniz taşlarından Ferhat gibi dağlar, Mecnun gibi cinnetten cennete çıkılan bahçeler yapıyorum.

Gökyüzüne güneş yapmak gibi bir şey bunlar; biliyorum. Biraz sonra bir bulut gelip, güneşin önünü kapatabilir. Ya da güneş akşam olunca çekip gidebilir. Zaten “İşte tamam.”, derken sele serpe bir dalga ufacık ümidimi denizin dibine çekiyor; ben de kendimi içime çekiyorum.

Gece için ayırdığım azıcık azığı, umudumu Hasan Basri’nin seccadesi gibi denizin sofrasına seriyorum. Belki Rabia gibi seccade üstünde uçabilirim, diyorum.

Yeniden kumların üzerinde yeni bir dünya kurmanın heyecanına kapılıyorum. Defalarca aşka kapılan birisi için pek de zor olmuyor bu heyecana kapılmak.

Heyecanım artıkça artıyor. Düşlerim bir çığ, bir çığlık oluyor. Zamansa bir çığlık oluyor da, bir çığ olmuyor. Şöyle güneşten kendine bir kartopu yapıp, göklerde yuvarlana yuvarlana ufukların ardına doğru bir çığ misali akıp gitmiyor.

Yine de ben, düşlerimin yankısı olan dünyamı kurmaya devam ediyorum. Oysa hayal kurmak ne kadar kolaymış. Bir dünya kurmak ne kadar zor. Sevdiklerimizle bir bağ kurmak, onlara bir bağ, bir bahçe kurmak ne kadar zor. Şimdi güller deviniyor bir yerlerimde. Bağ bir bahçeye dönüyor. Bir bahçe oluyor her yanım. Güller açıyorum. Kendime denizde güllerden yollar açıyor, yürüyorum, yüzüyorum.

Aşk kıssamın kahramanı olan sen de dünyanı kurmak isterdin Barla Denizi kıyısında. Kitaplardan kaleler kurardın kumların üzerine. Her kum tanesi bir harf, her harf bir kitap, her kitap bir mesnevi olurdu. Mesnevi mesnevi dökülürdün denize.

Sen sık sık aşka gelir, Çam Dağına giderdin. Aşka geldikçe kendine gelirdin.

Senin ensar ruhlu Muhacir Hafız Ahmetlerin, çocuğunu bile senin için feda edebilen günümüzün Ebubekir’i (r.a.) Sıddık Süleymanların, kerameten verilen ekmeğin bile helalliğini araştıran Mübarek Süleymanların vardı.

Barla’daki evinin önündeki çınar ağacına ve Çam Dağındaki menziline zikirhaneler kuran Mustafa  Çavuşların, Nur Fabrikası sahibi Hüsrevlerin, senin için gül gül gözyaşları derleyen Gül Fabrikası sahibi Hafız Alilerin, kalbinin tercümanı Muallim Ahmet Galip gibi şair şakirtlerin, hayatının gayesi Risaleleri ilk önce kalbinde neşrettiğin Hulusilerin, Risalelerinin telifinde katiplik eden Şamlı Hafız Tevfiklerin,  aşrı aşrı memleketlere nurlu mektuplarını götüren Santral Sabrilerin vardı.

Görüyorsun ya ben yapayalnızım. Barla Sıddıkları olmadan, en çok da Mustafa Çavuş olmadan  nasıl kurarım kendime yepyeni bir dünya, nasıl çıkarım sonu sana çıkan yollara…

Şimdi, ya Barla’da Mustafa Çavuş’un olaydım; ya da Mustafa Çavuş yanımda olaydı. Şimdi şu yalancı dünyada Mustafa Çavuş olmak o kadar zor ki; Mustafa Çavuş yerine Mustafa Oral olmak o kadar acı ki… Neyse…

Ben sana ulaşmak istemiştim. Sense benden de öte bir şeye ulaşmak istemiştin. Ben denizde zamanı vurmak istemiştim. Sense zamanda beni ve ötesini. Seni zamanla anmak ne kadar kolaysa benim için, benim zamanın bir Bediüzzaman’ı olmam da o kadar zor.

Sızım sızım zamana dağılmışsın. Sana ulaşmak o kadar zor ki.

Sızım sızım ağlıyorum. Bana ulaşman o kadar kolay ki.

İşte, yine bende gözyaşları sürgün verecek bir dalga daha kum kalelerime doğru geliyor. Kumsalda kurduğum evler bir bir yıkılırken, içimde kaç dünya yıkılıyor bir bilsen.

Her ikindi vakti buraya, bu kıyıya geliyor, her yeni ikindiye elifle başlıyor, bitiremiyorum. Elif gibi dimdik ayakta durabilmek o kadar zor ki. Dimdik başlasam da, aynı şekilde bitiremiyorum. Kumdan temel, aşktan emel olmaz; biliyorum.

Ufuklar kanlanıyor. Rengini gecenin rengine devirmek üzere denizin hayal çizgilerinde. Akşam oluyor. Yıldızlar gökte duaya başlarken sana ulaşmalıyım. Dünyamı gemilerle taşımalıyım bir süt denizi olan göklerine.

“Yıldızlar gece büyürler. Yapayalnız kişilerin vefalı dostlarıdır onlar. Onlara ulaşmak zor olsa da, yıldızların aynasında insanın kendini seyretmesi mümkündür. Sen de yıldızların içinde ruhunu görene dek onların içinde kendini aramalısın. Sahabeler yıldızlar gibidir. Hangi birine tutunsan yolunu bulursun. Hafız Ali o sahabe ruhunu taşıyan bir yıldızdı. Ruhunu Hafız Ali’de ara.’, diyecek sesin akıntısına bırakıyorum kendimi.

Eskiden güneşli günlerden çok korkardım. Seni ararken gölgeler oluşacağını ve seni kaybedeceğimi zannederdim.

Sen  kırkbeş yaşında, ihtiyarlığının mebdeinde, inzivâ arzusuyla, İstanbul'un Boğaz tarafındaki Yûşâ Tepesinde, yalnızlıkla ruhun istirahat aramıştı. Birgün o yüksek tepede, ufuk dairesinde, etrafa bakmıştın. Gayet hazîn ve rikkatli bir levha-i zeval ve firâkı, ihtiyarlığın ihtarıyla görmüştün. Ömür ağacının kırk beşinci senesi olan kırk beşinci dalındaki yüksek makamından, hayatının aşağı tabakalarına nazar gezdirmiştin. Görmüştün ki, o aşağıda, herbir dalında, herbir senenin zarfında sevdiklerinden ve alâkadarlarından ve tanıştıklarından hadsiz cenazeler var. Ve o firak ve iftiraktan gelen gayet rikkatli bir mânevî teessürat içinde, Fuzûlî-i Bağdâdî gibi ayrılan  dostları düşünerek enîn edip,

Vaslını yâd eyledikçe ağlarım,

Tâ nefes varsa kuru cismimde feryad eylerim

diyerek bir teselli, bir nur, bir rica kapısını aramıştın. Birden, âhirete imân nuru imdada yetişmiş, hiç sönmez bir nur, hiç kırılmaz bir rica vermiş, huzura ermiştin.1960 askerî darbesinden önce çıktığın vedâ seyahatinde buraya da uğramış, Hz. Yûşâ’nın (a.s.) kabrini ziyaret etmiştin.

Ben akşam olunca güneşin emzirdiği yıldızların ışığıyla beraber Yuşa’daki evinin resmini kalbime asar, karşılıksız ve saf sevginin er-geç hedefine ulaşacağını umardım. Denizle karanın kesiştiği kum dağlarında, sanki ateşle oynadığım o anlarda, o anı durdurmak için yüreğimin alazını kumlardan denizlere doğru sürüklerdim.

Mavi bir geceye, sarı bir sonsuzluğu giden yolların yol ayrımı olan bu sahillerin ebedi bir dünyaya açılan kırma kapılar olduğu kesindi. Şimdi akşamın kapısını deniz tutmuş; ne de zor açılıyor.

Hatıraların kullanılmış eşya gibi atıldığı yer olan deniz yine de yeni hayatların çekirdeklerini taşıyor. Şimdi ise gelin arabasının önündeki bir çocuk gibi nazlı nazlı, bir gelin arabası kadar güzel güneşin önünde durmuş, ‘dur gitme yâr’ deyip duruyor.

Ama hayır. Artık güneş gidiyor elveda diyerek bütün renklere, bütün denizlere. Akşam oluyor. Artık ben gideceğim. Güneşin atına eğer vuruyorlar. Artık ben gideceğim.

İşte kayığımı hazırlıyorum. Yuşa’ya gidiyorum. Zamanı damla damla içmek, denizleri yara yara varmak istiyorum sana.

Zamanı denizle birlikte içime sığdırmanın bir yolunu arıyorum. Gözyaşlarımı çiçeklere boşaltıyorum. Hiçbir şey kalmıyor içimde. Her şeyimi terk ediyorum.

Dünyayı süregelen uykusundan uyandırıyorum. Kendimi kainâta, kainâtı kendime ayna yapıyorum. Bütün varlığın sırrını gözlerimde açığa çıkıyorum. Sırlarımı ifşa ediyorum. Dünyayı gözlerime, gözlerimi dünyama, dünyamı kalbime taşıyor, evimi yüreğime kuruyorum. Yuşa’yı ev, kalbimi kapı, gönlümü pencere yapıp, ‘bu ev senin, senin’ diyorum.

Aynaları evime çeviriyorum. Biliyorum ki sen içimde engin aşktan gizlenmişsin. Gizlerini yine yeniden tekrar be tekrar ifşa ediyorum.

İçinde yalnızlık taşıyan bir yolculukta insan sırlarını ifşa eder.

Şimdi insanı olgun kılan bir yalnızlık seferindeyim. Dalgaların “Çek git, Çek git...” diyen tesbihlerini işitiyorum.

Kumsaldaki dünyamın son kalıntılarını da dalgalarla yıkıyorum, yakıyorum, eritiyorum.

Dünyam buharlaşıp evime dönüyor.

Burgaz adasından kalbime, Yuşa Tepesine dönüyorum.

Kalbime döner dönmez Barla’ya gitmek istiyorum.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum