Yusuf, 'Beni memleketin hazînelerinin başına getir' dedi
Ayet meali
Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Yusuf Sûresi 50-57. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
50-(Elçi bu ta‘bîri anlatınca) bunun üzerine hükümdar: “Onu bana getirin!” dedi. Nihâyet elçi kendisine gelince, (Yûsuf, hakkındaki ittihâmı gidermek için bu da‘vete hemen icâbet etmedi ve ona) şöyle dedi: “Efendine dön de ona sor; ellerini kesen o kadınların maksadı ne imiş? (*) Şübhesiz ki Rabbim, onların hîlesini hakkıyla bilendir.”
51-(Mısır hükümdârı, o kadınlara:) “Yûsuf’un nefsinden murâd almak istediğiniz zaman zorunuz neydi?” dedi. (Onlar:) “Hâşâ! Allah için, biz onun hakkında hiçbir kötülük bilmiş değiliz!” dediler. Vezîrin karısı da dedi ki: “Şimdi hak ortaya çıktı! Onun nefsinden (asıl) ben murâd almak istemiştim. Ve şübhesiz o, gerçekten doğru söyleyenlerdendir!”
52-(Yûsuf dedi ki:) “Bu (iftirânın anlaşılmasını talebden maksadım), gerçekten benim kendisine gıyâbında hâinlik etmediğimi ve hâinlerin tuzağını kesinlikle Allah’ın muvaffakiyete erdirmeyeceğini (sizlerin de vezîrin de) bilmesi içindir.”
53-(Yûsuf dedi ki:) “Hâlbuki (ben) nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, dâimâ kötülüğü emredicidir; ancak Rabbimin merhamet ettiği (koruduğu kimse) müstesnâ. (**) Şübhesiz ki Rabbim, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.”
54-Hükümdar ise: “Onu bana getirin; kendime hâs (müşâvir) yapayım” dedi. Sonra onunla konuşunca: “Doğrusu sen bugün bizim yanımızda makam sâhibi emîn bir kimsesin!” dedi.
55-(Yûsuf:) “Beni memleketin hazînelerinin başına getir! Çünki ben iyi muhâfaza eden, (idâresini) iyi bilen bir kimseyim” dedi.
56-İşte böylece Yûsuf’a o yerde (Mısır’da) imkân (ve kudret) verdik. Oradan dilediği yerde oturuyordu. Rahmetimizi dilediğimiz kimseye nasîb ederiz ve iyilik edenlerin mükâfâtını zâyi‘ etmeyiz.
57-Âhiret mükâfâtı ise, îmân edip (günahlardan) sakınmakta olanlar için elbette daha hayırlıdır.
(*) Hazret-i Yûsuf (as) onca çilesine rağmen, yine de peygamberliğe lâyık bir nezâketle, vaktiyle evinde kaldığı Züleyhâ’nın hukūkuna riâyet etmiş ve onu rencîde etmemek için adını açıkça söylemeyip, ellerini kesen kadınları nazara vermişti.
Yûsuf (as) hapisten çıktıktan sonra, kocası ölen Züleyhâ ile evlenmiş ve ondan iki çocuğu olmuştur. Yûsuf (as)’ın, hanımına: “Bu, senin daha önce istediğinden daha hayırlı değil mi?” dediği rivâyet edilir. (Râzî, c. 9/18, 166)
(**) “Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm demiş: وَمآَ اُبَرِّئُ نَفْس۪ي اِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ [(Ben) nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, dâimâ kötülüğü emredicidir.] Evet nefsini beğenen ve nefsine i‘timâd eden (güvenen), bedbahttır (talihsizdir). Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. (...)
Fakat bazen olur ki, nefs-i emmâre (kötülüğü emredici nefis), ya levvâmeye (kendini çokça kınayan bir nefis mertebesine) veya mutmainneye (tatmîn olarak nefsinin fenâlıklarından kurtulmuş bir nefis mertebesine) inkılâb eder (döner); fakat silâhlarını ve cihâzâtını a‘sâba (sinirlere) devreder. A‘sâb ve damarlar ise, o vazîfeyi âhir ömre (ömrünün sonuna) kadar görür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü hâlde, onun âsârı (eserleri) yine görünür. Çok büyük asfiyâ ve evliyâ (Allah dostları) var ki, nüfûsları (nefisleri) mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ (şikâyet) etmişler. Kalbleri gāyet selîm ve münevver (nûrlanmış) iken, emrâz-ı kalbden (kalbî hastalıklardan) vâveylâ (feryâd) etmişler. İşte bu zâtlardaki, nefs-i emmâre değil, belki a‘sâba devredilen nefs-i emmârenin vazîfesidir. Maraz (hastalık) ise kalbî değil, belki maraz-ı hayâlîdir (hayâlî bir hastalıktır).” (Mektûbât, 26. Mektûb, 127-128)