Zafer AKGÜL
Şefkatin Büyülü Gücü-17
Yazının başlığını kendinize göre “Sevginin Büyülü Gücü” veya “İlginin Büyülü Gücü” veya “Dinlemenin” veya “İletişimin…” şeklinde değiştirebilirsiniz. Ben iki sebepten şefkati seçtim çünkü şefkatin içinde merhamet-acıma ile birlikte sevgi vardır. Ve şefkat karşılık beklemeksizin sevmeyi içinde barındırır. Eğer şefkat varsa ilgi, dinleme, anlama, empati vs. kavramları da beraberinde gelir.
Tıpkı doğruluk olunca güvenin, itimadın, huzurun ardından gelmesi gibi. Tıpkı yalancılık olunca sahtekarlığın, hilenin, şüphenin, güvensizliğin vs. ardı sıra gelmesi gibi. Hani derler ya “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” veya “Kişi dostunun dini üzerinedir.” Kavramlar ve tezahürleri de böyledir. Yalancılığın komşu ve arkadaş türleri yukarıda saydığımız biçimde hile, şüphe, güven kaybı hatta ihanet değil midir? Evrendeki her şey, kendi fıtratına uyanların çekim ve manyetik alan etkisine kapılır veya kendine çeker veya ona sığınır. Asıl Çekim Yasası dedikleri bu olsa gerek.
Şefkatin eğitimdeki gücü konusuna döneceğim. Yoksa laf lafı, kapı kapıyı açtıkça kavramlar dünyası bizi çok daha ötelere götürecek.
Evet şefkatin eğitimde-evde-okulda-iş yerinde büyülü bir gücü vardır. Dediğim gibi buna ilgi-sevgi-dinleme de diyebilirsiniz.
Bu konuda başımdan geçen hayli ilginç olaylar ve hatıralar var elbette. Bunların eğitimle ilgili olanlarını sizlerle paylaşmayı konumuzun anlaşılmasına katkısı olacağı kanaatiyle yazıyorum. İşte bunlardan biri:
Öğretmenlik yaparken bir keresinde şehrin en karışık, suç oranı en yüksek mahallesinde bir lisede görevlendirilmiştim. Hem okul öğrencisi hem veli, hem de çevredeki insan profili normalden farklıydı. Derslere ilgisizlik, başarı seviyesinin düşüklüğü, disiplin olaylarının çokluğu, devamsızlık oranının yüksekliği ve ekonomik yetersizlikteki hayat ortamının getirdiği asabilik; okul içi ve dışında sık sık çıkan kavgalar, doğrusu biz öğretmenleri ve idarecileri hayli yoruyordu.
Çoğumuzun bildiği gibi “Kötü çocuk-kötü öğrenci yoktur” görüşü gerçekten yerinde ve isabetli bir tesbittir.
Biz öğretmenler eğitim ve öğretim göreviyle birlikte koridorlarda-okul bahçesinde haftanın belirli günleri nöbetçi öğretmen sıfatıyla güvenlik görevlisi gibi çalıştırılırdık. Her öğretmen kendi mıntıkasından sorumluydu. Okulun ana giriş kapısının dışında da her akşam son ders zili çaldığında polisler, asayişi kollamak için öğrencilerin olaysız-kavgasız dağılıp evlerinin yolunu tutana kadar beklerlerdi. Çünkü hemen her iki günde bir paydos sonrası okula kaydı olmayan gençlerle okul öğrencileri arasında it dalaşı dediğimiz kavgalar olurdu.
Böyle nöbet günlerimden birindeydi. Nöbetçi olduğum 3.kat koridorunda teneffüse çıkmış öğrenciler arasında dolaşıyor, sınıfları kontrol ediyordum. Birden bir dalgalanma, bir hareketlenme gördüm. Sınıflardan birinin kapısı önünde itişme kakışma vardı. Hemen oraya doğru hızla yaklaştım. Meğer üç yabancı delikanlı okul duvarından gizlice atlayıp içeri dalmışlar ve hesaplaşmak için sınıfa baskın yapmışlardı. “N’oluyor burda?” diye bağırıp sınıfa girecektim ki üç yabancı genç sınıftan fırlayıp koridor ucundaki dar merdivenlere doğru koşmaya başladılar. Ben de hırsız-polis kovalamacası gibi peşlerine düştüm. Onlar çevik hareketlerle merdivenlerden döne döne arayı açarak kaçarken ben de basamakları ikişer üçer atlayarak okul içinde enselemek istiyordum. En arkadaki gencin boynunda uzun bir atkı vardı. O hareketlilik esnasında at kuyruğu gibi havada sallanıyordu. Bir hamleyle atkının ucunu tuttum ve delikanlı, boynundaki kementle zapt edilen at gibi durmak zorunda kaldı. Atkı boynuna dolanmış ve onu nefessiz bırakmıştı. Önden koşan diğer ikisi çoktan tornistan olmuştu. Daldaki üç kuştansa eldeki bir kuş daha iyidir meselince bu yakaladığım bana yeterliydi şimdilik, hem bu, diğer ikisini de getirirdi sonraları.
Delikanlı yakalanmış olmanın utancı içindeydi. Bayrağı indirilmiş, esir düşmüş gavur askeri gibi hüzünlüydü. Başına gelecekleri hızla aklından geçirmiş olacak ki gözleri korkudan kısık bakıyordu.
Onu müdür odası yerine öğretmenler odasına götürdüm. Çünkü bizzat dinlemeli ve ifadesini önce ben almalıydım. İkili sehpalardan birinin sandalyesine oturttum. Öğretmenler derslerine girmeye başladıklarından öğretmenler odası boşalıyordu. İkili görüşme için müsait bir mekandı.
Onun rahatça konuşması için güven vermek şarttı. Korku ve tehdit ortamında insan kendisi olamıyordu. Beden dili zaten olan biteni gösteriyordu. Oturduğu yerde yumulmuş, elleri birbirine kilitlenmiş, gözlerini benden kaçırmış halde ve pencereden dışarı bakarken aklı savunma mekanizması gereği kurgulamalarla meşgul pozisyondaydı.
“Çay içer misin” dedim. Beklemediği teklif karşısında şaşırmıştı. “Yok hocam, sağ olun” diye karşılık verdi. Bu insiyaki reddedişe rağmen diyafona basarak bodrum kattaki kantinden iki çay siparişi verdim. Çaylar gelene kadar tanışma faslına girdim. Delikanlı hala mütereddit halde ürkek tavırlarla kaçamak cevap verme aşamasındaydı. Çaylar geldi ve sohbete başladık. Herkesin muhakkak ki bir hikayesi vardır. “Kendini anlat! Seni tanımak istiyorum” dedim. “Hocam ben işe yaramaz, serserinin tekiyim, neyi anlatacağım ki?” diye cevap verdi. “Ne olursan ol, neticede insanız delikanlı. Seninle ortak yanlarımız daha çok” dedim. “Ben de delikanlılık dönemini yaşadım, benim de yanlışlarım ve doğrularım oldu. Ben de doğru bilerek hatalar yaptım. Her şeyin bir sebebi var. Düşün ki sarhoşlar bile “İçiyorsam sebebi var!” derler.” Bu sözlerim üzerine gülümsedi. Relaks hali geldi. Konuşmaya başladı.
“Bingöl Çobanları” şiirinde geçtiği gibi köyünden, koyunlardan, Suna’sından, ayrılıklardan, şehre göçten, sahipsizlikten, işsizlikten bahsetti. Konuştukça açıldı, açıldıkça konuştu. Özetle hayatın akışı içinde yuvarlanıp buralara kadar gelişini ortaya döktü. Elimden kaçmayı başaran iki arkadaşının da frekansına kapılarak olumsuz davranışlar, kabadayılıklar, sokak kavgalarına falan girmeler onu da önüne katıp sürüklemişti. Böyle bir yaşantı sonucu disipline verilmiş ve peş peşe aldığı okuldan uzaklaştırmalar sonucunda lise öğrenimini terk etmişti. -O yıllarda lise tahsili mecburi değildi ve açık öğretim sistemi de hem ilkel hem müşkilpesentti.- El arabasında balık satarak evin geçimine katkı sağladığını ekledi. Okula baskın yapma olayının da arkadaşının bir kız meselesi yüzünden vukua geldiğini itiraf etti.
Ben de gençlik yıllarında yapılan hataların bir ömre bedel sonuçları olacağını, bir anlık öfkenin yıllarca hapis cezasına mal olacağını, problemler karşısında tıkanmanın yeni krizlere ve yıkılışlara yol açacağını, her zaman ve zeminde olumlu yönlerin de bulunacağını, hiçbir gelişmenin dünyanın sonu sayılamayacağını falan söyledim.
O kız öğrenciyle empati kurarak kendisinin yerinde olsa aynı reddiyeyi yapacağını ve kendi kız kardeşi olsaydı olaya nasıl bakacağını hatırlattım.
Helal yollardan para kazanma çabasının, anne ve kardeşine babalık yapmaya çalışmasının her türlü takdirin üstünde olduğunu, Allah’ın indinde çok makbul amel sayıldığını ve toplumun bu tür insanlarla huzur duyacağını söyledim. Böylesi maceralara girerek içindeki cevheri söndürmenin akıllı bir tercih sayılamayacağını ifade ettim.
Delikanlının beni dinlerken gözleri dolmuştu. Şaşırmıştım, çünkü çok da duygusal bir konuşma yapmamıştım. Sözlerimi bitirdiğimde ellerime sarılıp “Hocam seni bana Allah rast getirdi. Allah ne muradın varsa versin. Bu yaşıma kadar hiç kimse sizin kadar beni adam yerine koyup bu kadar dikkatle ve merhametle dinlemedi. Bu kadar insan yerine koymadı. Ne ailem, ne çevrem ve ne de öğretmenlerim bana bu kadar insanca davranmadı. Size söz veriyorum nasihatlarınıza aynen uyacağım” deyince asıl şoku ben geçirdim. Zira yaptığım iş, herkesin özellikle her meslektaşımın yapması gereken gayet kolay ve külfetsiz bir işti. Sözlerinde samimiydi. Beden dilinden anlıyordum bunu. Samimi olmasa bile ona bir fırsat vermeliydim. Bir vicdan muhasebesi yapacaktı elbette.
Bu güne kadar bu delikanlıya şefkatle yaklaşılmış ve biraz olsun kendini ifade etmesine fırsat verilmiş olsaydı şimdi kim bilir nasıl farklı ve istikametli bir mukadderat içinde olacaktı. Onu okul kapısına kadar uğurlarken hem sevinçli hem de mükedderdim.
Bir iki geçtikten sonra bir teneffüs esnasında nöbetçi öğretmen, ziyaretçim olduğunu söyledi. Ziyaretçi kabul bölümüne gittiğimde delikanlının beni beklediğini gördüm. Hoş geldin, yapıp içeriye buyur ettim. Aniden ellerime sarıldı öpmek için. İzin vermeyip öptürmedim. Üzerine balık kokusu sinmişti. “Hocam zamanınızı almayayım. Dersiniz vardır. Benim de gitmem lazım. Bunu size getirdim, ikramım olsun” dedi. Uzattığı poşette temizlenmiş, dilimlenmiş sazan balığı vardı.
“Bunun için mi tezgahını terk edip buraya geldin? Niye zahmet ettin ki?” deyince “Hocam size canım feda. Estağfirullah zahmet değil benim için bir şereftir” dedi. “Kardeşim ben hediyelik işlere gelmem, bir şartla ki ücretini kabul edersen severek alırım” dedim. “Paradan bahsederseniz kırılırım hocam. Başka bir zaman bakarız!” der demez poşeti elime tutuşturup koşar adımlarla merdivenlerden inip gözden kayboldu. Elimde poşet, öyle kalakaldım. Doğrusu o da bana vefa, kadirşinaslık ve cömertlik dersi vermişti. Mahcup mahcup öğretmenler odasına girerken bu defa da benim gözlerim dolmuştu.
Sonraki günlerde ve aylarda okul çevresinde bir daha ne onu ne de tayfalarını göremedim. Belli ki bir değişim yaşamıştı. Temennim iyi ve doğru bir hayata yeniden başlamış olmasıydı. Her temenni aslında bir duadır. İnanıyorum ki yürekten yapılan dualar kabul olur.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.