Zafer AKGÜL
Yusuf’un Saati
(Öğretmenlik ve eğitim ile ilgili daha önce 17 yazım yayınlanmıştı burada. Muhakemat’taki Unsur-ül Belağat ve Kelime okulu seminerlerim dolayısıyla bir süre ara vermiştim bu tür yazılara. Fakat 24 Kasım Öğretmenler Günü dolayısıyla bir hatırlama babında aşağıdaki satırları yazdım. İnşallah faydalı olur.)
1993 yılında öğretmenliğimin 8. senesindeyken Güneydoğu Anadolu bölgesinde bir il merkezindeki İmam-Hatip Lisesinde görev yapıyordum. Bina yetersizliğinden sınıflarda 45-50 öğrenci eğitim alıyordu. Derslerine girdiğim sınıflara ait okuduğum sınav kağıtları 1000’den fazlaydı. O kadar kalabalık öğrenciye karşılık meslekçilerle beraber 65 öğretmendik ve her şeye yetmeye-yetişmeye çabalıyorduk.
Bir gün nöbetçi öğretmen olarak koridorlarda dolaşırken lise 3. sınıfta okuyan Yusuf isimli bir öğrencim mahcup bir edayla yanıma sokuldu. “Hocam sizden özel bir ricam olacak, müsaadeniz varsa” dedi.
Yusuf orta karar başarı düzeyinde ama sessiz ve terbiyeli bir çocuktu. Bildiğim kadarıyla okula iki sokak ilerde oturuyordu. İki göz odalı toprak damlı evlerinin bahçesinde bir hızar makinasıyla iş görülen derme çatma dükkanları vardı. Yusuf hem okuyor hem de arta kalan zamanlarda babasına marangozlukta yardım ediyordu.
“Hayırdır Yusuf? Seni dinliyorum” dedim duraksamadan. Bu sözümle Yusuf’un mütereddit hali gitmiş cesareti artmıştı. “Hocam, bana acilen 100 mark para lazım. Bir kaç ay içinde ödemek üzere borç verebilir misiniz?” diye gözlerimin içine baktı. Vakıa o zamanlar bir ev sahibi olurum düşüncesiyle yapı ortaklığına girmiştim ve maaşım tamamıyla oraya gidiyor ek ders ücretleriyle geçinmeye çalışıyordum. Okuldaki öğretmenlerin çoğu özellikle karı-koca çalışan çift maaşlı arkadaşlar da kendi aralarında altın günü/mark günü tertipleyip bir şeyler için birikim yapıyorlardı. Mark da Dolar da her gün kuruş kuruş artıyordu. Eldeki paranın erimemesi için millet adeta seferber olmuş döviz-altın biriktirerek gelecekteki planlarına yatırıyorlardı. Günlerine girecek gücüm yoktu. “Durumum böyle böyle, olsa da versem!” diyemezdim. Bunu bir öğretmen olarak gururuma yediremezdim. “Tamam Yusufçuğum bugün üzerimde yok yarın getirsem olur mu?” dediğimde gözleri sevinçle parladı “Tabii hocam olur, Allah razı olsun!” der demez uçar gibi sınıfına yönelip gözden kayboldu.
Okul çıkışı doğru çarşıya gittim ve bir esnaf arkadaştan 100 Mark borç aldım. Geciksem de para değer kaybetmeyecekti. Ertesi günü Yusuf, daha ilk teneffüste öğretmenler odasının kapısında heyecanla bekliyordu. Dışarı çıkıp koridorun kuytu bir köşesine kadar yürüdük. Etraftakilerin görmeyeceği şekilde parayı eline tutuşturdum. “Güle güle harca, inşallah işini görür” dedim ve ellerime sarılmasını beklemeden ayrıldım yanından.
Birkaç ay sonra bir gün Yusuf, okul bahçesinde karşıma dikildi. Bu defaki beden dili rahat ve kendinden emin tavırlıydı. Elini birden ceketimin cebine daldırdı. “Hocam Allah razı olsun, borcumu ödemek bugüne nasipmiş” deyince vaziyeti anladım. Benim parayı almayacağımı tahmin etmiş tedbiren böyle bir oldu bittiye getirmişti. Çünkü ben “Bir öğretmen öğrencisine verdiği bir şeyi geri almaz. Manevî baba yerindeyiz” felsefesini şiar edinmiş bir öğretmendim. Haliyle Yusuf’a “Almam, olmaz. Harçlık verdim say!” dediysem de o yine hızla uzaklaşmıştı bile.
Aradan yıllar geçti. Mesleğin gereği, hayatın akışı içinde başka başka okullarda görev yaparken bir gün telefonda sınıf arkadaşlarından biri Yusuf’un babasının vefat ettiğini, taziye için geleceksem beni evden alıp götüreceğini söyledi. Hemen kabul ettim. Yusuf’un dönem arkadaşlarının bir çoğu kendi memleketlerinde görev yapıyorlardı. Kimisi mühendis, kimisi tüccar, kimisi öğretmen olmuş kimisi de köyünde çiftçilikle uğraşıyordu. Zaman zaman bir araya geldiklerinde, pikniğe gittiklerinde beni de aralarında görmek isterlerdi. Müsait olduğumda katılır ve eski günleri yad ederdik.
Taziye yeri Yusuf’un baba evindeydi. Üç araba dolusu öğrenci arkadaşlarıyla baba evine gittiğimde avlu kalabalık olduğundan sokak içinde kenarlara yerleştirilmiş taburelere oturduk. Çay ikram edilirken Yusuf çıkageldi. Baş sağlığı dilekleri arasında arkadaşlarıyla kucaklaşmaya başladı. Yusuf serpilmiş, gürbüzleşmiş civan gibi olmuştu. Sıra bana geldiğinde şaşkınlıktan gözleri dondu kaldı. Sonra birden nasıl ellerime sarıldığını, nasıl öptüğünü, nasıl kucakladığını anlatamam. Yanyana oturduk. Güney illerinden birinde polis olarak çalıştığını yıllardır memlekete gelemediğini falan söyledi. Evlenmiş, bir çocuğu olmuştu. Doğrusu her öğrencimdeki gibi onun da bir meslek edinmesine sevinmiştim. Bir süre arkadaşlarıyla da havadan sudan konuştuktan sonra taziye için yeni gelenlere yer açmak için fazla oyalanmadan müsaade istedik.
Yusuf vedalaşma anında önümde durdu ve sol bileğini sıyırarak bana saatini gösterdi. “Hocam! Bu saati hatırlıyor musunuz?” diye sordu. Ben de arkadaşları da şaşırmıştık. Saat nerden icap etmişti şimdi? “Yusuf, saat ne alaka?” dedim. Bir an durakladı ve “Aaa hocam size bahsetmemiştim demek ki!” diye afalladı. “Hocam bu saate her baktığımda sizi hatırlarım. Çünkü bunu sizin sayenizde almıştım” deyince afallama sırası bize gelmişti. Her baktığında beni ona hatırlatan sır neydi, hepimiz merak içindeydik. Yusuf bizi tekrar oturttu ve çay istetti oradaki genç akrabalarından. Hepimiz Yusuf’un saatine odaklanmıştık. Çaylar geldiğinde Yusuf olayı anlatmaya başladı:
“Hocam öğrencinizken hani sizden 100 Mark borç istemiştim, hatırlardınız mı?” dedi.
Biraz düşündüm ve hatırlayınca “E tamam da saatin hikayesiyle ne ilgisi var, onu bilemedim” dedim. O devam etti.
“Hocam ben o yıllarda bir saatçi vitrininde bu saati gördüm ve adeta aşık oldum. Fiyatını sordum 100 Mark’tı. O kadar param yoktu. Rahmetli babamın yanında çalışıp harçlık alırdım ama o harçlıkla saatin parasını biriktirene kadar saat satılmış olacaktı. Saatçiden rica ettim bu saati benim için ayır, başkalarına satma üç güne kadar parayı bulup getireceğim, diye söz verdim. Aklıma gelen çare okuldaki öğretmenlerden ödünç para istemekti. Önce Fizikçi Taner hocaya gittim. Taner hocanın ekonomik durumu iyiydi, 100 Mark ona göre çok küçük bir paraydı. Ne var ki Taner hocam “Yusuf bu parayı ne yapacaksın? Hem sen öğrencisin, bir gelirin de yok nasıl ödeyeceksin?” diye karşılık verince ondan ümidi kesip meslekçilerden hali vakti yerinde Mustafa hocama başvurdum. O da “Yusuf ne alacaksın, nereye harcayacaksın, ne iş çeviriyorsun?” diye ahiret sualleri sorunca ondan da yüz geri döndüm. Öğretmenlerin güvensizliği moralimi bozmuştu. Saati alamama ihtimali de beni bayağı üzmüştü. Birden aklıma siz geldiniz. Size geldim ve borç istedim. Siz hiçbir sorgu-sual etmeden tereddütsüz tamam dediniz. Bana güvenmiştiniz. Beni bu güvenle onurlandırmıştınız. Parayı verdiğiniz gün soluğu saatçide almış ve rüyalarıma giren saati koluma taktığımda dünyalar benim olmuştu. Zafer hocam bu sevinci bana yaşattığınız için ve bana güvendiğiniz için size hep minnettar kaldım. İşte bu sebepten bu saate her baktığımda sizi hatırlarım” diye sözlerini bitirdi.
Öğretmenlik mesleğinin ne kadar uzun ve ince bir yol olduğuna dair bu olay, oradakilere de iyi bir ders olmuştu. Meslek hayatımda hatırladıkça kendimle onur duyduğum bu tür serencamlarla gönüllerde yaşamanın ne büyük bir bahtiyarlık, çabalarımıza karşılık ne büyük bir mükafat olduğunu ancak öğretmenler anlar diye düşünüyorum. Ve tüm öğretmen arkadaşlarıma başarılar diliyorum.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.