Metin KARABAŞOĞLU
Zaman cemaat zamanıdır
Bu başlığı ve altındaki ismi gören birçok dostumuzun ilk anda düşündükleri şey, sanırım, ‘şaka yapıyor olduğum’dur. Zira, bizi ‘cemaat’in yanında değil, karşısında görenler azımsanmayacak sayıdadır; ve birçok dostumuz, hakkımda ‘cemaatle arasının iyi olmadığı,’ ‘cemaate karşı olduğu’ türünden bir ‘enformasyon’a—daha doğrusu, ‘dezenformasyon’a—muhatap olmuşlardır. Dahası, bazıları açısından, bu satırların yazarını okuyor olmak dahi, ‘cemaatle sorun yaşama’ sebebi olabilmiştir.
Gelin görün ki, bu olan bitenlerin hiçbiri, yazıma başlık olarak seçtiğim ve üstadım Bediüzzaman’a ait olan söze dair kanaatimi değiştirmiyor. Zaman cemaat zamanıdır; ve ben hayatımın hiçbir döneminde aksini düşünmedim.
O halde, sorun ne peki? “Zaman cemaat zamanıdır” diye düşünen bir insan isem, ‘cemaatle aramın iyi olmadığı,’ ‘bir sorun yaşandığı’ türünden sözler neyin nesi?
Açıkça belirteyim ki, sorun, benim “Zaman cemaat zamanıdır” diye düşünmüyor olmamdan kaynaklanmıyor. Benim ve benzer durumdaki birçok dostun dile getirdiği, başka birçoklarının ise kalbinin derinliklerinde yahut dilinin altında saklayıp dilinin ucundan dışarı çıkarmadığı ‘cemaat’ gerçeği ile, bizim ‘cemaatle sorunlu’ olduğumuzu ileri sürenlerin ‘cemaat’ tasavvuru arasındaki farktan kaynaklanıyor.
Ve bu fark, öyle az-buz bir fark değil; bayağı büyük bir fark.
İşin burasında, Bediüzzaman’ın zihin dünyasında ve risalelerinde ‘cemaat’in neye tekabül ettiğini uzun uzadıya irdeleyecek değilim. Sevgili dostumuz Ömer Faruk Uysal’ın, Köprü dergisinin Yaz 98 sayısında çıkan “Hizmet Metodu Olarak Cemaat ve Cemiyet” başlıklı uzun makalesi okunduğunda, Bediüzzaman’ın ‘cemaat’ten kasdı ile Bediüzzaman’dan sonra ‘cemaat’ten kasdedilen arasındaki kayma kendini kolayca gösterecektir.
Uysal’ın Risale-i Nur içerisinde ciddi bir kelime taraması dahilinde gerçekleştirdiği bu araştırmasında irdelediği üzere, Bediüzzaman’ın ‘cemaat’i, yalnızca Risale-i Nur okuyanları ve hatta onların da belli bir kişiyi önder edinmiş belli bir grubunu değil; bir bütün olarak mü’minleri kapsamaktadır. Ömer Faruk Uysal’ın tesbit ettiği üzere, Bediüzzaman, cemaat derken, “Müslümanların din kardeşliği esasına dayalı olarak gerçekleştirdikleri ve katılmak zorunda oldukları birlik, beraberlik”i ve “Müslümanların büyük çoğunluğu”nu kasdetmektedir. Kendisi, “Tam bu noktada çok enteresan bir durumu ifade edelim” demektedir. O ‘enteresan durum’ ise şudur: Risale-i Nur’da ‘Nur Cemaati’ veya ‘Risale-i Nur Cemaati’ diye bir tabire biz rastlayamadık. Halbuki ‘Risale-i Nur dairesindeki şakirtler,’ ‘Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi, ‘Nur Talebeleri,’ ‘Risale-i Nur Şakirtleri,’ ‘Risale-i Nur Mesleği,’ ‘Risale-i Nur Hizmeti’ gibi tabirler sıkça kullanılmıştır. ‘Nur Cemaati’ tabiri kullanılmadığı halde, ‘İslâm cemaati tabiri kullanılmıştır: ‘Umum ehl-i iman dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade efradı bulunan bir mukaddes cemaat-i İslamiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs olmadığı...’ (Şualar, s. 238)”
Risale-i Nur içinde yaptığı taramadan hareketle, Uysal, şu sonuca ulaşmaktadır: “Özet olarak; Üstadın cemaat ve cemiyetle ilgili beyanlarından şu formülleri çıkarabiliriz: “Biz bir cemaatiz. Bu cemaat bütün ehl-i imandan müteşekkildir. Bu cemaat iç içe girmiş daireler halindedir. Nur hizmeti bu dairelerden biridir. ‘Risale-i Nur dairesindeki şakirtler’ de mütedahil dairelerden oluşur.”
Bu satırların yazarı, işte bu çerçevede, bir ‘cemaat adamı’dır; “Zaman cemaat zamanıdır” sözünün hakikatine yürekten inanmaktadır; Bediüzzaman’ın iki İhlas Risalesi’nin ilkinde bir ihlas ölçüsü olarak koyduğu “Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadesine taraftar olmak” sırrının hayata geçmesini de, bu ‘cemaat sırrı’nın tahakkuku açısından vazgeçilmez görmektedir; dolayısıyla, Bediüzzaman’ın miras bıraktığı bu geniş ‘cemaat’ tarifini önce ‘Risale-i Nur okuyanlar’a, ardından ‘Risale-i Nur’u da belli bir tarzda okuyanlar’a doğru daraltan ve kapatan bir ‘cemaat’ tasavvurunun Bediüzzaman’ın mirasıyla çeliştiği ve çatıştığı kanaatindedir.
Açıkçası, bir temsil dahilinde ifade edecek olursak, Bediüzzaman’ın tasavvurundaki ‘cemaat,’ suyu birbirine akan açık denizlerin birlikteliğidir. Karadeniz’in, Akdeniz’in, Marmara’nın, Ege’nin, Adriyatik denizinin ayrı ‘deniz’ler olmakla birlikte; suyu birbirine karışan, birbirine açık, birbiriyle alışverişi olan denizler olması gibi...
Bediüzzaman’ın tasavvurundaki ‘cemaat,’ bugün Risale-i Nur dairesi içinde nicelerinin zihnine ne yazık ki ve her nasılsa yerleşmiş ise, ‘deniz’ denilen şeyi kendinden ibaret gören ve hakikat-i halde başkalarına ‘kapalılığı’ dolayısıyla ‘deniz’likten çıkıp ‘göl’e dönüşen bir yapı değildir. Ki, denizler birbirinin suyunu paylaşır ve birbiri sayesinde derinleşip zenginleşirken, başka sulara kapalı göller, hariçten gelen kuvvetli bir tazyik, bir hararet karşısında buharlaşıp sığlaşma riskine her zaman maruzdurlar.
Zaten, işte bu bakımdan, “Zaman cemaat zamanıdır.”
Cemaat mânâsı bu şekilde alınmadığında, zaman içinde, buharlaşma, sığlaşma veya mineralce fakirleşme kaçınılmazdır. Hatta, bir küçük göl olarak Mogan gölüyle ilgili haberlerin gösterdiği üzere, oksijen yetersizliği yüzünden, içindeki balıkların bedenlerinin kıyıya vurması misali, tefekkür ve tahassüsün dumura uğraması da...
Ne mutlu o damlaya ki, “Zaman cemaat zamanıdır” diye bilir de, büyük de olsa bir ‘kapalı göl’e değil, küçük de olsa bir ‘açık deniz’e düşer. Marmara gibi küçük bir denizin içinde, Ege gibi büyük bir denizin, Ege üzerinden Akdeniz gibi çok daha büyük bir denizin, Akdeniz üzerinden Atlas Okyanusu gibi bir ummanın, Atlas okyanusu üzerinden de Büyük Okyanus’un ve bir bütün olarak o büyük ‘açık denizler cemaati’nin bir ferdi olur.
Sözün özü, zaman cemaat zamanıdır—aşiret zamanı değil!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.