2. Risale-i Nur ve Sanat Çalıştayı başlıyor
Risale Akademi tarafından organize edilen Risale-i Nur ve Sanat Çalıştay'ının ikincisi yapılacak
Ahmet Bilgi'nin haberi:
Risale Akademi tarafından Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatının 50. yılı münasebetiyle organize edilen Risale-i Nur ve Sanat Çalıştay'ının ikincisi yapılacak.
Çalıştay koordinatörü Mustafa Akça'nın verdiği bilgiye göre 24 Temmuz 2010 tarhinde Ankara'da düzenlenecek olan 2. çalıştayın konusu Unsur'ul-Belagat olarak belirlendi.
Bu konuda çalışma yapabileceklerin ve katkı sunacakların da katılabileceğini hatırlatan Akça, söz konusu çalışmaların [email protected] adresine iletişim bilgileri ile gönderilmesi halinde değerlendireleceğini söyledi.
22 Mayıs Cumartesi 2010 tarihinde yapılan “1. Risale-i Nur ve Sanat Çalıştayı”na bir çok uzman katılmıştı.
İLGİLİ HABERLER:
Risale-i Nur ve Sanat Çalıştayı...-FOTO |
1. Risale-i Nur ve Sanat Çalıştayı |
2. RİSALE-İ NUR VE SANAT ÇALIŞTAYINDA ELE ALINCAK KONU:
UNSURU'L-BELÂGAT
Birinci Mesele
Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın câzibesiyle A’cam, Araplara muhtelit olduklarından, Kelâm-ı Mudârî’nin melekesi denilen belâgat-ı Kur’âniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi; öyle de, Acemlerin ve acemîlerin belâgât-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden, fikrin mecrâ-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lâfza çevirmişlerdir. Şöyle ki:
Efkâr ve hissiyatın mecrâ-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantıkın üslûbu ise, müteselsil olan hakâike müteveccihtir. Hakâike giren fikirler ise, karşısında olan dekâik-ı mâhiyatta nâfizdirler. Dekâik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemmiddirler. Nizam ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn ü mücerred ise, mezâyâ ve letâif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır.
Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şair denilen bülbüllerin nağamâtıdır. Bülbüllerin nağamâtına âheng-i rûhanî veren ise, nazm-ı maânîdir.
Hal böyle iken, Araptan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi, lisan-ı millîsi de hissiyatının mâkesidir. Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir–lasiyyemâ Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa...
Bu sırra binaen, cereyan-ı efkâra mecrâ ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lâfız; mecrâ-yı tabiîsi olan nazm-ı mânâya mukabele ederek belâgatı müşevveş etmiştir.
Zira acemîler su-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lâfzın tertip ve tahsinine ve maâni-i lüğaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfâz, mecrâ olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha mûnis ve hevâm gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestâne nümayişlere daha müstaid bir zemin olduğundan, elfâza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir. Yani, ne kadar bir mesafe kat ederse, önlerine çok muşa’şa’ sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânide olan tegalgulden zihinlerini çevirip, elfâz arkasına koşup, dolaşıyorlar. Maânînin tasavvurlarından sonra elfâzın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfâz mânâya galebe etmekle istihdam ederek, “lafız, mânâya hizmet etmek” olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lâfızperest mutasallıfların san’atına kadar, yok, belki tasannularına, uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen, Harîrî gibi bir dahiye-i edebin Makâmât’ına gir, gör. O dâhiye-i edep nasıl hubb-u lâfza mağlûp olarak, lâfızperestlik hevesi o kıymettar edebini lekedar ettiği gibi, lâfızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için, o koca Abdülkâhir bu hastalığı tedavi etmek için Delâil-i İ’câz ve Esrarü’l-Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet, lâfızperestlik bir hastalıktır; fakat bilinmez ki hastalıktır.
Tenbih
Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, sûret-perestlik ve üslûb-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik, şimdi filcümle, ileride ifrat ile, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edip, edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.
Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla. Ve sûret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksûdun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlûbun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân ve şa’şaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat etmek şartıyla gerektir.
İkinci Mesele
Kelâmın hayatlanması ve neşvüneması, mânâların tecessümüyle ve cemâdâta nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mubâhaseyi içlerine atmaktır. Şöyle:
“Deveran” ile tabir olunan, vücutta ve ademde iki şeyin mukarenetiyle biri ötekisine illet ve me’haz ve menşe zannolunması olan itikad-ı örfî üzerine müesses olan mağlâta-i vehmiye üstüne mebnî olan, kuvve-i hayalden neş’et eden sihr-i beyanıyla, sehhar gibi cemâdâtı hayatlandırır, birbiriyle söyletir. İçlerine ya adaveti veya muhabbeti atar. Hem de mânâları tecessüm ettirir, hayat verir, içinde hararet-i gariziyeyi derc eder.
Eğer istersen, gürültülü menzil ıtlakına şâyeste olan bu beyte gir:
يُنَاجِنِى اْلاِخْلاَفُ مِنْ تَحْتِ مَطْلِهِ - وَتَخْتَصِمُ اْلاٰماَلُ وَالْيأْسُ فِى صَدْرِى
Yani, “Mumâtala-i hak perdesi altında hulfü’l-va’d benimle konuşuyor. Der: Aldanma! Onun için, sînemde ümitlerim yeis ile kavgaya başladılar; o mütezelzil hane olan sadrımı harap ediyorlar.” Göreceksin, nasıl şâir-i sâhir emel ve ye’si tecsim etmekle hayatlandırarak, nemmâm olan ihlâfın fitnesiyle bir muharebe ve muhasamayı temsil eyledi. Güya sinematoğraf gibi bu beyit senin aklına rüya görünüyor. Evet, bu sihr-i beyanî bir nevi tenvim eder.
Veyahut yerin yağmurla muâşaka ve şekvasını dinle. İşte:
تَشَكَّى اْلاَرْضُ غَيْبَتَهُ اِلَيْهِ - وَترْشُفُ مَائَهُ رَشْفَ الرُّضَابِ
Yani, yağmurun geç gelmesini ona teşekkî eder. Mahbubun ağız suyu gibi suyunu emer. Acaba yeri Mecnun, sehabı Leylâ hâletlerinde bu şiir sana tahyil etmiyor mu?
Tenbih
Bu şiiri güzel gösteren, içindeki hayalin hakikate bir derece müşabehetidir. Zira yağmur gecikse, sonra gelse, toprak vız vız gibi bir savtı çıkartarak suyunu çeker. Bu hali gören, geçliğine ve şiddet-i ihtiyacına intikal ettiğinden, meşhur deveranın sırrıyla ve tevehhümün tasarrufatıyla bir muâşaka ve mükâleme suretine ifrağ eder.
İşaret
Herbir hayalde bu çiznök gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır...
Üçüncü Mesele
Kelâmın elbise-i fahiresi veyahut cemâli ve sureti, üslûp iledir. Yani, kalıb-ı kelâm iledir. Şöyle ki:
Ya dikkat-i nazar veya tevaggul veya mübaşeret veya san’atın telâkkuhuyla hayalde tevellüd eden temayülâtın hususiyatından teşekkül eden suretlerden terekküp eden istiare-i temsiliyenin parçaları telâhuk ettiklerinden tenevvür ve teşerrüb ve teşekkül eden üslûp, kelâmın kalıbı olduğu gibi, cemâlin mâdeni ve hulel-i fâhirenin destgâhıdır. Güya aklın borazanı denilmeye şâyân olan irade, ses etmekle, kalbin karanlık köşelerinde yatan mânâlar çıplak, yalın ayak, baş açık olarak çıktıklarından, mahall-i suver olan hayale girerler. O hazinetü’l-hayalde buldukları sureti giyerler. En ekall bir yazmayı sarar. Veya bir pabucu giyer. Lâakal bir nişanla çıkar. Hiç olmazsa bir düğmeyle veya bir kelimeyle, kendinin nerede terbiye olduğunu gösterir.
Eğer bir kelâmın–fakat tabiattan çıkmış bir kelâmın–üslûbunda im’ân-ı nazar edersen, kendi san’atı içinde işleyen mütekellimi o âyine-misal üslûbun içinde göreceksin. Hattâ nefsini nefesinden ve sesinden, mahiyetini nefsinden (üfürmesinden) tevehhüm; ve mizaç ve san’atını kelâmıyla mümteziç tahayyül etsen, Hayâliyyun mezhebinde muâteb olmuyorsun. Eğer tereddütle senin hayalin, hastalığı var ise Kaside-i Bürde’den olan
وَاسْتَفْرِغِ الدَّمْعَ مِنْ عَيْنٍ قَدْ اِمْتَلَئَتْ - مِنَ الْمَحَارِمِ وَالْزَمْ حِمْيَةَ النَّدَمِ
olan bîmarhaneye git, gör: Nasıl Hakîm-i Busayrî, istifrağla ve nedametin perhiziyle sana reçete yazar! Eğer iştihanın açılmasıyla üslûp denilen hakikatin şişesindeki zülâl-i mânâ nasıl kendine muvafık ve nasıl imtizaç etmesini seyretmek ve o zülâli içmeye iştahın varsa, meyhaneye git ve de: “Ey meyhaneci, kelâm-ı belîğ nedir?” Elbette onun san’atı onu şöyle söylettirecek:
“Kelâm-ı beliğ, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran ve fehim denilen süzgeçle süzülen âb-ı hayat gibi bir mânâyı, zürefa denilen sâkiler döndürüp efkâr içer; esrarda temeşşî etmekle hissiyatı ihtizaza getiren kelâmdır.”
Eğer böyle sarhoşların sözlerinden hoşlanmıyorsan, suyun mühendisi olan hüdhüd-ü Süleyman’ın Sebe’den getirdiği nebe’ ve haberi dinle: Nasıl inzal-i Kur’ân ve ibdâ-ı semavat ve arz eden Zülcelâlin tavsifini etmiştir! Hüdhüd diyor: “Bir kavme rastgeldim. Zemin ve âsumandan mahfiyatı çıkaran Allah’a secde etmiyorlar...” Bak, evsaf-ı kemâliye içinde hüdhüdün hendesesine telvih eden, vasf-ı mezburu yalnız ihtiyar eyledi.
İşaret
Üslûptan muradım, kelâmın kalıbıdır ve suretidir. Başkalar başka diyorlar. Ve belâgatça faydası, kıssâtın tefârıkını ve perişan olan parçalarını iltiham ve bitiştirmektir. Tâ kaide-i “Bir şey sabit olursa levazımıyla sabittir” sırrıyla bir cüz’ü tahrik etmekle kıssâtın küllünü ihtizaza getirmektir. Güya mütekellim, üslûbun bir köşesini muhataba gösterse, muhatap kendi kendine velev bir derece karanlık olsa da tamamını görebilir.
Bak, nerede olursa olsun, “mübâreze” lâfzı, pencere gibi, meydan-ı harbi, içinde harp olarak sana gösterir. Evet, çok böyle kelimeler vardır. Hayalin sinematografisi denilse câizdir.
Tenbih
Üslûp merâtibi pek mütefâvittir. Bazan o kadar lâtif ve rakiktir ki, nesîm-i seherden daha âheste eser. Bazan o kadar gizli oluyor ki, bu zamanın harbinin diplomatlarının desâis-i harbiyelerinden daha mesturdur. Bir diplomatın kuvve-i şâmmesi lâzımdır, tâ istişmam edebilsin.
Ezcümle: Yâsin sûresinde 1 مَنْ يُحْىِ الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ şive-i ifadeden, Zemahşerî 2 مَنْ يَبْرُزُ اِلَى الْمَيْدَانِ üslûbunu istişmam etmiştir. Evet, insan isyanla Hâlıkın emrine karşı mânen müdafaa ve mübâreze eder.
Dördüncü Mesele
Kelâmın kuvvet ve kudreti ise, kelâmın kuyûdâtı birbirine cevap vermek ve keyfiyatı birbirine muavenet etmekle, umumen karınca kaderince, asıl garaza işaret ve herbiri parmağını maksat üzerine bırakmakla,
عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ - وَكُلٌّ اِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ düsturuna timsal olmaktır. Demek, kuyûdât zenav gibi veyahut dereler gibi, maksat ise ortalarından istimdad edici bir havuz gibi olmak gerektir.
Elhasıl: Zihnin şebekesi üstünde tersim olunan ve nazar-ı akıl ile alınan suret i garaz, müşevveş olmamak için, tecavüb ve teavün ve istimdad lâzımdır.
İşaret
Bu noktadan intizam neş’et etmekle tenasüp tevellüd edip hüsün ve cemâl parlar. Eğer istersen, Rabb-i İzzetin kelâmına teemmül et. Ezcümle:
Zerresi büyük bir taş kadar büyük olan azaptan tahvif ve insanı, kalâk ve tahammülsüz olduklarını göstermek için sevk edilen
وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ olan âyete bak. Nasıl ki, “şeyi zıddından in’ikâs ettirmek” olan kaide-i beyâniyeye binaen, tehvil ve tahvif için azabın bir parçasının derece-i tesirini göstermek istediğinden, kıllet olan esas-ı maksada, nasıl kelâmın her tarafı elini oraya uzatıp kuvvet veriyor. Şöyle:
اِنْ lâfzındaki teşkik ile tahfif; ve مَسَّتْ ’deki yalnız temas; ve نَفْحَةٌ maddesinde ve sîgasında ve tenkirindeki taklil ve tahkir; ve مِنْ’deki teb’iz; ve nekâle bedel عَذَابٌ zikrindeki tehvin; ve رَبِّكَ ’deki îmâ-i rahmet, umumen taklili göstermekle, azabı nihayet derecede ta’zîm ve tehvil eder. Zira azı böyle olursa, çoğundan Allah esirgesin!
Tenbih
Bu sana sermeşktir; yazabilirsen meşk et. Zira bütün âyât-ı Kur’âniye bu intizam ve tenasüp ve hüsne mazhardırlar. Fakat makasıd bazan mütedâhilen müteselsildir. Herbirinin tevabii ötekiyle mukarin olur, fakat muhtelit olmaz. Dikkat etmek gerektir. Zira nazar-ı sathî böyle yerlerde çok halt eder.
Beşinci Mesele
Kelâmın servet ve vüs’ati ise nasıl suret-i terkip, nefs-i maksadı gösterir. Öyle de müstetbeâtının telmihâtıyla ve esâlîbin işârâtıyla garazın levazım ve tevâbiini göstermek ve ihtizaza getirmektir. Zira telmih ve işaret ise, sakin olan hayâlâtı ihtizaza ve sâkit olan cevanibini söylettirmekle, kalblerin en uzak köşelerindeki istihsanı ve alkışlamayı tehyiç etmeye büyük bir esastır. Evet, telmih ve işaret ise, yolun etrafını temaşayla tenezzüh etmek içindir. Kast ve talep ve tasarruf için değildir. Demek, mütekellim onda mes’ul olmaz. Eğer istersen, bu beyitlerin içlerine gir. Bir derece seyre şayan noktalar vardır:
İşte çal olan atına binmiş, nazenin karşısında gençlenmek isteyen ihtiyar babanın sakalının içine bak, belâgatın çok anahtarlarını bulacaksın. Al, kapıları aç, işte
قَالَتْ كَبِرْتَ وَشِبْتَ قُلْتُ لَهَا - هٰذَا غُباَرُ وَقَايِعِ الدَّهْرِ
Yani, dedi: “İhtiyar oldun.” Dedim: “Değildir; belki mesâib-i dehrin gürültüsünden ayakları altından çıkıp sakalıma konmuş bir beyaz gubardır.”
Hem de,
وَلاَ يُرَوِّعْكِ اِيمَاضُ الْقَتِيرِ بِهِ - فَاِنَّ ذَاكَ اِبْتِسَامُ الَّرأْىِ وَاْلاَدَبِ
Yani, “Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zira nur-u mütecessim gibi dimağdan erimiş sakaldan mecrâ bulup kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür.”
Hem de,
وَعَيْنُكَ قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَبِيبَةٍ - فَلَمْ تَنْتَبِهْ اِلاَّ بِصُبْحِ مَشِيبٍ
Yani, “Gece gibi gençlikte gözün nevm-i gaflette dalmış, ancak subh-misal olan sakalın beyazıyla uyanabildi.”
Hem de,
وَكَأَنمَّاَ لَطَمَ الصَّباَحُ جَبِينَهُ - فَاقْتَصَّ مِنْهُ وَخَاضَ فِى اَحْشَاۤئِهِ
Yani, “Ciriti istemek yolunda, sabah, atımın yüzüne yed-i beyzâsıyla bir tokat vurdu. Atım dahi kısasını almak için tayyar olan subha erişti, yere vurdu, içinde dört ayağıyla gezindi. Demek atım çal’dır.”
Hem de,
كَأَنَّ قَلْبِى وُشَاحَاهَا اِذَا خَطَرَتْ - وَقَلْبَهَا قُلْبُهَا فِى الصَّمْتِ وَالْخَرَسِ
Yani, “Kalbim mâşukumun kemeri gibi hareket ve hışhış etmekte; onun kalbi ise onun bileziği gibi sükûn ve sükûttadır. Demek beli ince, bileği kalın olduğu gibi, kalbim müştak, onun kalbi müstağnîdir. Demek, hüsün ve aşkı ve istiğnayı ve iştiyakı bir taşla vurmuştur.”
Hem de,
وَاَلْقٰى بِصَحْرَاۤءِ الْغَبِيطِ بَعَاعَهُ - نُزُولَ الْيَمَانِىِّ ذِى الْعِيَابِ الْمُحَمَّلِ
Yani, “Tâcir-i Yemenî gibi yağmurdan gelen sel, yüklerini, eskallerini gabît sahrâsına attı. Nasıl ki bir tüccar akşamda bir köye gelse, gecede köylüler rengârenk eşyalarını satın alsalar; sabahleyin herkes bir renkle süslenmiş olduğu halde evinden çıkıyor. Hattâ köyün çobanı dahi kırmızı bir mendili bağlıyor. Öyle de, sel sahrâya yükünü attığı gibi, ticaret-i hafiyeye benzer imtizâcât-ı kimyeviyeyle çiçeklerin nazeninlerine güya rengârenk elbise alınır, dikilir. Hattâ çiçeklerin çobanı ıtlakına şayan olan kefne 1 başını kırmızılaştırıyor.”
Hem de,
غَارَ الْوَفَاءُ وَفَاضَ الْغَدْرُ وَانْفَرَجَتْ - مَسَافَةُ الْخُلْفِ بَيْنَ الْقَوْلِ وَالْعَمَلِ
Yani, “Vefa, gavr-ı in’idama çekildi. Tûfan-ı gadir feverana başladı. Kavl ve amel ortasında uzun bir mesafe açıldı.”
Uzağa gitmek istemiyorsan, bu makalenin bir parça mâkabline nazar et. Bu meseleye nümune olmak için çok parçaları bulacaksın. Ezcümle:
“Âyâtın delail-i i’câzının miftahı ve esrar-ı belâgatının keşşâfı yalnız belâgat-ı Arabiyedir. Felsefe-i Yunaniye değildir.”
Veyahut makale-i ûlâda olan mesele-i ûlânın hâtimesindeki işarete bak. İşte:
“Hilkat denilen şeriat-ı fıtriyye, meczup ve misafir olan küre-i arza farz etmiştir ki: Şemse iktida eden yıldızların safında durmak, şüzûz etmemek... Zira, zemin zevciyle beraber اَتَيْناَ طآئِعِينَ demişlerdir. Taat ise cemaatle daha ahsendir.”
Şimdi teemmül et. Bu misaller, karşı ve arkalarından öyle makamatı gösterir ki, arkalarından başka makamat hayal-meyal gibi başını çıkarıyor.
Altıncı Mesele
Kelâmın semeratı ise, tabakat-ı muhtelifede, suver-i muteaddidede teşekkül eden maânîdir. Şöyle:
Kimyaya âşinâ olanlara malûmdur. Bir maddeyi, meselâ altın gibi bir unsuru istihsal edildiği vakit, makine veya fabrikayla müteaddit borularla, muhtelif teressübâtıyla, mütenevvi teşekkülâtla, tabakât-ı mütefavitede geçer. En nihayet, ondan bir kısım tahassul eder. Kelâm denilen maâni-i mütefavitenin fotoğrafıyla alınmış muhtasar bir haritanın istiab ettiği gibi mefâhim-i mütefavitenin suret-i teşekkülü budur ki:
Tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyülât tevellüt eder. Ondan hevaî mânâlar bir derece aklın nazarına ilişmekle aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar halindeki mânâ bir kısmı tekâsüf etmekle, temâyülât ve tasavvurâtın bir kısmı müallâk kalıp, bir kısım dahi takattur ettiğinden, akıl ona rağbet gösterir. Sonra mâyi halindeki kısımdan bir kısım tasallüp ve tahassul ettiğinden, akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra o mütesallibten bir resm-i mahsus ile temessül ve tecellî ettiğinden, akıl onun kametine göre, bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir.
Demek, müteşahhıs olanı, kelâmın suret-i mahsusası içine alıyor. Ve tasallub etmeyeni fehvanın eline verir. Ve tahassul etmeyeni işaret ve keyfiyet-i kelâma yükler. Ve takattur etmeyeni kelâmın müstetbeâtına havale eder. Ve tebahhur etmeyeni üslûbun ihtizazatına ve kelâmla refakat eden mütekellimin etvarıyla rapteder. İşte bu silsilenin borularından ismin müsemmâsı ve fiilin mânâsı ve harfin medlûlü ve nazmın mazrufu ve heyetin mefhumu ve keyfiyatın mermuzu ve müstetbeatın müşarünileyhleri ve hitabı teşyi eden etvarın muharrikleri, hem de “Dâllün bil-ibare”nin maksudu ve “dâllün bi’l-işaret”in medlûlü ve “dâllün bi’l-fehvâ”nın mefhum-u kıyasîsi ve “dâll-bi’l-iktizâ”nın mânâ-yı zarurîsi ve daha başka mefahim, umumen bu silsilenin birer tabakasından in’ikad eder ve şu madenden çıkar. Eğer seyretmek istersen, kendi vicdanına bak, şu meratibi göreceksin. Şöyle:
Senin mahbubun, vaktâ gözünüzün penceresinden şua ve berk-i hüsnünü vicdanınıza ilka ederse, o aşk denilen nâr-ı mûkade birden yandırmaya başladığından, hissiyat iltihaba başlamakla, âmâl ve müyûlât dahi heyecana gelip birden o âmâller, üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdat istediklerinden, o hazinetü’l-hayalde safbeste-i hareket ve mahbubun mehasinini ellerinde tutmuş veyahut onun mehasinini hatıra getirmekle tasvir eden, başkasının mehasiniyle işbâ olunmuş olan hayalât ise o âmâlin imdadına koşarlar; beraber hücum edip hayalden lisana kadar inmekle beraber, zülâl-i visale olan meyli arkalarında ve firaktan olan teellümü sağda ve tâzim ve tedip ve iştiyakı sola, ve terahhum ve lûtfu iktiza eden mahbubun mehasinini önlerine, ve hediye olarak medihanın gerdanını ve senanın dürlerini ellerine almakla beraber, o
1اَلنَّارُ الْمُوقَدَةُ عَلَى اْلاَفْئِدَةِ ıtlakına şayan olan o ateşi söndürmek için zülâl-i visali celb eden tavsif-i bi’l-fezâil ile arz-ı hacet ederler.
İşte, bak, kaç tabakatta bildiğin mânâdan başka ne kadar maânî başlarını çıkarıp görünüyor. Eğer korkmuyorsan, İbn-i Farıd’ın veya Ebû Tayyib’in gözlerinden müthiş olan vicdanlarına bak. Ve vicdanın tercümanı olan
غَرَسْتُ بِاللَّحْظِ وَرْدًا فَوْقَ وَجْنَتِهَا - حَقٌّ لِطَرْفِىَ اَنْ يَجْنِى الَّذِى غَرَسَا
Hem de
فَلِلْعَيْنِ وَ اْلاَحْشآءِ اَوَّلَ هَلْ اَتٰى - تَلاَ عَائِدِى اْلآسِى وَثَالِثَ تَبَّتِ
Hem de
صَدُّ حَمَا ظَمَاىَ لُمَاكَ لِمَاذَا - وَهَوَاكَ قَلْبِى صَارَ مِنْهُ جُذَاذًا
Hem de
حُشَاىَ عَلٰى جَمْرٍ ذَكِىٍّ مِنَ الْغَضَا - وَعَيْناَىَ فِى رَوْضٍ مِنَ الْحُسْنِ تَرْتَعُ
gör ve dinle ki, çendan gözleri Cennette tenezzüh eder; fakat vicdanlarındaki Cehennem tazip eder. Öyle de, mehâsinine işaret ve istiğnasına remiz ve teellüm-ü firaka imâ ve şevke tasrih ve taleb-i visale telvih ve terahhumunu celb eden hüsnüne tansis etmekle beraber, hissiyatını tahrik eden heyet-i etvarıyla çok hayâlât-ı rakikayı göstermişlerdir.
İşaret
Nasıl bir hükûmetin intizamında, her memura istidadı nispetinde, vazife derecesinde, hizmet miktarınca ücret vermek lâzımdır. Öyle de, böyle meratib-i mütefaviteden ihtilât eden mânâlar ise, garaz-ı küllî olan mesûk-u lehü’l-kelâmın merkezine kurbiyet nispetinde ve maksuda hizmet derecesinde, herbirine inayet ve ihtimamda hisse ve nasiplerini taksim-i âdil ile tefrik etmek gerektir. Tâ ki o muâdeletle intizam ve o intizamdan tenasüp ve tenasüpten hüsn-ü vifak ve o hüsn-ü vifaktan hüsn-ü muâşeret ve o hüsn-ü muâşeretten kelâmın kemâline bir mizanü’t-ta’dil çıkabilsin. Yoksa vazifesi hizmetkârlık ve tabiatı çocukluk olanlar, büyük rütbeye girmekle tekebbür eder. Tekebbür etmekle tenasübünü bozup muâşereti teşviş eder. Demek, kuyûdât-ı kelâmın istidatlarını nazara almak gerektir.
Evet, herşeyi istidadı nispetinde terfi etmek lâzımdır. Zira görünüyor ki, göz, burun gibi bir âzâ ne kadar güzel olursa, hattâ altından olursa, haddinden büyük olduğu halde sureti çirkin eder.
Tenbih
Nasıl bazan en küçük bir nefer bir hizmete, meselâ düşman ordusuna keşf-i râze gider, müşir gidemez. Veyahut bir küçük talebe yaptığı işi büyük bir âlim yapamaz. Çünkü büyük adam herşeyde büyük olmak lâzım gelmez. Herkes kendi san’atında büyüktür. Kezalik, o maâni-i mütezahime içinde bazan bir küçük mânâ riyaset eder; o kıymettar oluyor. Zira onun vazifesi şimdi gelecek bir esbab ile ehemmiyetlidir.
Buna işaret eden ve kıymetine menar olan sarih hüküm ve lâzım-ı karîbinin adem-i salâhiyetidir ki, onun hatırası için irsal-i lâfız ve sevk-i hitap edilsin ve kelâm dahi postacılık etsin. Zira ya bedihî ve malûmdur, görünüyor; veyahut hafif ve zayıftır, asıl garazda ehemmiyeti yoktur. Veyahut onu hüsn-ü telâkki ve kabul edecek ve ona kulak verecek muhatap yoktur. Veyahut mütekellimin haline muvafakat ve tekellüme dâi olan arzuya hizmet edemez. Veyahut muhatabın şe’n ve haysiyetine imtizaç, istimzaç edemez. Veyahut kelâmın makamında ve müstetbeatın tevâbiinde ecnebî görünüyor. Veyahut garazın muhafazasına ve levazımın tedarikine müstaid değildir. Demek, her bir makamda bu esbablardan yalnız birinin sözü dinlenir. Fakat umumen ittihad etseler, kelâmı en yüksek tabakaya çıkartıyorlar.
Hâtime
Bazı maâni-i muallâka vardır ki, bir şekl-i muayyenesi ve bir vatan-ı hususiyesi yoktur. Müfettiş gibi herbir daireye girer. Bazı kendine hususî bir lâfız takıyor. Bu muallakâtın bir kısmı ise harfiye ve hevâiye gibidir. Başka kelime onu derûnuna çeker. Bazan bir cümleye, belki bir kıssate nüfuz eder. Ne vakit o cümleyi ezdirirsen, ruh gibi o mânâ takattur eder. Meselâ hasret ve iştiyak ve temeddüh ve teessüf, ilâ âhir gibi mânâlardır.
Yedinci Mesele
Belâgatın ukde-i hayatiyesi, tâbir-i diğerle beyanın felsefesi veyahut şiirin hikmeti ise, hariciyatın nevâmisi ve mekayisini temessül etmektir. Şöyle:
Hakâik-ı hâriciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve deveran tarikiyle ve vehmin tasarrufuyla şairane olan mâneviyat ve ahvalde yerleştirmektir. Demek âyine gibi hariçten in’ikâs eden hakikatin şualarını temessül eder. Güya kendi san’at-ı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve tabiatı taklit ve muhâkât eder.
Evet, kelâmda hakikat olmazsa da, en ekall şebih ve nizamından istimdat etmek ve onun danesi üzerinde sümbüllenmek gerektir. Fakat her danenin mahsus bir sümbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sümbüllenmez. Felsefe-i beyan nazara alınmazsa, belâgat hurâfât gibi, hayal gul gibi, sâmie hayretten başka bir fayda vermez.
İşaret
Felsefe-i beyaniyeye müşabih, nahvin dahi bir felsefesi vardır. O felsefe ise, vâzı’ın hikmetini beyan eder. Kütüb-ü nahivde mezkûr olan münâsebât-ı meşhûre üzerine müessestir. Meselâ bir mâmule iki âmil dâhil olmaz. Ve hel lâfzı fiili gördüğü gibi sabretmez, visal ister. Hem fail kuvvetlidir, kavî olan zammeyi kendine gasp eder. Mesele, hariç ve kâinatta carî olan kanunların birer aks-i misalîsidir.
Tenbih
Bu münasebât-ı nahviye ve sarfiye olan hikmet-i vâzı’ ise, felsefe-i beyan derecesinde olmazsa da, pek büyük bir kıymeti vardır. Ezcümle, istikra ile sabit olan ulûm-u nakliyeyi ulûm-u akliyenin suretlerine çeviriyor.
Sekizinci Mesele
Maâni-i beyâniyenin aşılaması ve telkihi ve mânâların becayiş ve inkılâpları, kelimenin mânâ-yı hakikîsi, ya garaz veyahut mânâ-yı muallakadan birisini teşerrüb ve içine cezb etmektir. Zira, içine girdiği vakit, sahibülbeyt olan hakikate ve esasa dönüyor. Ve asıl lâfzın sahibi olan mânâ ise, bir suret-i hayatiyeye dönüyor, ona medet verir. Ve müstetbeattan istimdat eder. Bu sırdandır ki, kelime i vahidenin maâni-i müteaddidesi oluyor. Ve becayiş ve telkihat bundan çıkar. Bu noktadan gaflet eden, büyük bir belâgatı kaybeder.
İşaret
Bir şey merkep ve binilmişse عَلٰى lâfzına müstahak olduğu gibi, zarf gibi içine aldığından, فِى lâfzını ister. تَجْرِى فِى الْبَحْرِ gibi. Hem de bir şey âlet olduğundan, بَاءْ lâfzını ister. صَعَدْتُ السَّطْحَ بِالسُّلَمِ gibi. Ve mekân ve merkep olduğundan, فِى ve عَلٰى lâfızları dahi ister. Hem de gaye olduğundan, اِلٰى ve حَتّٰى lâfızlarını ister. İllet ve zarf olduğundan, لاَمْ ve فِى lâfızları dahi ister.
وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا gibi. İşte sermeşk; sen de kıyas edebilirsen et.
Tenbih
Bu mütedâhil mânâların hangisi daha ziyade senin garazına temas eder; ve maksada sıla-i rahim vardır; ileriye sür ve izhar et. Bâkîleri ona teşyi edici yaptır. Yoksa, senin tarz-ı ifaden haşmet ve ziynet-i beyaniyeden çıplak olacaktır.
Dokuzuncu Mesele
İrade-i cüz’iyeyi ve tasavvur-u basiti âciz bırakan kelâmın yüksek tabakası şudur ki:
Mütedâhilen müteselsil olan makasıdın taaddüdü ve mütenasilen murtabıt olan metalibin teselsülü ve netice-i vahideyi tevlid eden asılların ictimâı ve herbiri ayrı ayrı semere veren fürû-u kesirenin istinbatına istidad veya tazammunu iledir. Şöyle ki:
Maksadü’l-makasıt olan en uzak ve yüksek hedef-i garazdan ayrılıp gelmekte olan maksatlar birbirine murtabıt ve birbirinin noksaniyetini tekmil ve komşuluk hakkını eda etmekle kelâma vüs’at ve azamet verir. Güya birini vaz’ etmekle öteki ve diğeri ve başkasını ve daha başkasını vaz’ eder. Ve sağ ve solda ve her cihetin nispetini gözetmekle birden o makasıdı, kelâmın kasr-ı müşeyyedesine kuruyor. Güya çok akılları kendi aklına muâvenet etmek için istiâre etmiş, istihdam ediyor. Sanki o mecmu-u makasıtta herbir maksat tesavir-i mütedâhileden müşterekün fîh bir cüzdür. Nasıl mütedâhil tasvirlerde siyah bir noktayı bir ressam koysa, o nokta birinin gözü, ötekisinin yüzünün hali, berikisinin burnunun deliği, başkasının ağzı olduğu gibi, kelâm-ı âlîde dahi öyle noktalar vardır.
İkinci nokta: Kıyas-ı mürekkeb ve müteşa’ab sırrıyla metalib tenasül edip teselsül etmektir. Güya mütekellim o metalibin beka ve tenasülünün bir tarih-i tabiîsine işaret eder. Meselâ, âlem güzeldir. Demek Sânii, Hakîmdir; abes yaratmaz, israf etmez, istidâdâtı mühmel bırakmaz. Demek, intizamı daima tekmil edecek. Ciğer-şikâf ve tahammülsûz ve emel öldürücü bütün kemâlâtı zîr-ü zeber eden hicran-ı ebedî olan ademi, insana musallat etmez. Demek, saâdet-i ebediye olacaktır. Üçüncü Makalenin İkinci Şehadetinin Mukaddemesinde nübüvvet-i mutlakanın mebhasinde, insanın hayvandan üçüncü cihet-i farkı, buna iyi bir misaldir.
Üçüncü nokta: Netice-i vahideyi tenâtüc eden usul-ü müteaddideyi cem ve zikretmektir. Zira herbir aslın yüksek neticeyle kasten ve bizzat irtibatı olmazsa, lâakal bir derece ihtizaza ve inkişafa getirir. Güya usûl denilen mezâhir ve âyinelerin ihtilâfıyla ve netice ve mütecellînin vahdetiyle maksadın tecerrüdüne ve ulviyetine ve hayat-ı âlem denilen deveran-ı umumî tesmiye olunan hayat-ı külliye ile yad edilen hakikatiyle kelâmın kuvve-i hayatiyesinin ittisaline işarettir. Üçüncü Makalenin âhirindeki Üçüncü Maksatta olan Birinci Maksat buna bir derece misaldir. Hem de Üçüncü Makalede Dördüncü Mesele ve meslekten olan işaret ve irşad ve tenbih ve muhakeme buna misaldir.
فَانْظُرْ اِلٰى كَلاَمِ الرَّحْمٰنِ الَّذِى عَلَّمَ الْقُرْاٰنُ فَبِاَىِّ اٰياَتِ رَبِّكَ لاَ تَتَجَلَّى هٰذِهِ الْحَقِيقَةُ فَوَيْلٌ حِينَئِذٍ لِلظَّاهِرِيِّـينَ الَّذِينَ يَحْمِلُونَ مَالاَ يَفْهَمُونَ عَلَى التَّكْرَارِ
Evet, Rabb-i İzzetin kelâmına dikkat edilse bu hakikat her yerde nur gibi parlar. Evet, nur gibi köşelerinde ve mekatı’larında ictimâ edip zülâl-i belâgat fışkırıyor. Nefrin o zahirperestlere ki, bu hakikatten gaflet edip tekrara hamlediyorlar!
Dördüncü nokta: Kelâmı öyle ifrağ etmek ve istidad vermektir ki, pek çok fürûların tohumlarını mutazammın ve pek çok ahkâma me’haz ve pek çok maânîye ve vücuh-u muhtelifeye delâlet etmektir. Güya bu istidadı tazammunla kelâmın kuvve-i nâmiyesinin kuvvetine telvih eder ve hasılatının kesretini gösterir. Sanki o fürû ve vücuhların mahşeri olan meselede cem eder, tâ ki mezaya ve mehasinini muvazenet edip herbir fer’i bir garaza sevk ve herbir vechi bir vazifeye tayin eder.
فَانْظُرْ اِلٰى قِصَّةِ مُوسٰى فَاِنَّهَا اَجْدٰى مِنْ تَفَارِيقِ الْعَصَا اَخَذَهَا الْقُرْاٰنُ بِيَدِهِ الْبَيْضَاءِ فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَياَنِ سَاجِدِينَ لِبَلاَغَتِهِ
Evet, kıssa-i Mûsâ meşhur darb-ı meseldeki tefariku’l-asâdan daha nâfidir. Nasıl o asa ne kadar parçalansa yine bir işe yarar. Kıssa-i Mûsâ dahi öyledir. Bu hâsiyetine binaendir ki, Kur’ân yed-i beyza-i mu’cizü’l-beyanıyla o kıssayı aldı ve suver-i müteaddidede gösterdi. Herbir ciheti hüsn-ü istimâl etti. Fenn-i beyanın seherâsı, belâgatına secde ber zemin-i hayret ve muhabbet ettiler.
Ey birader! Bu meselede olan hayal-meyal belâgat, bu esalib ile sana öyle bir şecereyi tersim eder ki, cesîm urûku müteşâbike, uzun boğumları mütenasika ve müteşaib, dalları müteanika, meyve ve semeratı mütenevvia olan bir şecere-i hakikat sana tasvir eder. Eğer istersen Altıncı Meseleye temaşa et. Zira çendan müşevveş ise, bir derece bu meselenin bir parçasına misal olabilir.
Tenbih ve İtizar
Ey birader! Bilirim ki şu makale sana gayet muğlâk görünüyor. Fakat ne çare mukaddemenin şe’ni icmal ve îcâzdır, kütüb-ü sâlisede sana tecellî edecektir.
Onuncu Mesele
Kelâmın selaseti ise: Bir derece hissiyattan tafralık ve iştibak etmemek; ve tabiatı taklit; ve harice temessül; ve mesîl-i garazda sedad; ve maksat ve müstekarrın temeyyüzüdür. Şöyle ki:
Kelâmda hissiyat da tamam olmadan çifte atmak, başkasıyla mezc etmek, selâsetini tağyir eder. Ve nizamsız iştibaktan tevakki ve maâni-i müteselsilede tederrüc lâzımdır.
Hem de san’at-ı hayaliyesiyle tabiata şakirtlik etmek gerektir. Tâ tabiatın kavanini onun san’atında in’ikâs edebilsin.
Hem de tasavvuratını öyle hariciyata muhâkî ve müşakil etmek lâzımdır. Farazâ tasavvuratı dimağdan kaçıp hariçte tecessüm etseler, hariç onları istilhak; ve neseplerini inkâr etmesin ve desin: “Onlar ben’im” veyahut “Keennehu” veyahut “Benim veledimdir.”
Hem de garazın mesîlinde ve kastın mecrasında teferruk etmemek için sedad etmek, çele-çepe temayül etmemektir. Tâ canipler garazın kuvvetini teşerrüb etmekle ehemmiyetsiz etmesin. Belki köşeler, tazammun ettikleri taravet ve letafetiyle zenav gibi garaza imdat ve kuvvet vermek gerektir.
Hem de kastın müstekarrı temeyyüz ve ağrazın mültekası taayyün etmek selâsetin selâmetine lâzımdır.
On Birinci Mesele
Beyanın selâmet ve sıhhati ise, hükmü, levazım ve mebâdisiyle ve âlât-ı müdafaasıyla ispat etmektir. Şöyle ki:
Bir hükmün levazımını ihlâl etmemek, rahatlığını bozmamak ve nazara almak ve mebadîsinden istimdad-ı hayat etmek için müracaat etmek ve hücum eden evhamın itirazatına mukabele edecek sual-i mukaddere cevap olan kuyudatıyla tekallüt etmek gerektir. Demek, kelâm meyvedar bir ağaçtır. Cinayet ve ictinadan himayet etmek için dikenleri ve süngüleri dizilmişler. Güya o kelâm, birçok münazaratın neticesi ve pek çok muhâkematın zübdesi olduğundan, gayet ulvî olarak evhamın şeyatîni, istirak-ı sem’ edemezler, eğri nazarla bakamazlar. Güya mütekellim altı cihetini nazara alıp etrafına bir sur çekmiştir. Yani, mevzu veyahut mahmulü takyid ile, veyahut tavsifle, veyahut başka cihetle vehmin hücumuna müsait noktalarda birer müdafi müheyya ederek, baştan aşağıya kadar mukadder suallere cevap hükmünde olan kuyudatıyla mücehhez etmektir.
Eğer buna misal istersen, şu kitap bitamamihî buna uzunca bir misaldir. Lâsiyyema, makale-i sâlise en parlak bir misaldir.
On İkinci Mesele
Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve hil’at-ı üslûbu tevzi ve giydirmektir. Hem de hikâyet de olursa, mütekellim kendini mahkiyyun anh yerinde farz etmek gerektir. Şöyle:
Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvîrinde ise mahkiyyun anh’a hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almakla taksiminde adalet ve üslûplarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ herbir maksat onun münasibinde olan üslûptan cilveger olabilsin. Zira üslûbun esasları üçtür:
Birincisi: Üslûb-u mücerrettir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddîn-i Tûsî’nin sade olan ma’raz-ı kelâmları gibi.
İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir’in Delâilü’l-İ’câz ve Esrarü’l-Belâga’sındaki müşa’şa ve parlak kelâmı gibi.
Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Sekkâkî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi. Veyahut şu kitabın mealindeki Arabiyyü’l-ibare, lâsiyyema makale-i sâlisedeki müşevveş, fakat muhkem parçaları gibi. Zira mevzuun ulviyeti, şu kitabı üslûb-u âlîye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san’atımın tesiri cüz’îdir.
(Muhakemat, Risale-i Nur Külliyatı'ndan)