Vehbi KARA
28 Şubat Darbecilerinin küstahlıkları ve yalanları
28 Şubat post modern darbesi yargılanıyor. Darbeciler tüm güçleri ile aynı Balyoz ve Ergenekon davasında olduğu gibi bu darbeyi de sulandırmak ve paçayı kurtarmak istiyorlar.
Mahkemede pek de masum görünüyorlar. Görsen “annesinin bir tanesi” şeker mi şeker tatlı mı tatlı Paşalar, oturmuş kendilerini savunuyorlar. Haksız yere darbecilikle suçlanıyorlarmış. Yaptıkları her şey kanunlara uygunmuş. Sevsinler sizi, ne tatlı şeysiniz öyle!...
Elbette kamuoyunda estirilen hava ve mahkemede sunulan fotoğraf bu. Peki gerçekler öyle mi?
28 Şubat 1997 darbesini yemiş birisi olarak bu olayları gerçek ve acı tarafları ile anlatmak boynumun borcudur. Yoksa ruz-i mahşerde mesul duruma düşmek ihtimali var. Bu hakikatleri söyleyelim ki yıllar sonra gelen nesiller bizi ayıplamasın, yüzümüze tükürmesin.
Evet 28 Şubat 1997 darbesi yargılanan paşaların ve medyanın bugün bize anlattıkları gibi değildir. Tarihte görülmemiş derecede zorbalık ve edepsizlik bu darbede yaşanmıştır. 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbeleri ile mukayese edildiğinde oldukça büyük farklılıkları görmek mümkündür. Zira önceki darbelerde mutlak hakim olan ordu yalana ve dalkavukluğa gerek duymadan apaçık darbe yapmışlar, yaptıkları edepsizlik ve hainliği gizlemeye gerek duymamışlardı. Ellerindeki silahı milletin alnına dayayıp “erkeksen çık karşıma” diyerek meydan okumuşlardı.
Fakat bin yıl süreceği iddiası ile yola çıkan 28 Şubat Darbecileri başka bir yol denemişlerdi. Apaçık silahı doğrultmak yerine medya, sendika, TÜSİAD ve benzeri sivil toplum örgütlerini ele almış bunları darbeye inandırmış inanmak istemeyenleri ise tehditle ve zorbalıkla yola getirmişlerdi. Bu konuda önem verdikleri en önemli kurum ise yargı idi. Yargı mensuplarını öbek öbek genelkurmay Karargahına davet edip brifing adı altında darbeye ısındırmış ve alıştırmışlardı.
Tabii 28 Şubat 1997 darbesinin alçakça ve münafıkane yapılmasında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in büyük rolü olmuştu. O devirde öylesine rol oynamıştı ki darbecileri her ortamda savunup onları koruyup kollamaktan utanmamıştı. Halbuki 12 Eylül 1980 darbesinin tokadını yemiş darbelerin ne fena bir şey olduğunu herkesten daha iyi bilen birisi idi. Toprağı bol olsun. Yanında Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’yı almış memleketin canına okumuştu. Bu Güven Erkaya denilen azılı din düşmanı amiral öylesine küstah idiki bir defasında başbakanlık konutundaki yemekte “burada rakı yok mu?” diyerek rezalet çıkarmış ne mal! olduğunu aleme ilan etmişti. Eee ne yaparsın böyle Cumhurbaşkanına böyle amiral yakışır. Boşuna dememişler böyle başa böyle traş…
Neyse 28 Şubat 1997 tarihindeki Milli Güvenlik Kurulu kararları ile önce canımız ciğerimiz silahlı kuvvetlerimize el attılar. Burada “irtica” adına ne varsa temizlemeye and içmişlerdi. İyi hoş da bunların irticacı askerler dediği insanlar işlerini başarı ile yapan vatanını sevip sayan vatan evlatları idi. Güzel bir bahane buldular. Başörtüsü, daha doğrusu türban. Hintlilerin başlık olarak kullandıkları türban denilen bir başa sarılan bez parçasını başörtüsü yerine kullanarak çarpıtma ve cerbezeye başladılar. Başörtüsü neyse idi de bu türban var ya işte bütün kötülüklerin anası buydu. Orduda eşi türbanlı olan ne kadar asker varsa hepsini temizlemekle işe başladılar.
Bende o tarihlerde deniz subayı olarak İstanbul Boğaz Komutanlığında görev yapıyor arkadaşlarıma “aman sakın ha nasıl tehdit ederlerse etsinler eşlerinizin başını açmayın, namazlarınızı terk etmeyin” diye telkinatta bulunuyordum. Hatta şu sözü o kadar çok söylemişimdir ki dilime pelesenk olmuştu:
“Rızkı veren Allah’tır, Allah bir kapıyı kapar bin kapıyı açar”. Şunları da söylüyordum; “Sakın bu din düşmanlarının sözlerini dinlemeyin. Bugün başörtüsünü açmanızı isterler yarın niçin alkollü içki içmedin diye sizi suçlarlar” vs. vs.
Öyle ki bir defasında denetleme esnasında bütün karargah komutanlarının gözü önünde Anadolu Feneri camisinde Cuma namazını kılmıştım. Kurmay Başkanı yol boyunca milletin içinde bana güya nasihat etmişti. Ben ne kadar akılsızmışım, bunca asker ordudan atılırken Cuma namazı da neymiş, falan filan.
Her ne ise… Rabbime şükürler olsun ki o gün söylediğim sözlerden dolayı mahcup olmadım. Özellikle eşlerinin başörtüsünden dolayı ordudan atılan, emekli edilen ve emekliliğe zorlanan on binlerce askere birilerinin inançlarından taviz vermemeleri gerektiğini söylemek gerekiyordu. Hamd olsun bunu fazlası ile yaptım.
1997 yılında yüksek Askeri şura kararları ile ordudan atıldım. Buna re’sen emekli kılıfı buldular. Düpedüz atılmıştık yahu, ne emeklisi. Silahımızı, kimliklerimizi ve dahi bütün askerlikle alakalı her şeyimize el koydular. Cascavlak ortada kalmıştık. Gerçi ben denizci olduğum için gemilerde çalışıp iş bulabilirdim lakin diğer arkadaşlarım ne yapsalardı? Belirli bir yaştan sonra iş kurmak ve çalışmak daha da zordu.
Bu arada Erbakan hükümeti halktan yoğun bir baskı görmeye başlamış benim gibi ordudan atılan yüzlerce askeri özellikle İstanbul Büyükşehir belediyesinde işe almak istemişti. Belediye Başkanı ise şimdiki Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan idi. Bana teklif geldi bende kabul ettim ve memur olarak işe başladım.
Bu arada ordudan henüz atılmayan askerlere “yıkılmadık ayaktayız” mesajı vermeye çalışıyor bizlere bakıp eşlerinin başlarını açmamaları için gayret ediyorduk. Hatta bir defasında ordudan atılan bir arkadaşımıza son model bir makam arabası bulmuş özel şöförü ile birlikte birliğine göndermiştik. Amacımız da bu arkadaşımız askerlikten ilişiğini keserken “işte bakın biz yıkılmadık hatta daha iyi şartlarda iş bulduk” mesajı vermeye çalışıyorduk.
İşte bu propaganda savaşı karşılıklı olarak devam ederken 28 Şubatçılar özellikle Cumhurbaşkanı-yargı ve hükümet aracılığı ile bizimle savaşa devam ettiler. Şimdi inkar edip “biz ordudan atılan askerlerle uğraşmadık” diyerek düpedüz yalan söylüyorlar.
Askerlik mert insanların işidir. Askerlikte yalana yer yoktur. Fakat bu 28 Şubat Darbeci paşaları yalan söylemekte bir beis görmüyorlar. 28 Şubat mahkemelerinde gözlerimizin içine baka baka “biz kimsenin ekmeği ile oynamadık” diyebiliyorlar.
İşte onların bu yalanını göstereyim. Halkımız da iyi bellesin. Nasıl yalan söylüyor utanmadan yaptıkları fenalıkları inkar ediyor bilsinler.
İşte biz İstanbul Belediyesinde çalışan askerleri işten atmak için her türlü yolu denediler. Defalarca müfettiş gönderip “bunlar ordudan atılmış adamlar, memur olarak çalışmaları caiz değildir” diye baskı yaptılar. Fakat Başkan Erdoğan bunlara karşı iyi direndi bizi onlara yem yapmadı. Lakin onu da şiir okudu diye görevden alıp hapse tıktılar. Sonrasında yerine gelen Ali Müfit Gürtuna darbecilerle işbirliğine girdi ve hepimizi bir solukta İstanbul Büyükşehir belediyesinden attılar. Biz yeniden işimizden olmuştuk. Bu “irtica” denilen başörtüsü ne büyük bir suçmuş ki inat edip direnenlere her türlü baskı uygulanıyordu.
Fakat biz de inadım inat diyerek direnmeye devam ediyorduk. Askeri Şura Kararları yargı denetimi dışında idi lakin Belediye başkanının kararları yargı denetimi dışında değildi ya. Hepimiz idare mahkemesinde dava açtık ve yıllar süren mahkeme sonucunda davamızı kazandık. İşte 28 Şubat Darbecilerinin yedikleri ilk darbe bu olmuştur. Fakat bu darbeciler aynı Güven Erkaya gibi inatçı idiler. Bakmayın şimdi süt dökmüş kedi gibi mahkemede mahcup tavırlarına. O yıllarda bize saldırıyorlardı.
Mahkemeye itiraz etmeleri için Belediyeye baskı yaptılar ve başarılı da oldular. Gürtuna darbecilere her türlü desteği vermişti. Danıştay’a itiraz etti ve Danıştay’da 30’dan fazla mahkeme kararını bozdu. Bize yeniden yol görünmüştü.
Gerçi bu kararlar benim için iyi oldu gidip gemilerde çalışmaya başladım kaptanlık yaparak daha iyi şartlarda para kazandım. Rabbim bir kapı kapatıp başka kapılar açmıştı. Zaten rızkı gönderen de odur. Sebepler hepsi imtihan sırrı için bir bahanedir.
İşte 19 yıl önce 28 Şubat 1997 sürecinde bu olayları yaşadık. Şimdi bu darbecilerin ciciş ciciş oturdukları sanık sandalyesinde masum göründüklerine bakmayın sakın! Bunlar öylesine azılı darbecilerdir ki vicdan denilen duygudan mahrum olduklarını benim gibi binlerce insanın ekmeği ile uğraşmalarından bilebilirsiniz. Güven Erkaya’dan başka diğer generaller de az küstah değildir. Zamanın İçişleri bakanını kadın olduğu halde “gelir kazığa oturturum” diye tehdit edecek kadar...
Ruz-i mahşerde bunların hepsi sorulacak. Eğer nedamet etmek o dehşetli günde bir parça rahat etmek istiyorlar ise yalanı bıraksınlar. Merdane suçlarını itiraf etsinler. Belki benim gibi onbinlerce asker ve milyonlarca Müslüman belki onlara acırız da işledikleri büyük günahlardan kurtulurlar. Unutmayın Allah, huzuruna ona ortak koşanları ve kul hakkı ile gelenleri affetmez…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.