Mehmet Ali KAYA
7. Avrasya İslam Şurası
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ev sahipliğini yaptığı “7. Avrasya İslam Şurası” 12 Mayıs 2009 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımı ile İstanbul’da başladı. 3 gün sürecek olan şuraya 42 İslam ülkesinden 80 din adamı katılmaktadır. 42 din adamının konuşma yapacağı şurada 8 farklı üniversiteden de akademisyenler çeşitli sunum yapmaları beklenmektedir.
Şura’da “dini binaların inşası ve onarımı, din eğitimi konuları ve ülkede karşılaşılan çeşitli sorunlara dini çözümler ele alınarak karara bağlanacağı ve sonuç bildirisinde bunların dile getirileceği” belirtilmektedir.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu dinin birleştirici özelliğine dikkat çekileceği, toplumsal huzurun kaynağı olması gerektiğini belirterek “Şuranın amacı, birbirimizi anlamak ve dinlemektir. Problemlerimize ortak akılla ortak çözümler üretmektir. Şuranın amacı birbirimizi yönlendirmek değildir” mesajını vererek zaten dinin insanları ve toplumları hayra ve iyiye yönlendirdiğine dikkat çekerek amaçlarının problemlere ortak çözümler üretmek olduğunu ifade etmiştir.
Basın toplantısında ayrıca Türkiye’nin çabaları ve gönderdiği din adamları ile Avrupa’da 3 bine yakın caminin yapılığını ve bunların bir kısmının da inşaat halinde olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Rusya Federasyonunda da din hizmetlerine ağırlık verdiklerinin altını çizmiştir. Faaliyetlerinde dini, tarihi ve kültürel mirasa sahip çıkarak köprü, okul, cami ve diğer kültürel mekânları ayağa kaldırmak için çalışmalar yaptıklarını anlatmıştır. Bütün bunlardan amaçlarının Avrasya coğrafyasında dinin birleştirici ve toplumsal huzurun kaynağı olan dini hayatı canlandırmak olduğunu ifade etmiştir.
Prof. Dr. Bardakoğlu Anadolu Müslümanlığının geçmişinde önemli yeri olan Ahmet Yesevi, Mevlâna, Yunus Emre gibi isimlerin Avrasya coğrafyasının yetiştirdiği ve kendi öz kaynaklarından beslendiğini anlatarak şuranın öncelikli hedeflerinin bilgi ve dini inanç kaynaklarının farkına varmak ve bunların envanterini çıkarmak olduğunu ifade etmiştir. Bardakoğlu dini konuda herkesin kendi başına buyruk olamayacağını, bunun zihinleri karıştıracağını, bunun için dini bilgilerin sağlıklı kaynaklardan sağlıklı şekilde üretilmesi gerektiğini belirterek şuraların buna hizmet edeceğini” ifade etmiştir. (http://www.haber7.com /haber/20090511/7-Avrasya-Islam-Surasi-basliyor.php)
**
Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun hasretini çektiği ve istediği “Doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e layık doğruluğu göstermek” için hayatını feda eden, “İmanın bir hakikatine binler ruhunu feda edeceğini” mahkemelerde ispat eden, “Bu sarık ancak bu başla beraber çıkar” diyerek en cebbar kumandanlara ve zalim reislere sünnet olan sarığı çıkarmayarak meydan okuyan, “Gerçek alim zalim hükümdara hak söz söyleyendir” hadisini kendisine şiar edinerek Rus Başkumandanına, Hurşit Paşaya ve idam için çıkartıldığı mahkeme reislerine ölümden korkmayarak gerçekleri haykıran ve inancının gereği olan hak ve hakikati müdafaa eden, bu sebeple hapisleri ve sürgünleri göze alan ve asla yılmayan, bunu bir dönem için değil hayatı boyunca yapmaya devam eden Bediüzzaman Said Nursi’nin de bu şurada temsil edilmesini ve hiç olmazsa Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun Ahmet Yesevi, Yunus Emre ve Mevlana’yı örnek gösterdiği ifadeleri arasında Bediüzzaman’a da vurgu yapmasını ister ve beklerdik…
Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakolu’nun da belirttiği gibi zamanımızda küresel problemlere ancak “Ortak Akıl Buluşmaları” ve “Şura Kararları” ile çözüm arandığı gerçeğini bundan yüz sene önce dile getiren Bediüzzaman Said Nursi olmuştur.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bundan yaklaşık yüz sene önce 1920 senesinde telif ettiği “Sünuhat” isimli eserinde Şura ile ilgili olarak şöyle der:
“Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu meşihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstanbul'un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyleyse, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimat edebilsin. Hem menba, hem mâkes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkıyla ifa edebilsin.
Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.
“Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı mânevî olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk eden noktalardan, sırat-ı müstakîme sevk edebilsin. Yoksa, fert dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye mâruz bırakıyor.
“Hattâ diyebiliriz, şimdiki zaaf-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaytlık ve içtihadattaki fevzâ, meşihatın zaafından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü, hariçte bir adam reyini, ferdiyete istinat eden meşihata karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûrâya istinat eden bir şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.
“Her müstaid, çendan içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düsturü'l-amel olur ki, bir nevi icmâ veya cumhurun tasdikine iktiran ede. Böyle bir şeyhülislâm mânen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı garrâda daima icmâ ve rey-i cumhur medâr-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevzâ-i ârâ için, böyle bir faysala lüzum-u kat'î vardır.
“Sadaret, meşihat, iki cenahdır. Şu devlet-i İslâmiyenin bu iki cenahı mütesâvi olmazsa, ileri gidilmez. Gidilse de, böyle bir medeniyet-i faside için mukaddesatından insilâh eder.
İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûrâya ihtiyaç şedittir. Merkez-i Hilâfette tesis olunmazsa, bizzarure başka yerde teşekkül edecektir. Bu şûranın bazı mukaddematı olan cemaat-i İslâmiye teşkilâtı ve evkafın meşihata ilhakı gibi umurun daha evvel tahakkuku münasip ise de, baştan başlansa, sonra mukaddemat ihzar edilse, yine maksat hasıl olur. Daire-i intihabiyeleri hem mahdut, hem muhtelit olan âyan ve mebusanın vazife-i resmiyeleri itibarıyla bilvasıta ve dolayısıyla bu işe tesiri olabilir. Halbuki vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmâyı deruhte edecek, hâlis İslâm bir şûra lâzımdır.” (Eski Said Dönemi Eserleri, Sünuhat, 2009, s. 485-487)
Bediüzzaman’ın bundan yüz sene önce özlemini çektiği “Şura” ihtiyacına cevap verecek şekilde Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun bu girişimini ve ev sahipliğini kutluyor, gelecekte daha kapsamlı ve daha güzel şuraların yapılmasını gönülden destekliyoruz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.