Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Ağır bir hiffet (Hafiflik)

Uzun televizyon seyretmesi yapamam. Daha doğrusu, televizyon seyrine ikinci iş olarak bakarım. Sırf seyir işini olumsuz bulurum. Bu ara sıra seyretmelerimde, beş on dakikamı da bazen maneviyattan uzak TV'lere, hanımın hışmına uğramayı göze alarak ayırırım. Çoğunda bir köy enstitüsü sevdası var. Sanki bu okulların kapatılmasıyla, Türkiye bir karanlığa girmiş; bunlar açılırsa, yeniden ışığa kavuşacakmış gibi bir hava veriliyor. 

Bunların derdini biraz anlayabiliyorum. Haksız sayılmazlar yani. Türkiye'de bütün sol zihinler, bu okullardan mezunların ektiği tohumlarla şekillenmiş; mâneviyata ve millî kimliklerine yabancılaşmışlardır. Üstad 50'li yılların başında, "Ekilen bu tohumlar ıslah olmazsa, tokatları dehşetli olacak." ikazını boşuna yapmıyor. Aynen öyle oldu. Bu fakir milletin serveti ile yapılan başta Tariş, bir sürü tesis tahrip edildi. Birkısmı da tahrip edilmek istendi. Nesiller heba oldu ve zihinler dışa bağımlı hale getirildi. Sözde, "özgürlük, bağımsızlık" gibi parlak söz ve sloganlarıyla, zehirli bal paketleri sunuldu. Kardeş kavgaları körüklendi.

Şimdi aynı oyunun bir parçası olarak, yine bu okul meselesi ısıtılmaya çalışılıyor. Hem de sinsice ve  birkaç koldan. 

Merhum ve kahraman Mustafa Sungur âbi de bu okulların humarı ile bir sendeleme yaşayanlardan biriydi. Bizzat dinlemiştim. Okulda kiliselerin havası neşeli, güya mutlu ve şenlikli gösteriliyor; buna mukabil camiler ise, neşesiz, mutsuz ve endişeli insanların sığınağı ve loş bir havanın menzili olarak anlatılıyormuş. Çocuk yaşta bu zehirli fikirlerden etkilenmeyen zor bulunur. Merhum âbimiz de nurlardan haberdar olur ve bu zehrin etkisinden çabuk kurtulan bahtiyarlardan olur. Ama kurtulamayanlar da çok olur maalesef. Bunlardan birisi de benim ismimin de vesilesi ve hem akrabam olan bir öğretmen âbimizdi. Bu merhum abimiz, ancak emekli olduktan sonra intibaha gelip tevhide yaklaşabilmiş; kalan ömrünü muttaki olarak geçirebilmişti. Bir diğer yakın akrabamız ise, maalesef bu bahtiyarlığa eremeden aramızdan ayrıldı. Rize Öğretmen Okulunda bir müddet müdürlüğümüzü de yapan Arif Dilsiz hocamız ise, tam tersi, bu okullardan birinde okumasına rağmen, müstakim çizgisini hiç bozmamış; dindarâne bir hayat yaşayarak ömrünü bitirmişti.

Bütün bunları anlatmama vesile, Mesnevi-i Nuriye'nin Şadi Eren çevirisinde geçen "ağır bir hiffet" tâbiri oldu. Birbirine zıt olan bu ağır ve hafif tâbiri, birkaç cihetten tam yerinde ve maksadı ifade açısından isabetli bir tercih. Hani kilise ve benzeri mekânlara ve bunların yolcularına hâkim olan görünüşteki neşeli, şenlikli, külfetsiz, mesuliyetsiz ve ibadetsiz hâl hafif gibi görünüyor. Yani zâhirde, cisim itibariyle öyle. Ama hakikatte öyle değil. Ruh, akıl ve diğer latifeler için oldukça ağır. Fakat mugalata (safsata, demagoji) ve tegafül (unutur gibi yapma, aldırmamak) insana, başta akıl, diğer latifelerin ağlamasını duyurmuyor, duymasına engel oluyor. Ağlayana akıl, dışarıya kendini gülüyor gibi gösteriyor. Fakat bu esassız ve zahiri durum, bir musibetin tahrikiyle veya karşılaştığı bir ölüm gerçeğine çarpınca, makyaj dökülüyor. Akıl ve diğer duygular uyanmasın diye bu sefer devreye felsefenin beş para etmeyen zındıkavâri izahları, siyaset şarabı, şöhret hırsı, medeniyetin fantaziyelerinden biri veya birkaçı devreye giriyor. Bunlar aklın önüne büyük bir duvar örüyor.

Koskocaman bir felsefe aparatı "İnsanın bir gayesi olması şart mı?" deyiveriyor mesela. Bir başkası "Üzülmeyin, siz varken ölüm yok; ölüm varken, siz yoksunuz" diye, yine akla geçici teselli vermeye çalışıyor. Bu tip felsefî, tantanalı veya tumturaklı (gösterişli) izâhlara, fennî birtakım ilerlemeler, insanın zahirdeki rahatlığı de eklenince insan, fıtratındaki âcizlik hâlini unutuyor. Bütün mevcudata uzanan ihtiyaç ellerini de görmüyor. Bir küçük mikroba mağlup olabilen maddî, âciz, hassas mahiyetiyle, hayatının devamı için çalışan kâinat projesine de nazar etmiyor.

Bütün bunlar insana ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru olan yolculuğunu unutturmaya, Kur'an'ın tabiriyle "ancak bir eğlence ve oyundan ibaret dünya hayatını" sabit görmeye, asıl hayat olan ahiret yurdunu ise, unutmaya sebep oluyor. Bu hâl, zaman zaman hepimize de ârız olabilir. Bazı hassas latifelerimiz uyanıklığını kaybedebilir. Onun için zaten "Hazer et (dikkatli ol) dikkatle bas, batmaktan kork, bir lokma, bir kelime, bir tane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma" ikazını yapıyor üstad. 

Bazı latifeler, göz hassasiyetinde. Küçük bir gaflete, mesela harama dokunmaya, bakışa tahammül edemiyor ve ölüyor. Tekrar dirilmesi mümkün belki ama zor. Sahabelerin ve intibaha gelenlerin hâllerinden, yeniden kazandıkları şiddet-i takva ve salabetlerinden bunun zor ama mümkün olduğunu anlıyoruz. Fakat yıllar sonra karşılaştığımız bazı arkadaşların tanınmaz hallerinden ve kendi nefsimden biliyorum bunu böyle olduğunu. Takvanın ilk adımı olan günahtan kaçma hassasiyetim, inişli çıkışlı mesela. Okumayı, derse gitmeyi, tefekkür ve tezekkürümü azalttığım veya stabil (aynı) tuttuğum zaman ellerim, gözlerim, ağzım ve kulaklarımdaki şaşırmalar ya da daldığım malayaniyat bunun en açık örnekleri.
 
23. Söz'de ne güzel anlatılıyor. İnsan bir saray gibi teşkilatlı yaratılmış. Bu sarayın kapısı şenlikli, dikkat çekici ve herkesi eğlendiren bir cazibedârlık içinde olabilir. Bu görünürdeki hâli sizi şaşırtmasın, aldatmasın. Akıl, kalp ve ruh, asıl vazifesini iptal edip nefis ve şeytanın oyuncağı oldukları için, "zahiren bir cennet içinde görünüyor ama mânen cehennemdedirler" aslında. Yani ruh cephesinin ağır, cesedin ise hafif bir yükü vardır. Yani diğer bir yönüyle, asıl saraydaki nazik ve sarayın idaresindeki hassas vazifeler ne durumda ona bakmak lazım. Yani padişah durumundaki ruh, vezir konumundaki akıl, şeyhülislâm vazifesindeki kalp ve diğer önemli vazifeliler ne ile meşgul?

Sarayın "kapısı şenlikli ama içi boş, vazifedârlar darmadağınık" olabilir. Bir diğer dikkat çekmeyen, zâhirde sönük görünen sarayın ise, içi şenlikli. Her görevli, kendine has ve yüksek vazifeler ile meşgul olduğundan, neşesiz görünebilir. Sarayın bekçiliğini yapan "şehevî ve gadabî kuvvetlerin" idareyi ele geçirdiği saraylardaki yüksek görevler ihmal edilince, ruh ve kalbin ağlamasına bedel, cesette bir hafiflik var gibi görünüyor. Bu da zâhirperestleri, bu hayatı esas alanları aldatıyor maalesef. Bu hafifliğe aldanıp zahiri bir ağırlığı, fakat mânasında tarifsiz bir rahatlığı olan ibadet ve takva namındaki silah ve çanta yükünü çok gören ruhlarını, çekilmez bir ağırlığa hedef ediyorlar. Bu ağırlıktan ise, gözlerini kapayarak aklı iptal ederek kurtulacaklarını zannediyorlar.

Evet dostlar, bir Mesnevi çevresindeki "ağır bir hiffet" tanımı, bu mânaları tefekküre sebep oldu. Sizinle de paylaşmak istedim.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum