Ahmet NAS
‘Ağlama anne! Güzel yerdeyim’
29 Aralık 2011 tarihinde, Uludere (Roboski)’deki bombalamadan sonra geriye kalan, sadece 35 ceset değildi. Her bir cesed, ardından anne, baba, abi, abla ve kardeşlerine acılarla dolu bir miras bıraktı. Bu mirasın acısını, biz, onlardan mekan olarak 1500 km. uzakta olanlar anlayamayız elbette. Kalben çok fazla hissedemezsek de, lisanımız, bu acıları dile getiriyor.
Bir de bu acıları, lisanen de hissedemeyenler var. Bunların varlığı daha da acı.
Roboski’ye (Uludere) gidip, acıları paylaşanlar da oldu. Ama acıları paylaşmayan büyük bir çoğunluk, hala orada ne olup bittiğini anlayabilmiş değil.
Bu olayın siyasiler tarafından neden çözülemediği de hala anlaşılabilmiş değil. Başbakan’ın bombalamadan sonra, gündem değiştirmek için kürtaj meselesini gündeme taşıması da anlaşılabilmiş değil. Ancak ben burada, olayın siyasi yönüne bakmayacağım. Olayın insani yönü daha önemli geliyor bana.
Orada ölenlerden/öldürülenlerden geriye kalanların yaşadığı travmadan söz etmek istiyorum.
Bir anne, kaybettiği oğlu için ağlıyor, konuşmakta zorlanıyor. Dili konuşmasa da gözyaşları, her şeyi anlatıyor. Eline Kur’anı alıp, oğluna neden ölüm cezasının verildiğini soruyor. Sonra da iki bidon kaçak benzinin cezasının hapis olduğunu, ama kendi çocuklarının bombalandığını söylüyor ve soruyor: ‘Devlet, neden çocuğumu öldürdü?’ Sonra da Kur’anı açarak, dua ediyor ve sorumluların ortaya çıkarılmasını istiyor.
Bir baba, oğlu için ağlamamaya çalışıyor, ancak bunu beceremiyor; kelimeler kursağında düğümleniyor ve susuyor; ne diyeceğini bilemiyor.
Yeni evlenmiş genç bir kadın, kocasının neden öldürüldüğünü bilemiyor ve karnındaki çocuğun babasız kalışına yanıyor. Nişanlısından mahrum kalan genç kız, kardeşini kaybeden abla, takım arkadaşını kaybeden genç çocuk. Hiç biri, bu facianın neden yaşandığını anlamıyor.
Dağda bir köyde, ayda 300-400 TL kazanmak için, karlı dağları aşıp, katır sırtında getirdikleri malları satıp, geçimlerini sağlayan kişilerdir söz konusu olan. Bazıları, bu parayı bile kazanamıyormuş. Hatta bazen, yakalandıklarında malları da ellerinden alındığından dolayı, bütün sermayelerini de kaybetme riski var.
Bu örnekleri çoğaltıp, kaderi size şikayet edecek değilim elbette ki. Kader, hükmünü vermiştir. Ancak, kader adalet etse de, beşer zulmedebiliyor. Kaderin adaletine iman etmek, beşerin zulmünü görmeyi engellemiyor. Bu yüzden, beşerin zulmünü görüp, tel’in etmek de insani bir durumdur.
Aksi halde, ‘haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytan’ olma riski var. ‘Bir münkeri gördüğünüzde, önce onu elinizle düzeltin. Elinizle yapmazsanız, dilinizle düzeltin. Onu da yapamazsanız, hiç olmazsa kalbinizle buğzedin. Bu sonuncusu ise, imanın en zayıf mertebesidir.’ Hiçbir şey yapamazsanız, en azından gözlerinizden bir damla yaş akmasına müsaade edin ve bu insanlar için, dua etmeyi ihmal etmeyin.
Mü’minin şe’ni, bu tür hadiseler karşısında sebat ve metanettir. Ancak bu sebat ve metanet, beşerin yaptığı zulümlere karşı sessizlik anlamına gelmiyor. Bediüzzaman’ın ‘kabul etmiyorum, amel etmiyorum, reddetmiyorum’ cümleleri, bu konularda çok elverişli ölçülerdir. ‘Kadere iman eden, kederden emin olur.’ Ve ‘Beşer zulmeder; kader, adalet eder’ gibi ifadeler, insanın kalbini teskin eden cümlelerdir. Aksi halde, insanın ‘Zalimler için yaşasın Cehennem!’ diye haykırıp Sultanahmet meydanına gidesi geliyor.
İHD ve Mazlumder’in ortaklaşa yaptırdıkları ‘Ağlama anne, ben güzel yerdeyim’ belgeseli, bu zulmü yapanların yanında kar kalmayacağına olan imanımızı pekiştiriyor. Başlığın içinde barındırdığı mana, bu filmi yapanların da ahiret inancını ortaya koyuyor. Her ne kadar dilleri bunu ifade etmese de bu belgesel, ahirete iman etmenin, vicdanı rahatlattığını gösteriyor.
Filmin yapımcısı Ümit Kıvanç’ın, bu katliamın yapılmasından iki gün sonraki yılbaşı törenleri için sarfettiği, ‘toplumsal şerefsizlik’ sözü ise, kulaklarımda hala çınlıyor. Bu olaylardan sonra, toplumun bir kesimi, her yıl kutladığı yılbaşı eğlencelerinden, bu yıl, feragat etmesi beklenirdi. Hayır, feragat etmediği gibi, ‘vur patlasın! çal oynasın!’ kabilinden, kimse eğlencesinden vazgeçmedi.
Bu olay için ‘bizim mahalle’de de itiraz sesleri çok yükselmedi. Sesi gür çıkanlarımız oldu. Ama, bu sesler ‘gür bir sada’ya dönüşüp gürlemedi ve ‘haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır’ sözüne tercümanlık yapamadı. ‘Kaçakçılık da bir suçtur ve bu suç, görmezlikten gelinmemeli’ gibi, devleti önceleyen, devleti kutsadığı için, kişiyi, ferdi önemsizleştiren cümlelerin arasında kaybolup gitti. Ve bu yüzden de bu olayın faillerini bulması için, devletin/hükümetin üstüne fazlaca bir baskı kurulamadı.
Oysa ‘bizim mahalle’de, dersim katliamı için üzülen bir Üstadımız vardı. ‘Cemaatin, devletin selameti için, fert feda edilemez’ diyen düsturlarımız vardı. ‘Adalet-i mahza dururken, adalet-i izafiyeye gitmek zulümdür.’ şeklinde haksızlığa karşı duran ölçülerimiz vardı. ‘Zulme rıza, zulümdür.’ diye kulağımıza küpe, dilimizde neredeyse vird-i zeban yaptığımız özdeyişlerimiz vardı.
İmdi, bütün bu ölçülere icraatlarına rağmen, devlet, bazılarımıza nasıl hala ‘kutsal’ gelebiliyor? ‘Devlet, nasıl her zaman haklı olabiliyor? Bu soruların cevabını da siz bulun!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.