Hüseyin KARA
Ah iç huzuru!
Karadeniz’in bütünü yeşil ya… Ama biz o yeşilin tam ortasındaydık. Göğe ha bire yükselmiş ağaçların gölgelediği çay bahçesinin kuytu bir yerinde, mütevazı bir masasında karşılıklı oturmuştuk bir dostumla.
Çevremizde fazla insan yoktu; oldukça sessizlik vardı. Güneşin ışınları ara sıra dal ve yaprakların kıpırdanmasıyla masamıza vuruyordu. Gökyüzünün mavisini iki büyük kavak ağacının baş başa verdiği aradan görüyorduk.
İki dost bir araya gelince çok şeylerden söz eder. Bizim söz ettiğimiz iç huzuruydu elbette. Hayat, biri maddi ve biri de manevi olmak üzere iki boyutta yürür. Maddi boyutu insanın gelişimi açısından önemli olmakla birlikte, manevi boyutsuz dış dünyanın pek anlamı yok. İç huzur olmadan maddi imkânların bolluğu işe yaramıyor.
Sohbetimiz bu tema üzerinde koyulaşınca, çoklarının henüz yabancı olduğu düşüncelerimizin kaleme alınmasının gerektiği konusunda fikrini sordum dostumun. Acı acı gülümsedi ve biraz soluduktan sonra özetle şunları söyledi: Ben bu zamana kadar hep dış dünyamla ilgilendim. Dış dünyayla ilgili orijinal fikirlere hep ilgi duydum. Yani dış dünyamızı güzelleştirdik, deyim yerindeyse aracımızı adeta yaladık; ama iç dünyamıza yeterince bakamadık, ona özen gösteremedik. İçten içe içimizin acısını çok derinlerde çekerken asıl sebebinin ne olduğundan da çok uzakta olduk. Sonra anladım ki, bu zamana kadar çektiklerimizin temelinde içimizi, kalbimizi ve ruhumuzu ihmal edişimiz oldu.
“Nasıl yazayım?” dedi. İnanmadığı ve kendinde denemediği şeyi nasıl başkasına vermeye çalışsın? Dertten muzdarip olan aynı derde nasıl deva olabilsin? İç huzursuzluğunun farkında olan kendini dünyanın en mutlu insanı olarak nasıl tanıtabilsin?
Dostumun söyledikleri klasik şeyler değildi elbette. Yaşadıklarının bir özeti ve sonucuydu. Böyle bir psikolojide olan birinin nasihatleri elbette yerini bulmazdı. Kendi muhtaçken mutluluk reçeteleri dağıtması uygun olmazdı.
Ama acılarımızı, duyduklarımızı, üzerimizde denemeye kalkıştıklarımızı, yapmak isteyip de yapamadıklarımızı, yıkıcı duygularımızın bize ettiklerini, yıkıcı yanımızın hırçınlıklarından kurtulmak için denediklerimizi ve bu uğurda verdiğimiz savaşımızı pekâlâ yazabiliriz. Bunu yazmada ne mahzur var? Dostum buna da bir şey demedi.
İç huzurunu sağlayan kaç kişimiz var? İç huzurumuzu bozan faktörlerin başında yıkıcı yanımızın olduğu kesin; nefret, öfke, gurur, açgözlülük, şehvet ve kıskançlık… Bunlar bizim yalnız iç dünyamızı değil aynı zamanda fiziksel yapımızı da bozar, rahatsız eder. Özellikle Doğu mistisizminde manevi hastalıklar, zihinsel ve duygusal rahatsızlıklar, birçok hastalığın nedeni olarak gösterilir. Toplumsal ahlaksızlıkların temelinde bunlar var. Rahatsız edici duygular, bireyin hayatının parçası haline gelmiş bunalım, gerilim ve karmaşanın da temelidir.
Tavsiye niteliğinde değil, ama iç huzurun ne denli önemli olduğu konusunda kaleme alınacak yazı ve deneme, birey farkındalığında son derece önem arz eder. Gündelik huzursuzlukların asıl nedeninin ne olduğunu bilmeyenlerimiz çoğunlukta değil mi?
Dostum haklıydı. İçimizi halletmeden dışımızı yaldızlamanın anlamı olmazdı elbette. Ben de dostuma hak vermekle enfüsi olmayan konulara bir göz atayım dedim yine de. Birkaç deneme yazmak istedim; ama olmadı, bana haz vermedi. İlle de haz mı diyebilirsiniz. Bir şey zorla yapılmaya başlansa önce kendine ve sonra başkasına fayda vermez.
İç dünyamız, duygularımız bizde olduktan sonra önce onları iyileştirmek, sonra sessizleştirmek ve daha sonra da çevremize bakmak gerekmez mi? Onlar ha bire gürültü kopardıkça bizim için rahat anı yok. İnancım o ki; iç dünyamızı çözebilsek, rayına oturtabilsek, yalnızca iç huzurumuza değil, aynı zamanda kapsamlı mutluluklara ve dünya barışına da oldukça katkıda bulunmuş oluruz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.