Yoksulluk Sınırında Yaşayan Hafız Ali Ergün

GEYLANİ’NİN KALBİNE GİREN HAFIZ ALİ ERGÜN

Geylâni Hazretleri sekiz asır önce Bediüzzaman’dan ve Hafız Ali Ergün’den haber vermiştir. Hazret asırlar ötesinden Bediüzzaman’a yazdığı mektupta Hafız Ali Ergün gibi sahabe saffeti taşıyan talebelerinin zamanı geldiğinde asrın imamına hizmet edeceğini ismen bildirmiştir.

Geylâni vefatından sonra da tasarrufu devam eden müstesna evliyalardandır. Bediüzzaman çocukluğundan beri kendisinin Geylâni’nin muhafazasında olduğunu söyler. Birçok hayati tehlikeden onun himmetiyle kurtulduğunu belirtir. Öyle anlaşılıyor ki Geylâni’nin tasarrufuna giren Bediüzzaman ondan tasarruf ocağını devralmıştır. Nasıl ki Geylâni’nin tasarrufu kıyamete kadar devam edecekse aynı şekilde onun terbiyesinden ve tasarrufundan geçen Bediüzzaman’ın da tasarrufu kıyamete kadar devam edecektir.

Hafız Ali, talebeleri içinde Bediüzzaman’a sureten ve sireten en çok benzeyen insan olarak bilinir. O, Geylâni ve Bediüzzaman gibi tertemiz bir ruha sahiptir. Bediüzzaman onun büyük evliya olduğuna işaret eder. İnebolu Nur Talebelerinden İbrahim Fakazlı, Hafız Ali ile ilk kez karşılaştığında aklına gelen ilk şey Veysel Karani olmuştur. Onu, Karani’nin izdüşümü olarak görmüştür. Denizli Hapsinde ona hizmet etme bahtiyarlığına eren Süleyman Hünkâr da onu beş yüz yıl önce yaşamış bir evliyaya benzetir.

Gökyüzü Rahlesinde Hafız Ali Ergün isimli kitabımızın yazımı aşamasında içinde Hafız Ali’nin bulunduğu dört tane sırlı rüya gördüm. Bunlardan birisi de 20 yaşındaki kızımla ilgiliydi. O günlerde her baba gibi kızımın ahiretinden endişe ediyordum. Bir Ramazan gecesi sahura yakın saatlerde Hafız Ali kitabının yazımını bitirdim. Kızımın ahiretiyle ilgili endişem gece had safhadaydı. Sabah namazını kıldıktan sonra uyudum. Rüyamda kızımın vefat ettiği haberini alıyordum. Ağır bir üzüntü ile Hafız Ali ve Peygamberimizi vesile kılarak evladımın tekrar hayata dönmesi için dua ediyordum. “Ya Rabbi, Hafız Ali hürmetine evladımı geri ver. Ben başkalarının çocuklarının imanını kurtarmak için çalışıyorum. Ya Resullah, benim evlatlarım da sana emanet.” diye inliyordum. Az sonra haber geldi, kızımın kurtulduğu söylendi. Bu rüya bana Geylâni ve Bediüzzaman’ın terbiyesinden geçen Hafız Ali’nin de onlar gibi tasarrufunun devam ettiği hissini verdi. Bu tasarrufta Hafız Ali’nin Bediüzzaman yerine vefat etmiş olmasının da etkili olduğunu anlaşılmaktadır.

ZAHİDÂNE YAŞAYAN HAFIZ ALİ

Geylâni ile Hafız Ali arasında çok özel bir bağ vardır. Hafız, Efendimiz (sav) ve Geylâni üzerinden Üstad’ın ve Risale-i Nur’ların değerini belirten bir mektup yazar. Bu mektubu yazdığı günlerde Geylâni Hazretlerinin sekiz asır önce Bediüzzaman üzerinden kendine gönderdiği mektuptan haberdar mıdır bilinmez ama bu mektubu her hâliyle Geylâni’nin mektubuna teşekkürî bir cevaptır.

Geylâni’de Allah’ın Hay ismi tecelli etmiştir. Ölüleri geçici olarak Allah’ın izni ile dirilttiği belirtilen rivayetler vardır. Risale-i Nur’daki tavuk hadisesi de buna işaret etmektedir. Hikâyenin özeti şöyledir.

O günlerde Şeyh Geylânî’nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın bir tek evlâdı vardır. Bir gün oğlunu dergâhın hücresinde ziyaret eder. Bakar ki oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyordur. Gerçekte oğlu tasavvufta ruhun yükselmesine vesile olan, 40 günlük yiyecekten, içecekten kısıtlamayı anlatan riyazete girmiştir. Oğlunun riyazetten doğan zafiyeti annenin şefkatini celb eder. Ona acır. Olaydan duyduğu rahatsızlığı iletmek için Hazret-i Gavs’ın yanına gelir. O anda Hazret-i Gavs kızartılmış tavuk yiyordur. Kadın nazlanır."Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!" diye sitem eder. Bunun üzerine Hazret-i Gavs tavuğa seslenir. "Kum biiznillâh!"

Bu söz üzerine o pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı çıkar. Ardından Hazret-i Gavs’ın dilinden şu sözler yükselir: "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin."

Bediüzzaman’a göre Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şöyledir: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.

YAĞSIZ, TUZSUZ ÇORBA İLE YAŞAYAN HAFIZ ALİ ERGÜN

Geylâni, Bediüzzaman ve Hafız Ali ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim, lezzeti şükür için isteyen insanlardır. Yemek için yaşamıyorlar, yaşamak için yiyorlardır. Bediüzzaman bir parça ekmekle günlerce idare edebilmektedir. Hafız da Geylâni ve Bediüzzaman’dan aldığı dersle riyazete çekilir. 14 yıl boyunca son nefesine kadar yağsız, tuzsuz un çorbasıyla günlerini geçirir. Böylece cismaniyetten çıkıp kalbin ve ruhun hayatına yükselir.

Tahirî Mutlu, Hafız’ı sık sık evinde ziyaret eder. Onun azami takvası kadar azami iktisadından ve sade hayatından da çok etkilenir.

“Bir gün Hafız Ali Ağabey’in evine gitmiştim. Biraz oturduktan sonra evin döşemesine elini vurdu, tıkladı. Aşağıdan bir tepsi yemek geldi. Bize ‘Buyurun!’ dedi. Kendisi yağsız bir çorba yedi.”

Denizli Hapishanesinde Hafız Ali’ye hizmet eder. Yemeğini yapar. O günleri şöyle anlatır:

“Hafız Ali’nin yemeğini ben yapardım. Yemeği de ne? Bir avuç un, biraz sade su... Pişiririz, o kadar... Yağsız tuzsuz; hep onu yer. Rahmetli evinde de öyle idi. Biz her cuma İs­lam­köy’e evine giderdik. Yazdığımız Risaleleri götürür, yazılanları alırdık. Bazen yazılacak fazlaca olursa geceyi gündüze katar, çalışır bitirirdik. Rahmetli evinde bize en az iki-üç çeşit yemek çıkartırdı. Fakat kendisi un çorbası yerdi. Bu düsturunu hiç bozmadı, vefatına kadar devam etti.”

Hafız’ın bu halleri civarındaki Nur Talebelerini de etkiler. Sav, Kuleönü, İslamköy gibi beldelerdeki birçok kişi onun gibi hayatlarını hizmete vakfederek münzevi bir hayat yaşarlar. Evlerinden çıkmadan Risale yazarlar. Yağsız ve tuzsuz un çorbasıyla idare ederler.

Hafız hayatını hizmete vakfettiğinden dağdan odun getirecek hâlde değildir. Bir gün Isparta’nın Çoban İsa Köyünden Nur Talebeleri Hâlil İbrahim Çoban, Ahmed Çoban ve Koruk Efe, Hafız’ın odunun bittiğini öğrenirler. Hemen merkeplere odun yükleyip sabah vakti İslamköy’deki Hafız’ın evine getirirler. Odunları yakmaya hazır şekilde tekrar keserler. Hafız çok memnun olur. Onlar geri dönmek için müsaade istediklerinde izin vermez. “Size deve etinden yemek yaptım, yiyin, öyle gidersiniz.” der. Onlar da kabul edip sofraya otururlar. Eti yemeye başlarlar fakat gariptir Hafız Ali yine adet edindiği gibi yağsız, tuzsuz un çorbasına talim etmektedir. Şaşırırlar. “Niçin et yemiyorsun abi?” derler. “O yemek sizin kısmetiniz, bu da benim kısmetim.” der.

Yemeğin ardından namaza dururlar. Misafirler namazda az önce etini yedikleri devenin kendileriyle birlikte secdeye gittiğini görürler. Namaz bitince Hafız’a hallerini açarlar. Hafız da onları teyit eder. “Evet, ben de gördüm. Deve, ‘Benim etim Müslümanlara nasip oldu.’ diye şükür secdesine gitti.”

Hafız dilini ölçülü ve iktisatlı kullanır. Huzurunda malayani konuşturmaz, gıybete müsaade etmez. Konuşanları sert şekilde uyarır. Bu onu bir zaman sonra kabirdeki insanların, sofradaki rızıkların dillerini işitecek hale getirmiştir.

Ne mutlu o bahtiyarlara…

Ne mutlu o sahabe saffeti taşıyan ruhlara…

Ruhlarına El-Fatiha…

*Kaynak: Gökyüzü Rahlesinde Hafız Ali Ergün / Mustafa Oral / Hiçbişey Yayınları (Genişletilmiş 2. Baskı)

https://www.kitapyurdu.com/kitap/gokyuzu-rahlesinde-hafiz-ali-ergun/619798.html&publisher_id=10964

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum