İman ve İnkâr

İman; akılda ilim ve tahkikatı, kalpte tasdik ile itikadı, lisanda ikrar ile ilanatı, bedende a’mal ile itaati isteyen külli bir hakikatin unvan-ı icmalisi olarak tarif edilmektedir. İman; eşref-i mevcudat insanın kâinatın yaratıcısı Rahman ile bağını görmeyi, yani âlemin Maliki ile olan münasebetini farketmeyi istemektedir.

İman; akılda ilim ve marifet, kalpte tasdik ve iz’an, dilde tevhid ve ilan, amelde hulusiyet, muamelatta adalet ve emniyet ile kemale yükselmektedir. Bütün güzellikler imandan olup, iman ile vücuda gelmekte, ilim ve marifet ile güçlenmektedir.

İman; ilim, irade ve kudreti ile mahlûkata müdahale eden failin görülmesi, inkâr; san’atlı eserlerin sebeplere verilmesi, san’atkarının nazarlarda gizlenmesi dolayısıyla reddedilmesidir.

İman hayatta hürriyeti, inkâr nefse esareti intaç etmektedir. Evet hakiki iman esarete razı olmayan şer’i bir hürriyeti bildirmektedir. Bediüzzaman Hazretlerinin “Ben ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam” sözü bu manaya bir delil olarak gösterilmektedir. (E. Lahikası-1, 19)

Evet iman insanı hürleştirir, inkâr insanı köleleştirir. Mümin imanı kadar hür, iz’an ve ikanı kadar öz(ü)gürdür. Münkir inkârı kadar köleleşmekte, isyanı kadar esaret karanlığına gömülmektedir. İnsan heva ve hevesine yani nefsin arzularına ‘dur’ diyemediği müddetçe hakiki hürriyetten mahrum ömür geçirmektedir.

İnkâr, aklın körlüğünden ziyade, kalbin yani basiretin körlüğünden haber vermektedir. Bir başka cihetle inkâr; bütünü (sırr-ı vahdeti) görememekten neş’et etmektedir. Parçaya hasr-ı nazardan bütünü göremeyenler lisanen yahut halen veya amelen inkâra düşmektedir.

Halık-ı Kâinata kuvvetli bir münasebeti anlatan iman şuuru, insanı nefsin menfaati namına her şeye karşı köle olmaktan kurtarmakta, hakiki hürriyete ulaştırmakta, yani ruhun derece-yi hayatına kadar geniş bir zaman diliminde yaşamanın zemini hazırlamaktadır.

Göğe yükselen dumandan ateşin varlığına, yeşil yaprakların varlığından nebatatın hayattar olmasına intikal edilmesi gibi, imanın varlığı da bir kısım emarelere göre bilinmektedir. Evet iman kalbe hâkim ve diri ise, ef’al ve a’mal ile kendini kat’iyyen ihsas, ilan ve ispat etmektedir.

İmanın varlığına, sıhhatine ve kemaline en zahir delil, günahlardan içtinap etmek, yani takva ile ömür geçirmektir. Evet sahih bir iman salih ameller ve güzel ahlak ve muamelat ile varlığını bildirmektedir. Sahabeler için “kuvvet-i imanlarını gösteren ve imanlarının tereşşuhatı olan şiddet-i takvaları ve kemal-i salahatları” (Sözler, 494) ifadesi bu manayı teyid etmektedir.

Şu dalalet ve sefahat asrında Allah’ı ve ahireti inkâr hem şuuri olarak lisanen hem de gayr-i şuuri olarak fiilen ve amelen gerçekleşmektedir. Zahiren ve lisanen iman etmiş görünmek, ancak helal haram bilmemek, ahiret yokmuş gibi hareket etmek, iman iddiasını amelen ve ahlaken ispat edememek, hayata ve kâinata her an müdahil bir Allah tasavvurunu bilmemek, cehalet yahut gaflet sebebiyle esbaba halıkıyet isnad etmek hali bir inkâr olarak değerlendirilmektedir.

Nurlu eserlerde bu mana için; “Bir Allah var deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci' tanımak ve her şeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikatı onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler” denilmekte, fiili ve hali inkârdan bahsedilmektedir. (Emirdağ–1, 203)

Demek Allah’ı ve ahireti inkâr lisanen olabildiği gibi fiilen, halen hatta tavren dahi mümkün görünmektedir. Risale-i Nur’da geçen şu cümle bu manayı teyit etmekte, hakiki bir imanın nasıl olması gerektiğine dair bir çerçeve çizmektedir:

“… Kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelal'i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır. Fakat ona iman etmek: Kur'an-ı Azîmüşşan'ın ders verdiği gibi, o Hâlık'ı sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” (E. Lahikası-1, 203)

Elhasıl; san’atlı eserlerin varlığından san’atkarının vücuduna ve vahdetine intikal etmek, sabit olmayan dünyanın varlığından hareketle sabit ve daimi bir hayatın olması gerektiğine aklen ulaşmak mümkün görünmektedir. Allah’ı ve ahireti inkâr; hayatın manasını ve gayesini reddetmek, kendini ve san’atlı mahlûkatı anlamsız ve amaçsız görmektir. Evet insan inkâr sebebiyle bütün mevcudat ile bağlarını kesmekte, hayatın manasını yitirmekte, ruhen boşluğa düşmekte, bir cihetle daha yaşarken ölmektedir.

Mümin ilimdeki netlik ve tasdikteki kesinlik ile şüphe ve vesveselerden kurtulmakta, zanna dayalı taklidi bir kabulden iz’ana ve yakine ulaşmakta, ruh huzura çıkmaya hazırlanmakta, insan daha dünyada iken cennetvari bir iklimde yaşamaktadır...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum