Erdem AKÇA
Aile ve toplum
Aile kelimesi, Arapça kökü itibariyle, fakirlik ve yoksulluk yaşanılan yer demektir. Çünkü evlenme öncesinde, bir erkek sadece kendi geçiminden sorumludur ve belirli bir geliri vardır. Evlenmekle, eşinin geçim yükünün ve sonrasında çocuklarının da geçim sorumluluğunun altına girdiğinden kişi başına geliri, gittikçe azalır. Bu ise, geçimin zorlaşması anlamına gelir. Bu manasıyla evlilikle kurulan müesseseye, Araplar, ekonomik yönüyle aile demişler. Fakat iktisat ve kanaat ile, çocukların getirdiği bereket ile Allah ya o sabit geliri yeterli hale getirir veyahut babanın imkânlarını bollaştırır, daha güzel iş fırsatları verir.
Toplum, ailelerden meydana geliyor. Aile ise, anne-baba ve çocuklardan oluşur. Aileyi, hakiki aile yapan ailedeki her bir ferdin kendi konumunu bilmesi ve konumunun gereği olan vazifeyi sergilemesidir. Erkek, eşinin hak ettiği sevgi ve ilgiyi gösterdiğinde; kadın da eşinin hak ettiği saygı ve sevgiyi gösterir. Anne-baba, çocuğun hak ettiği sevgiyi, şefkati ve merhameti çocuğuna verdiğinde, çocuk da anne-babasının hak ettiği saygıyı, sevgiyi ve ilgiyi onlara gösterecektir. Bunlar fıtrat kanunlarıdır. Şu an ki huzur evleri, yetim evleri ve kadın sığınma evlerindeki birçok durum aslında fıtrat vazifelerinin ihmalinin neticesidir. Bu vazifelerdeki ihmal büyüdüğü için de Türkiye’de bu sığınma yerlerinin sayısı günden güne artmaktadır.
Bir anne ve baba, Peygamberimiz’in (ASM) buyurduğu gibi “Çocuğuna güzel isim vermek, onu güzel ahlakla terbiye etmek ve zamanı geldiğinde onu evlendirmek zorundadır. Bunlar evladın, anne babası üzerindeki haklarıdır.”[1] Evladının hakkını vermemiş bir anne-babanın evladından tam manasıyla bir hürmet beklemeye hakları yoktur. Evlad buna rağmen gerekli saygı ve sevgiyi onlara gösterirse bu, onun faziletinden dolayıdır. Bununla beraber anne-babalık vazifesini hakkıyla yapan bir anne-babaya yaşlılık zamanlarında “Öf dahi dememek, onları kınayıp incitmemek, onlara değer verdiğini gösteren güzel sözler söylemek, onları şefkat ve tevazu kanatları altına almak, onlar için de Rabbinin merhamet ve şefkatini dualarında dilemek” anne-babanın evladı üzerindeki haklarıdır.[2] Bu açıdan süreklilik taşıyan bir aileyi iç dünyası sağlıklı, hukuku çiğnenmemiş ve vazifelerine sâdık ferdler oluşturur.
İç dünyası sağlıklı ferdlerin oluşabilmesinin yolu ise, insanların kendi yapılarını doğru okumaları ve fıtratlarının gereği olan vazifeleri yapmalarıdır. Allah’a karşı vazifelerini hakkıyla yapan bir kişi, ailesi ve diğer insanlara ait vazifelerini de hakkıyla ve itina ile yapabilir. Evet, her bir insanda 3 temel yön var: Akıl-Kalb-Nefis... Bunlar, ruhumuzun bedene girmesiyle insanda ortaya çıkan bilinçli yapılardır. Akıl, düşünce yönümüzün kimliğini; kalb, duygu yönümüzün kimliğini; nefis ise, fiziksel yönümüzün kimliğini ve idaresini ifade eder.
Din, bizim düşünce-duygu ve fizik cephemizi dengeli ve düzenli hale getirmek istiyor. Bu seviyeye, “sırat-ı müstakim” ismini verir. Denge ile taşlar yerine oturur. Bu manada iç dünyasında taşlar yerine oturmuş dengeli her insan, iç âleminde bir aile gibidir. Bu ailede akıl, babadır; kalb, annedir; nefis ise, çocuktur.
Bir insan nefsinin hevesleri ve arzularını temel alsa, onun vücudunda nefis idareci olsa, onda çocuksu davranışlar ve ahlaksız bir karakter görünmeye başlar. Toplumdaki birçok “sakallı çocuk” hükmündeki kişilerde gördüğümüz üzere… İnsan kalbi, akıl ile nefis arasında tampon bölgedir. Tıpkı ailede baba ile çocuklar arasında annenin tampon bölge olması gibi… Bir kişi hayatında kalbi temel alsa, onda duygusallığın verdiği uç haller görünür. Bu ise psikolojik zararlara yol açtığı gibi, davranışlarda da dengesizliklere sebep olur. Bu yüzden bir insanda akıl, idareci; kalb, yardımcı olmalı; nefis ise, akıl ve kalbin velâyeti altındaki çocuk konumunda kalmalıdır. Tâ ki fıtrat dengesi bozulmasın.
İç dünyayı dengeleme konusunda en başarılı kişiler, hakiki dindar kişilerdir. Çünkü onlar sağlıklı bilgileriyle akıllarını, ibadetler ile de kalb ve nefislerini dengeliyorlar.
Sağlıklı ve dengeli bireyler, sağlıklı bir yuva kurabilirler. Evlilik, insanlık tarihi boyunca hep var olan ve yaşanan bir hadise… Bütün semavi dinler evliliği fıtratın gereği olarak doğru karşılamış; onu belirli kurallar içinde düzenlemiştir. Eşlerin ve çocukların hak ve sorumluluklarını fıtrat üzere belirlemiştir. Tâ ki huzurlu ve mesut bir yuva ortaya çıkabilsin. Bu manada Peygamber Efendimiz (ASM) döneminde bir genç yanına yaklaşır. Evlenmek ve aile kurmak isteyen birisi nasıl bir tercihte bulunması gerektiğini Hz. Peygamber’e (ASM) sorunca O şöyle der: “Bir kadın ile 4 şey için evlenilir: Güzellik, zenginlik, asalet ve dindarlık. Sen dindarlığı tercih et, mesut olursun.”[3]
İnsan hayatının geneliyle ilgili olacak bir surette Hz. Ömer (RA), Peygamber Efendimiz’e (ASM), "İhtiyaçlarımızı gidermek için ne gibi faydalanılacak şeyler elde edelim?" diye sorunca Peygamberimiz (ASM) şu tavsiyede bulunur:
"Faydalanılan şeylerin en faziletlisi zikreden bir dil, şükreden bir kalb ve âhireti ile ilgili hizmetlerde ona yardım eden imanlı bir hanımdır."[4]
Aile, din açısından mukaddestir. Allahu Teala aile kurulmasından razı ve memnundur. Boşanmayı ise, zaruri bir ihtiyaç haline gelebildiği için helal kılmıştır. Fakat boşanma “Allah’ın gazaplandığı bir helaldir.”[5] Çünkü boşanma ile çocukların psikolojileri bölünüyor; geleceğe bakışları kararıyor ve anne babası hayatta olduğu halde, çocuklar yetim ve öksüz büyüyorlar. Toplumdaki binlerce canlı örnekte gözlemlediğimiz üzere… Dünya genelinde yapılan istatistiksel araştırmalar 1970’lerde Avrupa’da evlenme oranının binde 7-9 iken, son yıllarda bu oranın binde 4,6’ya gerilediğini gösteriyor. Buna mukabil boşanma oranları Avrupa’da her geçen yıl artmaktadır. Türkiye verilerine bakıldığında ise, 2017 yılında Türkiye’de yapılan evlilik sayısı, önceki yıla göre yüzde 4,2 düşmüş; fakat boşanma sayısı ise önceki yıla göre yüzde 1,8 artmıştır. Bu da gösterir ki, toplum hayatı ve aile müessesesi çatırdamakta; çocukların ise mağduriyeti katmerlenmektedir.
Evet, ailede ve toplumda en önemli ihtiyaç, huzurdur. Aile ve toplum huzuru ise, onları oluşturan bireylerin iç dünyalarında huzur olmasıyla mümkündür. Bu konuda yaşayan İslam âlimlerinden Yusuf el-Kardavi şöyle der:
Bundan kaç sene önce "el-Muhtar" dergisinde Amerikalı parlak bir doktorun yazısını okudum, doktor diyordu ki:
"Bir zamanlar gençliğimde hayatın herkesçe kabul edilen güzelliklerini bir liste halinde sıraladım ve dünyevi isteklerle şu açıklamayı yazdım: Sağlık, sevgi, kabiliyet, zenginlik ve şöhret. Sonra da kibir ve gurur ile bunu yaşlı bir bilgeye gösterdim.
Yaşlı dostum bana şöyle dedi: " Güzel bir liste. Zararsız da sıralanmış. Ancak bana öyle geliyor ki, en mühim madde unutulmuş. O olmadan liste taşınmaz bir yük olur. Bilge dostum, listenin üzerine bir çarpı çekti ve iki kelime yazdı: "Kalp Huzuru" Ve dedi ki: "İşte bu, Allah'ın seçkin kulları için sakladığı bir lütuftur. Allah çoklarına zekâ ve sağlık verir. Mal ise el kiridir. Şöhret ender değildir. Ama kalp huzurunu ancak takdir ettiği kimselere verir."
Ve izah yollu şöyle dedi: "Bu, bana mahsus bir görüş de değildir. Ben sadece Tevrat'tan naklediyorum; Aurelius'tan ve Ladenis'ten naklediyorum. Bu hikmet ehli şöyle demişler: " Ya Rabbi, dünya nimetlerini ahmakların ayağı altına ser; bana da huzurlu bir kalp ver. "
O gün bunu kabul etmek bana zor geldi. Ancak yarım asırlık özel bir tecrübeden ve ince düşüncelerden sonra anladım ki, kalp huzuru bir hayat için tek idealdir. Ve artık biliyorum ki, diğer meziyetler insana huzur sağlama için zaruri değildir. Bu huzurun mal olmadan, hatta sıhhat olmadan da geliştiğini görüyorum. Huzur, kulübeyi saraya çevirebilir. Huzursuzluk da sarayı zindan eder. "
Ailenin saray gibi bir mutluluk yuvası olması az önceki yaşanmış örnekte gördüğümüz üzere kalb huzuruna bağlıdır. Kalb huzuru ise, Allah’a iman ve Onu bütün kalbiyle sevmeye dayanır. Kur’an bu noktada der: “Uyanın! Dikkat edin! Kalpler ancak ve ancak Allah’ı aşk ile zikretmekle tatmin olur, huzur bulur.”[6] Allah’ı ise, O’nu tanıyanlar hakkıyla sevebilirler. Akıl, O’nun marifetini elde eder; kalb ise, O’nu zikreder. Bu şekilde huzurlu ferdler, mesud yuvalar kurulabilir.
Ailede baba, akıldır; anne, kalbdir; çocuk ise, nefistir. Allah ailede psikolojik olarak şöyle bir görev dağılımı yapmıştır: Babaların şefkati, kız çocuklarına odaklanır. Çünkü kızlar, âciz ve kırılgan bir yapıya sahiptirler. Şefkat duygusu, fıtratı gereği, âciz ve güçsüzleri koruma altına almak ister. Annelerin merhameti ise, oğullarına odaklanır. Çünkü erkek çocuklar, doymak bilmeyen muhtaç bir yapıya sahiptirler. Merhamet duygusu, yapısı gereği, aç ve muhtaç kişileri doyurmak ve tatmin etmek ister. Bu yüzden kız çocuklarının babalarına, oğulların da annelerine daha çok nazı geçer.
Toplum ve ülke planında baktığımızda ise devlet, babadır; vatan, anadır; halk ise, çocuklardır. Devlet idaresinin sağlıklı olmasının yolu, idarecinin nefsinin terbiye edilmiş; akıl ve kalbinin kontrolünde yaşayan birisi olmasıdır. Aksi takdirde idareci, elindeki maddi imkânları nefsinin hevesleri ve hırslarına kullanabilir. Birçok ülkede gördüğümüz üzere… Bu ise, vatana ve her bir vatandaşa karşı bir hıyanettir. İdareci, duygusallık ve kalbi temel alırsa bu sefer ya baskıcı olur veya aşırı derecede şefkatli ve merhametli olur. İlk durum halkı isyan ettireceği gibi, ikinci durum da halkı şımartacaktır. Bu açıdan devleti, akıl idare etmeli, cesaret gibi duygular devletin yardımcısı olmalı.
Aile, toplum binasının yapı taşıdır. Aile müessesesi yok edilirse, toplum yok olur. Aile yapısı bölündüğünde toplum da bölünmeye başlar. Bu açıdan devletin vazifesi aileyi korumak; onu zedeleyici engelleri kaldırmak ve var olan problemleri çözecek formüller geliştirmektir.
Kâinat da bir ülkedir. Allahu Teala ise, bu ülkenin idarecisidir. Allah, fıtrata koyduğu kanunlar ile her şeyi idare eder. Kâinat krallığında aile, temel bir önem taşıyor. Bu açıdan ailede olabilecek problemleri önlemek ve aile fertleri arasında kaynaşmayı sağlamak için Allah kadını erkeğe, erkeği kadına muhtaç bir yapıda yaratmıştır. Genel olarak erkekler, sayısız ihtiyaçlara sahiptirler; kadınlar ise, fıtraten kanaatkârdırlar. Bu açıdan kadınlar azla yetinebilirler, fakat erkekler hırslı fıtratları gereği az ile yetinemezler. Bu hırslarıyla beraber erkekler, ihtiyaçlarını giderme konusunda genel itibariyle beceriden de yoksundurlar. Yemek yapma, temizlik yapma vesaire… Bu konularda kadınlar çok becerikli ve yatkındırlar. Ayrıca neslinin devamı açısından da erkek kendi kendine yeterli değildir. Bu manada bakılırsa erkekler, çok yönlerden kadınlara muhtaç kılınmıştır.
Kadınlar ise nahif, zarif ve güçsüz fiziksel yapıları ile korunmaya ihtiyaç hissederler. Bu açıdan bir kadının onu koruyucu bir erkeğe, onun sevgisi ve şefkatine ihtiyacı vardır. Şâir Basîrî, kâinat ülkesindeki tarafların birbirine ihtiyacını şöyle ifade eder:
Zen merde, civan pîre, keman tîrine muhtaç
Eczâ-yı cihan cümle biri birine muhtaç
Zen, kadın; merd, erkek demek… Civan, genç; pîr, ihtiyar demek… Keman, yay; tîr ise, ok demek…
Ayrıca kadın fiziksel olarak güzel yaratıldığı için, erkekten ister istemez eşine doğru bir sevgi akışı olur. Çünkü fıtrat, güzelliği sevecek şekilde programlanmış. Sevilen ve evlilikle sahiplenilen bir kadının kalbinden ise, eşine karşı ister istemez bir saygı duygusu yükselir. Erkek fıtratı, sevmek ve sahip olmak; kadın fıtratı ise, sevilmek ve sahiplenilmek ister. Karşılıklı güven duygusu eşliğinde bu sevgi ve saygı duyguları ailenin gözle görünmeyen tutkallarıdırlar. Karı-koca arasında emniyet ve güveni sağlayacak sır ise, kadının dindarlığı, iffet ve hayâsıdır. Bunların göstergesi ise, layıkıyla yaşanılan bir tesettürdür. Bu noktada Bedüzzaman Said Nursi aile hayatı hakkında kaleme aldığı Risalede şöyle der:
“Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyet ve güven duygusunu bozar, o karşılıklı hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü, açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzelini görmediğinden, kendini ecnebiye (yabancıya) sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile (karşılıklı hürmet) gider.”[7]
İstatistiksel araştırmalar, evli herhangi bir kadının yabancı erkeklere ilgi göstermeye başladığında diğer erkeklerin yüzde 90’ını eşinden daha yakışıklı olarak bulacağını bize gösteriyor. Buna mukabil evli bir erkeğin ise, yabancı kadınlara ilgi göstermeye başladığında yüzde 95 kadını kendi eşinden daha güzel olarak bulacağını bize gösteriyor. Daha güzel ve yakışıklıyı görmek ise, fıtrat kanunları gereği onların sevilmesini ve istenilmesini netice verir. Bu ise, toplum hayatını yerle bir eder. Bu noktada dinin emrettiği gözlerini ve kulağını haramdan sakınma uygulaması, tam manasıyla koruyucu bir hekimliktir. Ki hem eşler arası sevgi ve saygı duygularını muhafaza etsin hem ailelerin bozulmasını engeller.
Bu noktaya dair Şekel bin Humeyd (RA) isimli genç bir sahabe Hz. Peygamber’den (ASM) ona devamlı edebileceği bir dua öğretmesini ister. O da şu duayı öğretir: “Allah’ım, kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden ve üreme suyumun şerrinden sana sığınırım.”[8] Demek bir zinanın ilk başladığı an, karşı cinsin sesini duyma ânıdır. Sonra süreç ona bakmaya ve karşılıklı bakışa ilerliyor; sonra konuşmaya geçiyor; sonra sevmeye uğruyor. Zinada çocuk, istenilmez. Çünkü onda hedef, zevktir. Oysa cinsellik, insan neslinin devamı için fıtrata konulmuş bir özelliktir. Dinin emrettiği evlilik, cinsel ihtiyacın meşru şekilde tatmini ve neslin bekasının temini amaçlıdır.
Çocuk, toplumun devamını sağlayan unsur olduğu gibi; aile fertlerini kaynaştırıcı ve evin merkezi olan unsurudur. Evdeki bütün hizmetler çocuklaradır. Bu manada Osmanlı Döneminde erkek çocuğa, “mahdum” yani “kendisine hizmet edilen”; kız çocuğa ise, “kerîme” yani “bize değer katan, değerlimiz” denilirdi.
Din, ailede her sahada görev dağılımı yapar. Ailenin dış işlerinden ve geçim kaynaklarından baba; iç işleri ve ev idaresinden anne sorumlu tutulur. Her ailenin toplumsal kimliği, babayla; kendi içsel kimliği anneyle temsil edilir. Bu açıdan dinde, ev içi vazifeler âtıl kalmaması için kadın çalışmaya ve sosyal hayata girmeye zorlanmamıştır. Kendi isteğiyle çalışabilir; kazancı da kendisine ait olur. Fakat aile içi vazifelerini aksatmamak kaydıyla… Bu manasıyla aile, küçük bir devlet ve topluma benzer.
Aile, bir okuldur. Baba, çocukların “öğretmen”idir (muallim). Anne ise, çocukların “eğitmen”idir (mürebbiye). Milli Eğitim Bakanlığı bu sistemi “Tâlim ve Terbiye Kurulu” ile Bakanlık çapında düzenleyip yapıyor. Baba, tâlim yapar, anne ise, terbiye eder. Tâlim için belirli bir mantık, sistematik ve disiplin gerekir. Terbiye içinse duygusal yaklaşım, sabır ve süreç esastır. Ahlak, ilmin hayat haline gelmesi olduğundan terbiyenin eseridir. Bu açıdan çocukların ahlakı, annenin bir sanat eseridir. Güzel ahlaklı ve sabırlı bir anne, ahlak âbidesi çocuklar yetiştirecektir. Bu noktadan her ülkenin ihtiyaç duyduğu ahlaklı ferdler, aile denilen okulun ve annelerin mahsulüdürler.
Ailenin verdiği ahlak, haya ve edebe dair yaşanmış bir vakayı Prof. Dr. Alaaddin Başar yazdığı bir kitabında şöyle anlatır:
"Lise son sınıftaydım. Bir gün hocamız sınıfa girdiğinde, tahtada ahlâk dışı bir resim ve uygunsuz bir yazı ile karşılaşmıştı. Rengi bir an değişti…
Hiçbir şey söylemeden silgiyi aldı ve tahtayı yavaş yavaş silmeye başladı.
Çok kızdığı belliydi. Belki de, böyle yapmakla sinirlerinin yatışmasını bekliyordu. Daha sonra tahtanın önünde birkaç kez gitti geldi... Sonunda bize dönerek:
"Çocuklar!" dedi. "İleri görüşlü olun!"
Bir şey anlamamıştık. Ne demek istemişti? Resimle bu sözün ne alakası vardı? Kısa süren bir sessizlikten sonra şöyle sürdürdü konuşmasını.
"Evet, İleri görüşlü olun. Sadece bulunduğunuz günü, mevsimi, çağı düşünmeyin. Hiç olmazsa, hayalen on-onbeş yıl sonrasına gidin.
Bugün öyle şeyler konuşun, yazın, çizin ki, o gün oğlunuza yahut kızınıza ' namus, haysiyet ' dersi verirken yüzünüz kızarmasın."
Sınıfta çıt çıkmıyordu… Resmi çizen arkadaşın yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Hocamız devam etti konuşmasına;
"Bugün öyle bir hayat sürün ki, yarın hayat arkadaşınızın yüzüne utanmadan bakabilesiniz. 'Bu zavallı da, beni sağlam ayakkabı sanıyor' demeyesiniz kendi kendinize..."
Bu sözler hepimizin kafasına çivi gibi işlemişti…[9]
Evet, kadınların fıtratını bozmak aileyi yıkmak demektir. Din, fıtrata uygun bir aile ve toplum hayatı istiyor. Bu manada Kur’an, bir fıtrat haritasıdır. Kur’an bize insan, aile, toplum, dünya ve Âhiretin fıtratının haritasını sunuyor. Kur’an şeytanın, şeytanlaşmış fikir ve akımların kadın fıtratını bozmaya yöneleceklerini Bakara suresinde şöyle ifade eder:
“204- İnsanlardan kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider ve o kalbindekine Allah'ı şahit tutar. Halbuki O, İslâm düşmanlarının en yamanıdır.
205-İş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, kadını ve nesli helak etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.”
Çoğu mealler âyetin Arapçasındaki “hars” kelimesini “ekin” manasına çeviriyor. Oysa aynı surenin 223. Âyeti kadınları, “kendisinde ekin biten bir tarla” ya yani “hars”a benzetir. Kadın tarladır; çocuklar ise, ekindir.
Evet bir toplumu helak etmek için en kestirme yol aileden itibaren yıkıma başlamaktır. Aileler ise, kadının fıtratını bozmakla yıkılır. Anne fıtratı bozulunca, nesil de bozulur.
[1] Buhâri, Akika 1, Edeb 108; Müslim, Fezâil 62; İbn Mâce, Edeb 3; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159;
[2] İsra suresi, 23-24.
[3] İbni Mâce, Nikâh: 6.
[4] Tirmizî, Tefsirü'l-Kur'ân.- 48, İbn-i Mâce, Nikâh: 5.
[5] Ebu Davud, Sünen, Talak: 3. H. No: 2177. İbn Mace, Talak: 3. H. No: 2018.
[6] Rad suresi, 28.
[7] Lem’alar, 24. Lem’a, 3. Hikmet.
[8] Ebû Dâvûd, Vitir 32; Tirmizî, Daavât 74. Ayrıca bk. Nesâî, İstiâze 4, 10, 11, 28.
[9] Hülya’ya Mektuplar, Zafer Yayınları.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.