Asıl kimliğimize ne oldu?

İnsan sayısınca yolların olduğunu iddia etmenin hiçbir sakıncası yok. Yollar var ki kimini kendinden uzaklaştırmış, kimini biraz ilerilerde boğmuş, kimini biraz yükseklerde uçurtup sonra yerin dibine indirmiş, kimini deli etmiş, kimini yokluğa ve kimini bir canavarın ağzına götürmüş; bu yolların sadece biri ise kimini sahil-i selamete çıkarmış ve bu yolda bile çok iniş çıkışlar yaşanmış. 

Günlerdir yazmaya kalkıp da bir türlü kalem oynatamadığım bir “Zeyil”in ifade ettiği en kısa ve dolambaçsız yolu olan “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” dörtlüsünün pratiğime nasıl etki etmesi gerektiği üzerinde hâlâ düşünüyorum. Bediüzzaman bu dörtlünün çizdiği yolun bir “tarikat”tan çok “hakikat”, “şeriat”ın ta kendisi olduğunu söylemektedir. Bunun geniş açılımını da “Telvihat-ı Tis’a” daki yer yer açıklamalarda görüyoruz. Hem kısa yol ve hem de tehlikesiz oluşu elbette bizim ilgimizi çekmelidir.

Bir yol düşünelim, orada yol boyunca bize hırlayan canavarlar yok, aşılmaz sarp yamaçlar yok ve içinde tuzaklardan eser yok. Bu yol öyle ilk aşamada parmak ısırtan zirve hazlar tattırmaz belki, ama sonuç itibariyle ışığın bol olduğu ve asıl hazların bolca bizi beklediği ülkeye geçit vermektedir. Tuzaksız yol demek, korunmalı ve sade olduğu kadar geniş yol demektir. Ama insan nefsi, yani egosu başlangıçtaki süslü ve şatafatlılardan daha çok hoşlanır. Egomuzun bize bu anlamdaki dayatması ve diretmesi aranılan yolun bu olduğuna inandırır. Oysa yolların başında bize daha cazip olanı gösteren ve oraya girmemize alkış tutan içimizdeki asıl benliğimizin yerinde sürekli kendini göstermeye çalışan egomuzun bir tuzağıdır. Daha işin başında bile bize tuzak kuruluyor; biz farkında değiliz. Üstelik bize tuzak kuran da içimizin derinliklerinde olan ve her an ona aldanabileceğimiz nefsimizdir.

Yapımızın bu özelliğinin ayrıntısını hayatın bütün karelerinde fark etmeyenler elbette yolların seçiminde çok büyük yanılgıların içine girerler. Bu konuda Tevhit inancını paylaşanlarla diğer sapık yollarda olanlar arasında nefsin tuzaklarına düşme açısından pek fark yok. Bir farkla ki Tevhit inancının dışında olanlar işin başında ters bir yola girip peşinen kaybetmiş olurlar. Bu kaybediş içinde olanların da egolarının tutsağı olmaları noktasında dereceleri var elbette. Küçük putlar var büyük putlar var. Büyük putların başında özellikle her peygamberin en azılı düşmanları gelir; Firavun, Nemrut ve Ebucehil gibi. Daha sonra felsefeyi mutlak kurtuluş yolu kabul edip orada putlaşanlar sırayı alır; Freud, Nietsche ve Marx gibi. Onların çoğu hayatlarında zirve tepelere tırmandıktan sonra büyük bir hızla vadilere yuvarlanmışlar, delirme noktasına gelmişlerdir. Egolarına o kadar güvenmişler ki, küçük dağları kendilerinin yarattığına inanmışlardır. Nefis bu açıdan çok acımasızdır. Kullandığı insanları bunca bunalımlar tattırması şöyle dursun, en sonunda intiharı bile kurtuluş çaresi olarak önlerine servis yapar.

Daha işin başında tuzaklı ve mayınlı yollara girenlerin hallerine tarih daha çok şahittir. Onların geride bıraktıkları yalnız safsatalarıdır. İnsanlık, insanlığın olgunlaşması adına geridekilere miras olarak bıraktıkları bir şey yok. Onlardaki nefis, yani ego bütün asıl benliklerini kendilerine tamamen unutturmuş. Nefis onlarda öylesine şişmiş ki, olduğu gibi nefis olup çıkmışlar. Felsefenin bu yönüne kapılanlar onların peşinde koşanlara da ağır bedel ödetmişler.

İşin başında kaybedenler bizim konumuz değildir ama bu kadar değinmekle nefsin, yani egonun neler yaptığını bir nebze de görmek ve neler yapacağını hissetmek açısından faydasız sayılmaz. Bu gibilere paralel olarak, Tevhit yolunda olanların da nefisleri var. Nefis muazzam bir enerji olurken yerli yerinde kullanılmadığı zaman hidayet yolundakilerde de büyük bir canavar olabiliyor. Nefis, yani ego bir alt benlik olarak üst benliğin, yani bizi insan yapan asıl benliğin yerine geçebiliyor. İşte Tevhit inancını paylaşanların en çok yanıldıkları bu alt benliğin, asıl benliğin yerine geçme aşamasıdır. Egonun farkında olmayanlar, nasıl işlediğini ve insanın başına neler getirdiğini bilmeyenler, onunla dost olmaya da kalkışırlar. Daha işler birbirine karışmadan çok tatlı hayaller de kurarlar, güzel rüyalar görürler. Bu insanlar egolarına güvenmeye başlarlar. Nefis ilerileri göstererek kahramanlarına sahte de olsa renkli dünyalar vaat eder.

Bunu günlük hayatta da kendine biraz dikkat eden herkes hissedebilir. Nefis insana bağımsızlık yaftasını yapıştırır. Ve der ki “benim emirlerime ne kadar uyarsan o kadar özgür ve cesur olursun.” İnsanın kendi başına buyruk olduğunu sürekli söyler. Nefis hâkimiyetini kurduktan sonra, “işte her şey sensin, kendinden başkasını dinleyerek özgürlüğünden ödün verme!” diye telkinde bulunur. Gurur ve kibir işte nefsin sıradan insanlarda meydana getirdiği alt kişiliğin bir tezahürüdür. Büyüklenene şöyle bir soru sorulsa,  cevabını asla veremez o: “Muhatabının senden daha aşağı olduğunu nerden biliyorsun? Delilin nedir?” Nitekim İblis de verememiş, sadece cerbeze yapmış.

İnsanın derinliklerinde nelerin gizli olduğunu Yaratıcıdan başka kimse bilemez. Kimin hayat sınavında kazanmış ya da kazanmamış olduğuna da kimse hükmedemez. Ama gururlu insan bu incelik ve duyarlılığı hesaba katmaz; çünkü nefsinin bir tutsağıdır o, her zaman nefsinin emrindedir. O yalnız kendini büyük, kurtulmuş ve seçilmiş bilir. Gurur, nefsin boyasıyla boyanmış. Evet, nefis/ego kimilerinde bir gurur, kimilerinde bir kıskançlık, kimilerinde bir çekememezlik, kimilerinde korku ve kimilerinde de daha başka kötü yanımızın bir şekli olarak kendini gösterir.

Burada yanıldığımız nokta, bu gibi yollara girerken hep bizden olan bir şeyin bizi yönettiğine inanmamız, asıl benliğimizin ve vicdanımızın sesini ayırt edemememizdir. Oysa nefsimiz bizim en büyük düşmanımız. Bilmeyiz ki, nefsimiz/egomuz derinliklerimizde bir alt kişilik oluşturmuş; bu da zamanla bizim kişiliğimiz oluvermiş. İki de bir öne çıktığı için bizim iyilik meleğimiz olarak sanmışız. Elbette birçoklarımız yanılgı içindedirler. Sıradan insanlar bunun farkında bile değiller. Çocuğunu haksız yere iki de bir azarlayan kendini haklı görür ve gösterir. Egosu ona alttan altta “sen onun iyiliği için yapıyorsun; üstelik bunun için de bir risk alıyorsun” diye telkin eder çünkü. Oysa onu bu haksız azara sürükleyen kendi nefsidir, nefsinin hazzıdır; belki de küçüklüğünde gördüğü baskıyı çocuğundan çıkarmak gibi bir güdünün neden olduğu bir eylemidir. Diğer taraftan da başkasına olan hakarette bir güç denemesi, tatlı bir haz var. Bu anlamdaki savunma mekanizmaları nefsin kendini savunmasından başka bir şey değildir. Şunu hemen belirtelim ki, her savunma mekanizmasının altında nefis, yani ego vardır. Yani böylesi bir davranışta asıl benliğimizle baş başa, özgür değiliz. Tek kelimeyle nefsin tutsağıyız.

Nerden kaynaklanıyor kendimizde yoğun olarak gösteren bu alt benlik ve ego? Elbette “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” dörtlüsünün hazmedilmemiş olmasından. Bunlardan sadece “acz ve fakr”ın bizim en büyük yaramız olduğundan bilgimiz olmamasından. Yani bir taraftan hiç gücümüz yok ve diğer taraftan bu güçsüzlüğümüz karşısında da sonsuz ihtiyaçlarımız var. Böyle özelliğe sahip insan nasıl olur da kendisi gibi olana karşı üstünlük taslayabiliyor; gurur sahibi olabiliyor? Böyle bir komplekse girmesi bu yanını unutmasından kaynaklanmıyor mu? Acz ve fakrı ancak Yaratıcıya karşı gösterip onu bir nokta-i istinat ve nokta-i istimdat kabul ettikten sonra bu iki yarayı giderme yönüne gidebiliriz. Yani nokta-i istinatla bir güce dönüştürdüğümüz acz ve fakrı bizim gibi yaratıklara karşı baskı aracı olarak kullanamayız; onu kabul etmek demek her zaman karşımıza çıkması demektir. Yani acz ve fakr içinde kıvranan insan dünyaya nasıl üstten bakabilir? Acz ve fakrını göz ardı edenler ise, kendilerinde var olan(!)la kendilerini dev aynasında görürler. Oysa bir adım sonrasında karşımıza çıkacak şeyi bilmeyecek kadar aciz ve çaresiziz…

Tevazu, acz ve fakr bilincinin özümsenmesidir, bir büyüklük belirtisidir. Büyüklenen yapmacık eylemin içindedir; asıl küçüklük işte bu büyüklük taslamadadır. Erdem de büyüklük değil alçakgönüllü olmaktır. Egoları asıl kişiliklerinin yerini alanlar nasıl alçakgönüllü olabilirler?

“Acz, fakr, şefkat ve tefekkür” dörtlüsünün ördüğü sağlam ve tehlikesiz yoldan gitmeyen hak yol yolcuları, özellikle tarikata girenler de çok zorluklarla karşılaşırlar. Bunlardan diğer tarikat yollarına göre daha kolay olduğu için yaygın olan Nakşibendi tarikatına mensup olanların da eğer temkinli hareket etmezlerse nefsin tutsağı olmaları an meselesidir. Bunların meşrepleri “seyr-i enfüsî”dir. Yani bu meşrep, nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe yoğunlaşır, benlik ve gururu silik hale getirmeye çalışır. Kalpten yol alarak hakikati bulur da. Bu yöntemi kullanan Nakşibendi tarikatında en önemli aşama, nefsin etkisinden kurtulmakla birlikte enaniyeti kırma, heva ve istekleri terk etmenin amaçlanmasıdır. Ama onların yollarında da en büyük engel nefistir.  Eğer gereğince nefsi öldüremezlerse, yani onun yıkıcılığından kurtulamazlarsa, bu takdirde nefisleri aracılığıyla bir alt kimlik geliştirirler. İşte bu alt kimlik onları en çok yanıltan şey olur.

Ama öyle zaman olur ki, tarikatta yol aldıkça insan bir şükür düzeyine çıkması beklenirken, nefsi tam etkisiz hale getiremeyince sözde elde ettiği şeylerle gurura girer. Böyle sürüp gittikçe nefis alttan altta çok şeyler yapar. Yani bir alt kimlik büyütür. Sahibinin farkında olmadan büyüyen bu alt kimlik, asıl olması gereken asıl kimliğin yerini almaya başlar yavaş yavaş. Nefis bunu öyle sinsice yapar ki, ancak bu işin erbabı tarafından fark edilebilir. Gösterilen bazı becerileri ve kat edilen merhaleleri insan kendisine mal eder. Acz ve fakrını hesaba katmadığı için de ne oldum delisi olur. Her şey Yaradan’dan elbette; ancak gurur, onun bu meylini kırar. Kendine zarar verdiği gibi başkalarına da zararı dokunur. Nefsin, yani egonun ortaya koyduğu alt kimlikle dolaşmaya başlar. Hatta bu gibilerden birçoğu tam ermiş olduğuna inanır; bir takım ilhamlara mazhar olduğuna da… Öyle bir aşamaya gelir ki, herkese kendi gurur penceresinden bakmaya başlar.

Sonra büyük insanlarla kendini özdeştirir. Öyle bir psikolojiye girer ki, kamunun beğenisini kazanan büyük kişilikler için “onlar varsa ben de varım; benim onlardan ne farkım var?” demekle kendi büyüklüğünü ima eden onları beğenmeme gayretine girer. Halbuki bu yakıştırma başkalarınca yapılmalı değil mi? Kendini öven bir gösterişin içindedir elbette. Riya, başkalarından saygı beklentisi, beğenmeme gibi özellikle nefsin bir tezahürü olarak insanın sevilmeyen en korkunç yanlarıdır. Riya için iş yapan başkası için yaşadığının ve dolayısıyla özgür olmadığının farkında değildir. Oysa Allah’ı bulan neyi kaybeder ve O razı olduktan sonra bütün dünya küsse ne çıkar diye bir anlayış özgürlüğümüzün temel dayanağı değil mi?

Hak yolda yürürken nefsin tökezlendirdiği insanlar üzülerek ifade etmek gerekir ki çoktur. Bunlar önceleri normal olarak Allah-kul ilişkilerini bilen insanlardı ve davranışlarını buna göre ayarlıyorlardı. Ama sonraları gerek şeytanın, gerek nefsin ve gerekse insan suretinde şeytanların telkin ve pohpohlaması ile Tevhit caddesinden çıkmışlardır. Sayıları çoktur; ama burada tipik bir örnek olması dolayısıyla Mirza Gulam Ahmed Kadıyani’yi zikretmede yarar var. Bir tarikat şeyhiydi Kadıyani. Önceleri ona “Şüphesiz ki sen bir Mesihsin!” diye gelen mesajdan sonra ne olmuşsa olmuş. Alt kimlik oluşmaya başlamış artık onda. Mesihlikle yetinemezdi. Bazı acayip haller de göstermeye başlamıştı. Kendini asrın müceddidi olduğunu ilan etmişti. Bu da yetmezdi elbette; nefis ve şeytan aza kanaat edemezdi çünkü. Öyle bir noktaya gelmiş ki peygamberliğini daha sonra da insan suretinde tanrı olduğunu ilan etmiş. Oldukça da zeki bir insandı. Egosunun oluşturduğu alt kimliği asıl benliğinin yerine geçip kendini öyle görmeye başlaması elbette nefsinin bir dayatmasıydı. O artık nefsinin emrindeydi. Kadıyani nefsine yenilgisinin bir önceki asrın tipik bir karakteridir.

İnsanda var olan acz ve fakr gibi iki yara durup dururken, hak yolda olup da sonradan zıvanadan çıkanların yanıldıkları nokta bu yanlarını göz ardı etmeleridir; egolarının sunduğu çok cazip ve şatafatlı hayata kendilerini kaptırmalarıdır. Nefis, acz ve fakrı asla kabullenemez. Bu eksikliği kabul etse, bu dayatmaları zaten yapamaz. Kusur da kabul etmez. O insanı kendi özellikleri doğrultusunda yetiştirmekten haz alır. Nefsine yenilen insan, elbette iyi yanlarının üzerine bir sünger çekmiştir. Kötü yanlarının tutsağıdır o. Bu yanının onayı olmadan bir şey yapamaz artık.

Üzülerek söylemek gerekirse, sıradan insanlarda da nefsin bu hileleri çoktur. Bir karar aşamasında içimizde iki sesin sürekli boğuşmasını hissetmeyen yok. İşte beceri bu iki sesten hangisinin iyi yanımızın, yani vicdanımızın, melekimsi sesimizin ve hangisinin kötü yanımızın, yani nefsimizin, şeytanımsı yanımızın olduğunu kestirmek. Unutmamak gerekir ki çok ısrarcı olan nefsimizdir çoğunlukla. Kalbimizle birlikte aklımıza çok çok müracaat etmeliyiz. Nefsimize karşı da her zaman acizliğini ve bu acizliği içinde çok şeylere muhtaç olduğunu haykırmalıyız. Heyhat ki, bütün kötülüklerimizin kaynağı nefsimiz, yani egomuzdur.

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum