Aşk-ı Muhammedi Yazıları: Sevgili (s.a.v.) ve şiirler

Aşk-ı Muhammedi Yazıları:4

 

Sevgili (s.a.v.) ve şiirler

 

Sevdim seni hep canlara cânân diye sevdim.
Bir ben değil, âlem sana kurbân diye sevdim.                                                                                                                                       Cemâlî

 

On sekiz bin alemin Muhammed Mustafâ’sı Habibullah kâinat  ağacının çekirdeği ve meyvesidir. Rabb’imizin O’na olan şefkati kâinatın yaratılmasına, O’nun Rabb’imize karşı olan muhabbeti ise  cennetin yaratılmasına sebeptir.

 

Cennetmisal bir hayat yaşayan Resûlallâh her haliyle aleme bir misal, insanlığa bir timsal olmuştur. Bunun içindir ki kâinatı kuşatan her varlıkta onun sesinden, siretinden, suretinden ve ruhundan bir parça vardır. O ses, siret, suret ve ruh ile buluşan her varlık her hali ile O’na muhabbetini ve merbudiyetini ifade eder. Bilhassa kâinat içinde en yüksek hayat mertebesinde bulunan kemal sahibi insanlar, yüzyıllardır O’nu meşreplerine, mesleklerine ve mezheplerine göre kah halleriyle, kah fiilleriyle, kah sözleriyle, kah kalemleriyle anarak şükranlarını izhar etmektedir.

 

Literatürde Peygamberimiz ile ilgili olarak yapılan çalışmalar genel olarak 9 gruba ayrılır. Bunlar, O’nun (s.a.v.) hal tercümesini ve faaliyetlerini anlatan siyer (siret) ve megazi kitapları, söz ve işlevlerini ifade eden sünnet ve hadis kitapları, bedeni vasıflarını ve ahlaki hususiyetlerini bildiren hilye ve şemail kitapları, doğumunu zikreden mevlidler, miracını anlatan mi’raciyeler, mu’cizelerini ve Peygamberliğine dair delilleri anlatan mu’cizat, şevahid ve delail-i nübüvve… kitapları,  isimlerine dair esma-i nebevi kitapları, faziletlerinin zikri ve mehdi için yazılan naatlar, doğduğu ve yaşadığı yerler, ebeveyni, hanımları, çocukları, ashabı, eşyaları, kabri, mescidi, vasiyetleri, ahlakı... gibi sayısız konuda yazılan manzum-mensur eserler şeklinde sayabilir.

 

Tarihin en güzel sanat ve edebiyat eserleri O’nun siretine ve suretine yansıyan nurdan alınan feyiz ile gün yüzüne çıkan naatlar ve Habibullah’la ilgili yazılan manzum eserlerdir. Bunların toplumun her kesminde en çok karşılığını bulan eserler olması bunun en güzel ispatıdır. Bu anlamda İslam edebiyatının, bilhassa Türk-İslam edebiyatının en çok okunan ve nesilden nesle aktarılan eserlerinin bu tür yapıtlar olması şaşırtıcı değildir. Zira, asırlardır, hatıralarda derin izler bırakmış, her biri edebiyat ve tasavvuf tarihinde birer kilometre taşı olmuş Fuzuli’den Nabi’ye, Necip Fazıl’dan Sezai Karakoç’a, İsmet Özel’den Turgut Uyar’a kadar bir çok şaire ait naat ve şiir camilerde, dergahlarda, dost meclislerinde büyük bir zevk, huşu ve coşku ile dillendirilmektedir. Bunun içindir ki bir çok şairin hemen her şiiri unutulsa bile, O’nun (s.a.v.) için yazdıkları şiirler unutulmamış ve asırlardır bu şairler O’nu andıkları şiirler ile anılmaktadır.

 

Bu güne kadar özelde naatın, genelde de şiirin ve şairlerin İslamdaki ve edebiyatımızdaki yeri ve önemi üzerine yüzlerce eser ortaya konulmuştur.  Bu konuda Şuara Suresi mihenk taşı olarak kabul edilirken, konunun önemi ayet şerhleri, hadisler ve “edebiyatımızda naatlar” gibi çalışmalarla desteklenmeye çalışılmıştır. Ayetler ve hadisleri bir tarafa koyarsak, gerçekte hiçbir çalışma şiirin önemini ve değerini naatlar ve Peygamberimiz için yazılan diğer manzum eserler kadar anlatamaz.

 

DİN, ŞİİR VE ŞAİRLER 

 

Şuara Suresi, adını 224. ayetinde yer alan “Şuara” (şairler) ibaresinden almaktadır. Surede, muhtevasında hikmet, ahenk ve güzellik bulunmayan şiirlerin, şairlerin ve onları taklit ve takip edenlerin kötü durumları dile getirilmiş; fakat, iman edip, salih amel işleyenler, Allah’ı çok zikredenler, şiirlerinin çoğunda Allah’ı birleme, O’na hamd ve  şükretme, yarattığı şeylerden O’nun kudretini hatırlama ve O’na kulluk yapmayla ilgili olanlar ile haksızlığa uğratıldıktan sonra haklarını almak için şiir yazanlar müstesna tutulmuştur.

 

Şiirde hikmet olduğunu belirten Habibullah, sahabe şairler İbn Revaha, Hassan B. Sabit ve Kâab B. Züheyr’e övücü sözler söyleyerek onları şiire teşvik etmiştir. Bu teşvikten feyz alan binlerce şair Revaha, Hassan ve Kâab’ın yolunu takip ederek tarihte eşine rastlanmayan şiirler yazmışlardır.

 

Bu şairlerden Kâab B. Züheyr’in yazdığı tarihi adıyla Kaside-i Bürde (Hırka kasidesi), edebiyat adıyla Kaside-i Banet Suat bu güne kadar yazılmış en güzel naattır. Bürde Arapların gece üzerlerine örttükleri, gündüz giyindikleri hırkadır. Müslüman olmadan önce İslamı hicvettiği için hakkında ölüm emri çıkarılan Kâab, Peygamber aşkı ile belâgatın, i’cazın, estetiğin ve ahengin eşsiz misali bu kasideyi yazmıştır. Hz. Peygamberin, İslâm’ın ve sahabenin eşsiz bir dil ile övüldüğü bu kasideyi çok beğenen  Peygamberimiz (s.a.v.) hırkasını şaire giydirmiştir. Bu yüzden bu kaside "Kaside-i Bürde" olarak tanınır. Peygamberimizin hırkası ile ödüllendirilen bu şiirde Ka’b Peygamberimizin kapısına özür dilemek için gidişini şöyle dillendirir:

 

İşte onun kapısındayım, yüreğimde sonsuz bağışlanma  ümidi.
Ondan özür dilemeye geldim, af istemeğe geldim;
Çünkü o sırrını bilendir, kabul edicisidir mazeretlerin.
O affedenlerin en affedicisi.
İçi hidayet öğüdü, en yüce gerçekler dolu Kur'an’ı.
Sana armağan eden Allah için ver bana bir savunma mühleti.
Bakma ve zaten bakmazsın sözlerine beni kıskananların.
Senin hükmün onlara değil, hakka ayarlı ve ben de bir parça suçluyum belki.
Ama senin makamındayım şimdi.

 

Fillerin bile titrediği makamda.
Bir makam ki, titrerdi bir fil benim gördüklerimi görse, işitse işittiklerimi
Burada beni ancak Allah buyruğuna bağlı Peygamber affı kurtarır:
Ben de onun öç ve adalet eline uzatıyorum işte sağ elimi.
Beni ancak o kurtarabilir burada. Yalnız O. Şimdi söz yalnız onun.
Ama O "Sen suçlusun, cezanı çekeceksin" dese önünde eğik bulur boynumu adaletin heybeti.
En heybetli manzara bu olur benim için.

 

Çünkü Asserde iç içe açılan sonsuz aslan yataklarının en içindeki
Muhteşem yurdunda hüküm süren aslanlar başbuğudur O.
Bir arslan ki erkenden ava çıkar, yavrularının besini insanoğlu, insan eti.
Bir arslan ki, savaş alanında kendi düşmanı dengi
Bırakmadan çarpışmayı, haram sayar kendine savaşı terk etmeyi.
Heybetinden kısılır sesleri yırtıcı çöl arslanlarının,
Arslanlar arasında bile o dağıtır adaleti.
Parçalandı silâhları ve elbiseleri, kurda kuşa yem oldu
Bu vâdide kendi gücüne bileğine güvenen nice kişi.
Şüphe yok ki, Peygamber, en keskin bir kılıçtır kılıçlarından Allahın.
Sonsuz bir kurtuluşa, nura ve hidayete alıp götüren bizi.

Tarihte bürde kasidesi olarak anılan ikinci şiir İmam Buseyri’ye aittir. Buseyri Habibullah sevgisini anlattığı Kasidetü’l Bürde isimli şiirinde O’nu kâinatın en güzel gülü olarak tavsif ederek, bizleri o gül karşısında secdeye davet eder:

 

Hazret-i Muhammed Hakk’ın sesidir

Her iki dünyanın efendisidir

Arap-acem onun bir bendesidir

Zaman o gül gibi gül görmüş değil

Sen de o güzelin önünde eğil.

 

Rivayete göre ilk büyük Türk mutasavvıflarından olan Ahmed Yesevi 63 yaşına gelince kendisine yer altında bir hücre kazdırmış ve kalan ömrünü burada tamamlamıştır. Bu durumun gerekçesini "Divan-ı Hikmet" isimli eserinde Habibullah’ın 63 yaşında vefat ettiğini hatırlatarak kendisinin bu hatıranın hatırı için yer üstünde O’ndan daha fazla gezmekten haya etmesi olarak açıklar. Ölmeden önce ölmenin sırrına ermiş olmanın şuuru ile yazdığı “Hikayat-i  Miraç” şiirinde miraçta Allah’ın sırrını Habibullah’a nasıl faş ettiğini anlatarak, müminleri bu sırra kulak vermeye davet eder.

 

Hak tarafından nida geldi: “Erini” beni

Ey Habib’im, bana yakın gel sen beri

Mahrem kılayım has sırrıma şimdi seni

Gerçek ümmetseniz, işitip selam verin dostlar”

 

800 yıldır dilden dile dolaşan ve her daim tazeliğini ve güzelliğini muhafaza eden şiirlerin, nefeslerin, ilahilerin şairi Yunus EMRE “yaratılanı severim Yaratan’dan ötürü” diyerek, dağlar ile, taşlar ile, seherlerde kuşlar ile, sular dibinde mâhiyle, sahralarda âhû ile, bütün bunların yaratılmasının sebebi Ol Muhammed Mahbûb ile Mevla’yı çağırır. Sonra cümleye din ve iman olan Muhammed Mahbûb için söylediği şiirler ile insanları Mevla’ya çağırır. İnsan Yunus’un bu şiirlerinde  Muhammed Mustafa’nın izini bulur. İzinin tozuna yüzünü sürer. Peygamberin yüzünü görür. Hub cemâlini bir kez olsa düşte seyretmek ister. İnsan ancak onun şiirlerini okurken bu kadar içten “ya Muhammed cânım arzular seni” diyebilir.

 

Mevlana “Sen” isimli şiirinde Allah’ın Sevgilisi Muhammed Mustafa’yı, Yüce Rabb’imizin Rasulü, Huda’nın eşsiz, tertemiz, seçkin ve nazlı kulu, evrenin efendisi, Peygamberlerin gözünün nuru, bizim ışığımız, mi’raç gecesinde Cebrail’in arkadaşı, dokuz katlı yeşil gökyüzünde yürüyen, başsız ayaksız acizlerin yol göstericisi, Risalet bahçesinin servisi, marifetin baharı, şeriat bahçesinin nazlı gülü, yücelerin bülbülü şeklinde tarif ettikten sonra:

 

Sağ olduğum müddetçe ben, kölesiyim Kur’an’ın

Yolunun tozuyum ben O’nun, Muhammed Muhtar’ın

Kim naklederse bundan başkasını sözlerimin

Bıkkınım ben ondan da, ki o sözlerden de bıkkınım” diyerek  bütün sözlerinin Muhammed Mustafa’yı anlatmaktan ibaret olduğunu hatırlatır.

 

Ruhi “Habib-i Kibriya” isimli şiirinde Habibullah’ın Vedud’un bir aynası, Muhammed ve muhabbetin birbirlerinin mütemmim cüzleri, muhabbet ve Muhammed’in birbirine tutulan, birbiri içinde çoğalan aynalar olduğunu anlatır.

 

Bu alem bir aynadır, her şey hak ile kaim

Muhammed aynasından Allah görünür daim

Muhabbetten oldu Muhammed hasıl

Muhammed olmasa, muhabbetten ne hasıl?

 

Celal sahibi kişilerin kalbinde Cemal’in ayinesi aşkın bulunabileceğine pek ihtimal vermeyiz. Onların içinde öfkenin çoğu kere hazza galip geldiğini sanırız. Çoğumuzun zihninde İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif böyle bir celal hali ile canlanır. Oysa Akif edebiyatımızda Muhammed Mustafa için en çok şiir kaleme alan şairlerimizden biridir. “Necid Çöllerinden Medine’ye” şiiri çoğumuzun kalbinde hala altından bir levha olarak durur. Keza “Pek  Hazin Bir Mevlid Gecesi” şiiri de öyle:

 

Yıllar geçiyor ki ya Muhammed

Aylar bize hep muharrem oldu!

Akşam ne güneşli bir geceydi…

Eyvah, o da leyl-i matem oldu!

Alem bugün üç yüz elli milyon

Mazluma yaman bir alem oldu !

Çiğnendi harim-i paki ser’in;

Namusa yabancı mahrem oldu !

Beyninde öten çanın sesinden

Binlerce minare ebkem oldu

Allah için, ey Nebiyy-i Ma’sum

İslamı bırakma böyle bikes

İslamı bırakma böyle mazlum.

 

MODERN ÇAĞ VE NAAT GELENEĞİ

 

Yakın dönem Türk şiirinin gelenekle ilişkisi hayli zayıflamış  olsa da, İslam şairleri arasında naat geleneği devam etmektedir. Bunlardan birisi olan Cahit Zarifoğlu şiirinde onsekiz bin alemin sultanına “Efendim’ diye hitap eder:

 

Gözlerini süzüyorsun

Bir balık gibi akıyorsun kaldırımlarda

Bir daha yüreğini kaparsan bana

“Bu yaprağı paramparça yaparım”

Çiçekleri sarı yapraklar ve bir ocak ayı 

Ağız ağıza sin ve cim harfleri

Ateş kararıyor, bu içimin alevleri

Acı çekiyorum elimden alınmışsın gibi.

 

Kısa bir süre önce kaybettiğimiz medeniyet şairi Erdem Bayazit insanlığın en büyük yolculuğu Hicret’i “Savaş Risalesinde” şöyle anlatır:

Güneşin

mızrakların ucuna takılıp

kaldığı

bir vakitte

Diriliş erlerinin yüreklerinden

yayılan

Bir depremle sarsılıyordu arz.

Gerilmişti altımızda atlarımız

Fırlayıp kopacakmış gibi

baldırlarından

kasları

Ve tarıyordu bir projektör gibi

bakışları

üç kıtayı

Yeni bir vakte eriyordu yürekler

Yayılıyordu o muştu

                                    O coşku

O haber.

Bir gelen var

emin haberciden

emin olana

Ondan da sıddık olana ve sadık olanlara

sohbete erip

halkada duranlara

yürekten yüreğe

yol bulanlara.

 

Günümüz şiirinin güçlü seslerinden İsmet Özel de naat yazan şairlerimizdendir. Özel, insanın insan olma vasfını ve heyecanını yitirdiği, günden güne yavanlaştığı ve yozlaştığı, tenseverliğe kendini doğradığı, hakikat karşısında körleştiği ve sağırlaştığı bir dünyada “Dinleyin ey vakti duymak doruğuna varanlar” diye bizleri uyarır:

 

artık kimse bize haber vermeyecek

hemen şu tepenin ardında

saldırmaya hazır ve müsellah

bir düşman taburu durduğunu

çünkü gerçekten yok

böyle bir ordu

bir düşmanımız kaldı

kendi

dudaklarımız

arasında.

 

“Divan” şairi Turgut Uyar şiire bir “münacat” ile başlar, “naat” ile devam eder:

ipekler tel tel bir araya geldiler dokunmak üzere

lale nerdeyse menekşeye, gül suya dokunmak üzere

 

kılıç kesti, kan koktu bir atlı dörtnala uzaktan

günbatımının büyük eşitsizliğinden yakınmak üzere

 

bütün dertler söylendi çareler bir bir yazıldı

son büyük toplantıda bir bir okunmak üzere

 

kimseye başvurulmadı herkes bir başına kaldı, evet

sonradan hep birlikte kurtulunmak üzere

 

oysa bir çiçek vardı bahçelerde kendini dererdi

sevinçle. Kendini tek haklıya bir gün sunmak üzere.

 

“Yıkıldı Bak Güneşin İskelesi” deyip kısa bir süre önce ahiret aleminin Güneş’ine (s.a.v) göç eden Cahit Yeşilyurt “Gül’ce” isimli şiirinde, kâinatta iki cihanın güneşi Habibulah’ın aydınlattığı varlıkların lisan-ı halleri ile her daim O’nu andıklarını, bulutların dudaklarından salavatların döküldüğünü, çiçeklerin O’nunla açtığını belirterek, O’na olan hasretini dile getirir:

 

Bir kuş olup mescidinin penceresine konsaydım

Kur’ân okuyan Kur’ân’ın sesini duysaydım!

Bir gülüşünü kapıp çığlık çığlığa

Medine’nin dağlarına düşseydim!

 

“Buhurumeryem” şairi Lale Müldür herkesin hummalı, zamanın ise garip olduğu bir çağda krize tutulan kalbi için Muhammed Mustafa’dan şifa-i şerif niyetine Kaab’ın hırkası gibi bir hırka ister. Bu arzudan modern zamanlara mahsus bir kaside-i bürde zuhur eder:

 

Ameliyat masası üzerinde

Garb sürgünü, Şark sürgünü

Türkiye’nin kızıl kalbi açık

Çünkü kalp ince saydam

Bir cisimdir bunu anlayamadılar

 

Bak her şey kırılıyor sen

mai bakışın için, Logos

son lötüs ağacının ötesinde

iç çekerken melek

 

Sat bir kal kırılıyor

Senin sözün için

Gece kuğuyla yolculuk eden O’na

O’nunla vakit geçiren O’na

Bir kedi kırılıyor ağzında

Senin yakut mührün

arketipik Ahmet

“Mim’siz Ahmed’sin sen”

 

Swahili dilinde kırılıyorum

Arkalarını döner dönmez

Satıyorlar beni

Lahor’da kırık bir sitar gibi

 

Hastayım, hırkanı at üzerime

Ya Muhammed. 

 

İnsan bu çağda yalnız yaşamaktadır. Bunun içindir ki yaptığı her işte olduğu gibi şiirleri hep solo niteliktedir. Yine de her şair “mevlüt/naat” yazmayı bir ağrı gibi taşır terkisinde. Bilir ki o sevgiliye varıncaya kadar hep aynı, hep ayrı kalınacaktır. Tıpkı  solo bir müzik gibi hep aynı, hep ayrı:

 

solo / mevlüt

 

biz hep aynı, hep ayrı kaldık

biz hep aynı, hep ayrı kalacağız

 

kalbim kınını kırar

ikiye böler denizi akşam

gözlerim limanları savurur

gözyaşın dökülür saçlarımı ikiye ayırarak

sonra acılı yüreğimin anısı düşer

rüyanın ağlarına

 

dolaşırım kadırgası batmış deniz dervişi gibi

deniz feneri dediysem, yarısı sen, yarısı ben

rüya sen, düş ben

ki yedi iklimi birleştirdim eğe kemiklerimde ben

 

uzaklardasın, sözlerin karanfil toplar

aşk çarpıntısı tutar; sallanırsın

dalarsın gül tufanıyla bahçelere

gül tutar her yanım

ayı görünce denizim kasılır

bir çarpıntı da o yaşar

küheylan gibi ikindi üstünde şahlanır

atar eğerini üzerinden, köprü sarsılır

iskele yaralanır, göğsüm sağılır

 

şadırvanda su tınısı, camide kani karaca

burgulu şerefelerde yeşil kandil üzümleri

suya, sese ve kandile tutarım cümlemi

zikir mermerleri sarsar, çiniler salınır

minareye doğru koşan sesimde adın kalır

 

şimdi kıyıları hangi teknelerle kırılmış bir rıhtımım ben

hangi yamağın sürgüsüyle sürüldü rüyalarım

sakalar geçiyor gözlerimin kıyısından

ben şıra mı, nar suyu mu satarım

 

saçlarına sokulsam kuşatılırım bunu geç öğrendim

rüyamda seni görsem yıkarsın beni şiirlerle

hayalinle sözleşsem yakazalar için

gözlerim ah gözlerim kamaşır

 

siyah gözlerin aydınlatırsa gözlerimin karanlığını

ya ben nasıl gezerim sisli forsalarımla bu sularda

 

bu çakıl senin gülünün yaprağı olsun dedim

bu taş seni içime sürgüleyen yüreğim

kan taşı sürdüm kanayan yaralarıma

eriyeyim bu kan durduranla

sana döneyim dedim

 

gün ayrımında köprüde bir kaya doğrandı

taş taş sular ufalandı

taş seni kuş edip yollasam suya

deniz taşsa göğsüme dokunsa

 

gece ay kesildi ortasından sızlaya sızlaya

bir yay ayırdı gecemi

müziğiyle şarkı taksimlerimi

içimi gevşettim aryalarla ve sololarla

şarklarımı ve şarkılarımı çıkardım gölgelerden

denizin yaslı sütünü aldırdım da kumundan

denizden sıktım tuzunu

emzirdim bir çok derya kuzusunu

 

hasır örttüm üzerime şiirlerin sonunda hırka yerine

benimle beraber olduklarını sonradan gördüklerimle

bunlar benim beytimdir, bu uzun yıldız hırka, bu gök aba

bulut çözülsün aşkından, uzansın şöyle denizin kıyısına

 

ay aşkından birleşti, kırılmam artık ben böyle

parmakların elif gibi yarsa yüreğimi, ayrılmam artık ben böyle.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.