Mustafa ORAL
Aşkın "Aşkın" bir boyutu vardır
Şimdilerde Yusuf Kâh Kuyularda, Kâh Zindanlarda
Aşkın ve muhabbetin halka, halkına ve Hakk’a bakan yüzleri var. Bütün çeşidiyle latif ve nezih olmasına rağmen bu gün çok envaine tenezzül edilmiyor. Âşık kendi aşkı dışında bir aşkı onaylamıyor.
Âşık başkasını severken, yaşarken aslında kendini sever, yaşar. Kendini sevdiği için başkasını sever. Sevdiğinden mukabele görmeyenin daha sonra kendinden uzaklaşması bundandır.
Gerçekte aşk içinde güçlü bir ben, ene duygusu taşır. Uygun şekilde yönlendirilmediğinde alihelere (tanrılaşmaya) yol açabilir. Aşk kendi bedenini ve varlığını başkasının üzerinde seyretmektir. Başkasını sevemeyen kendini de sevemez. O halde aşkı iyi anlamak için insanı, kendimizi iyi tanımalıyız. Kendimizle kendimize benzettiklerimiz arasında nasıl bir ilişki olduğunu bilmek zorundayız.
Aşka pirim vermeyen, şefkati “pir” edinen Bediüzzaman’a göre hayat dört kelimeden ibarettir: Mana-i harfi, mana-i ismi, niyet ve nazar. Mana-i harfi varlığa ve olaylara onları yaratan Rabbin gözüyle esma hesabına bakmaktır. Her şeyde O’nun ismini, izini, özünü görmektir. Mana-i ismi ise sebepler perdesinden eşya hesabına bakmaktır. Bu kusurlu bir bakıştır. Zira çoğu kere sebepler onları yaratan Rabbe götürmez insanı.
Aşkta mana-i ismi hâkimdir. Bencildir âşık. Sevdiği şeyin kendisi için yaratıldığına inanır. Sevdiğinde Rabbini değil kendini görür. Onu kendinin mülkü sanır. Kendini kendine de, sevdiğine de malik bilir. Kendini onun sahibi bilir. Onu kontrolünde tutabilmek için şiirlerle, şarkılarla, türkülerle sena eder. Aşkını kâinata ilan eder.
Şefkatte mana-i harfi hâkimdir. Şefkat eden bencil değildir. Sevdiğinden karşılık beklemez. Onu Rabbinin emaneti bilir. Fenafilmahbub olur. Onda fani olur. Kendini feda eder. Onu Allah’ın mülkü, kendisini de o mülkün memlükü, kölesi bilir. Efendisine hesap verme sorumluluğuyla onu ona rağmen korur. Ona sahip olduğunu düşünmez. Kendini ona ait hisseder. Onda Rabbinin güzelliklerini, ilahi isimleri, sıfatları, işleri, rahmet tecellilerini görür. Bunları sena eder, över. Değil mi ki mülk Allah’ındır. Ve bütün senalar ona mahsustur. İnanmazsan 20. Mektup’a bak.
Şefkat iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, lezzet-i ruhaniye meşrebidir. Sevdiğini bildikçe tanır; tanıdıkça sever; sevdikçe ruhani lezzet alır.
Âşık önce sever; tanıdıkça sevgisi azalır. Azaldıkça uzaklaşır. Uzaklaştıkça ruhani lezzetini kaybeder.
Aşkın en yakın olduğu duygu nefrettir. Âşık sevdiğinin sevgisine layık olmadığını anlayınca pişman olur. Zamanla bu durum nefrete dönüşür.
Şefkatin en yakın olduğu duygu aşktır. Şefkat edilen şefkati hak ettikçe şefkat aşka dönüşür.
Aşk taşın içindeki su gibi iftirayı içinde saklar. İstediğini elde edemediğinde pis, demekle kalmaz; yalan söyler; yetmez bir de iftira eder. Züleyha yalan söylemiştir; Yusuf’a iftira etmiştir. Yusuf’un suçsuz olduğunu itiraf ettiği gün peygamberlik mesleği olan şefkat makamına ermiş; Peygambere eş olmuştur.
Şefkat ateşin içindeki su gibi itirafı içinde saklar. Sevdiğini itiraf ederek kendini karşısındakine emanet eder. Yusuf şefkat makamındaydı. Hayatında yalana yer olmadığı için iftihara da, iftiraya da ihtiyaç duymuyordu. İtiraf burcundaydı. Nitekim Rabbine Züleyha’ya ilgisini itiraf etmişti.
Gerçekte muhabbetin sebebi hüsün (güzellik), hayır gibi sıfatlardır. Günümüzde hayır gitmiş; hüsün kalmış. Sadece hüsne dayalı muhabbetten ne hayır gelir ki. Şimdilerde âşıklar fiile, esere, esmaya, Esma Sultan’lara takılıp kalıyor. Hâlbuki şefkat insanı sıfata, şuuna (iş), bazen de Zata (celle celahu) götürür.
Sahabe kendini yani dünyayı yakalamıştı.
Orada hayat şartlarını erdemin kendisi belirliyordu. Üstadın ifadesi ile haram-helal arası derin bir uçurumdu. Her şey olması gereken yerdeydi. Bunun için her şey denge halindeydi. Fakat gün geçtikçe flulaşan, grileşen, çoğullaşan, melezleşen, nispeten de yüzeyselleşen insanlık bu farklılıkları algılayacak birikimi gün geçtikçe yitirdi. Şefkat yerini aşka bıraktı.
Günümüzde aşkın içi boşaltıldı. Sanal aşkların yaşandığı bir çağda yaşıyoruz.
Mevlana aşkı, Bediüzzaman şefkati merkeze aldı.
Farklı çağlarda yaşadılar. Ama birbirlerinin devamıydılar. Nitekim Bediüzzaman “ben Mevlana döneminde gelseydim Mesnevi’yi yazardım. Mevlana bu zamanda gelseydi Risale-i Nur’u yazardı” diyerek bu ardışıklığa dikkat çeker. Bediüzzaman böyle bir çağda şefkati öncelemesi aşkın içinin boşaltılmasındandır. Aşkın aşındığını kavramamış olmasaydı belki şefkati bu kadar öncelemezdi. Mevlana dönemindeki gibi insan “saf” olsaydı elbette insana Allah’ı aşkla anlatırdı.
Aşkın coğrafyasının sıfır meridyeni aczdir. Gücünü başkasında aramanın acizliği. Mecnun, Leyla’ya ulaşamamanın acziyle âşıktır. Köleler kralların kızlarını isterler. İnsan, bu saikle hareket ederken, bulduğunun aradığı olmadığını anlarsa ondaki aşkın acizliği kulluk yoluyla mahbubiyete kadar götürür. Gerçekte ancak seven insan acizlik hissi yaşar. İnsan ancak sevince acizliğini anlar. Sevmeyen insan kendini kudretli hisseder. Başkasına ihtiyacı olmadığını düşünen insan sevemez. İnsan aczini ve fakrını bilince, her şeye gücü ve kudreti yeten Rabbini bilebilir.
Aşkın, aşkın bir boyutu vardır. Bu şefkattir. Tasavvuftaki aşk şefkate yaklaşan bir aşktır. Tezkiret-ül Evliya’da bir menkıbe anlatılır. Mürid tasavvuf merhalelerinden bir kısmını geçtiğini düşünerek vaaz vermek için şeyhinden izin ister. Şeyhi niçin vaaz vermek istediğini sorduğunda, ‘halka acıyıp, şefkat ettiğim için’, cevabını verir. Şeyh, “peki” der.
Gün gelir. Vaiz yerini alır. Vaaz başlar. Bir süre sonra yoksul bir derviş cemaatten kendisine elbise vermesini ister. Vaiz hemen üzerindeki elbiseyi çıkartıp dervişe verir. Şeyh durumu fark eder: Vaiz! İn oradan. Halka vaaz vermeyi onlara acıdığın için yaptığını söylemiştin. Oysa sen onlara acımıyorsun. Derviş elbise istediğinde herkesten önce davrandın. Kendini düşündün. Eğer cemaati sevip, acımış olsaydın, birilerinin dervişe yardım edip, sevap kazanmasını isteyecektin. Ama sen kendini sevdiğinden, sevap kazanmak istediğinden beklemeden elbiseni verdin.
Burada şeyh müridine ‘Sen aşk makamındasın. Şefkat makamına çıkıncaya kadar vaaz edemezsin. Aşka şefkatten inilir. Şefkate aşktan çıkılır. ’, demek istemektedir.
Her şey gibi şefkatin de bir sınırı vardır. Allah’ın merhametinden fazla merhamet merhamet olmadığı gibi şefkatinden de fazla şefkat de şefkat değildir. Zira bazen şefkat, acz yüzünden elemli bir musibete dönüşür. Sevdiği şeydeki hali, kusuru, eksiği veya fazlayı gideremeyen veya gideremeyeceğine inanan kişi işi kadere havale edip kederden emin olmak yerine bu hali kendine dert edinir. Halbuki “zarara rızası ile girene şefkat edilmez” prensibi doğrultusunda hareket eden kişide şefkatteki aczden kaynaklanan elem de kaybolur. Evet, şefkat her şeye gücü ve kudreti yeten Allah’a teslim olup, gücünün yetmeyeceği, gerçekleştirmekte aciz kaldığı işleri, O’na havale etmektir.
Bazen muhabbet ve sevgi firak ve ayrılık yüzünden belalı bir hirkat olur. İnsan sevdiğine şefkat etmeyebilir. Ama şefkat ettiğini sever. Ancak sevebileceği şeylere şefkat eder. Aşk alan el, şefkat veren eldir. Aşkta elde etmek, kabullenememek, hırçınlık, hoyratlık ve itaatsizlik varken, şefkatte sineye çekme, kabullenme, teslimiyet ve itaat ile içten erginleşme vardır.
Masum, olumlu hüzün zayıfa şefkat, gadre de şiddetli nefret rengi verir. Masum hüzünden bahsederken hüznün masum olmayanın varlığını da kabullenmiş oluyoruz. Masum olmayan hüzün coşkudur. Bu coşku aşkın eşya üstündeki dalgalanışından doğan bir dışa vurumdur. Demek ki hüznün dışa vurumu coşkudur. Deniz durgundur. Çoğu kere dalgalanışı da, nehrin kendini denize katması da vardır. O halde dalgalanan deniz değil, nehirdir. Denizin masum hüznü vardır. Denizler taşmaz; ırmaklar taşar.
Deniz şefkat, ırmak aşktır. Deniz masum, ırmak gadirlidir. İnsanlar çoğu kere denize düşüp boğulmaz, ırmağa kapılıp yok olur. Deniz şefkattir, kurtarır. Aşk ırmaktır, korkutur.
Risale’nin en mühim bir esasının şefkat olması, şefkat kahramanı olan kadınların kendisine fıtraten daha yatkın olması sunucunu vermiştir. Hayat balıkla öküzün üzerindedir. Balık denizdir; deniz kadındır. Öküz topraktır; toprak erkektir. İkisi birbirini tamamlar. Erkek ve kadın yeryüzü ve deniz gibi birbirini tamamlayan, birinin varlığı ancak diğerinin varlığıyla süren bir bileşkedir. Kadın-erkek bazında, soyut-somut bir ortaklıktan, tamamlamadan bahsedebiliriz.
Denizde çok batık gemiler, tuzlar, mercanlar vardır. Denizin kıymetini anlamadan batıp giden çok tayfalar vardır. Deniz kendi içinde bir şey istememiştir. Ama tayfalar yanlış yaptığı için onları içine atmak, almak zorunda kalmıştır. Bu yine de bir korumadır. Kadın şefkatiyle kendi içine gömdüğü şeylere türbelik eder; onu korur. Oysa ırmaklar gibi delişmen erkekler vardır. Yarınsız ve sadece parçalamak isteyen ırmaklar.
Bulunduğu kabı aşındıran kadın derinden yaşarken, erkek derinden yaralar. Denize bir taş atsanız etkisini çok geç ve yumuşakça gösterir. Oysa ırmağa bir taş atsanız, sürükler; gün gelir, onu önünüze bir kaya gibi diker. Dağ gibi taşı önünüze yığan nehir intikamını çabuk alır. Denizse daha teslimiyetçidir. Tabir yerindeyse kendisi kirlenme pahasına da olsa her şeyi korumaya çalışır. Bu açıdan intihara daha yakındır. Deniz başkaları için yaşar. Nehir kendisi için yaşar. Deniz alanını genişletmek, ırmağı kendi bağrında taşımak ister. Nehirse kendi varlığını genişletmek için taşar. Deniz şefkatli, ırmak ihtiraslıdır. Kadın merhametli, erkek hırslıdır.
Şefkat ve aşkın coğrafyası erkek ve kadının sınırları kısıtlamaları itibariyledir. Kadın şefkatin cemaliyle sevilmesi gerekir. Erkek ise cemalperesttir. Severken cemalperest değil belki zahirperesttir. Görüntüye çok önem verir. Kadın ayrıntıya karşı duyarlıdır. Erkek ise yüzeyseldir. Kadın sevdiğini tüm ayrıntılarıyla bilir, tanır, karıştırmaz. Erkekte yüzeysellik karıştırmaya sebep olur.
Kadın perdesiz sever ki bu şefkattir. Şefkatte vefa ve sadakat vardır. Bırakıp gitmez. Erkek perdeli sever ki, bu aşktır. Perde arkasında çok dolaplar çevirir. Vefa ve sadakati çok azdır.
Yakup’un Yusuf’a karşı sevgisi şefkat, Züleyha’nın Yusuf’a ilgisi aşktı.
Şimdilerde şefkat aşka mağlup. Şefkat kahramanı kadınlar/analar ağlıyor. Aşka âşık erkekler kan dökmeye devam ediyor. Yusuf’a talip Züleyha sarayı kaybetmekten korktuğu için iftira atıp onu zindana attırmıştı. Yakup’a/dünyaya talip kardeşleri ise Yusuf’u kuyuya atmıştı. Şimdilerde Yusuflar kâh kuyularda, kâh zindanlarda. Her yandan kan ve gözyaşı akıyor. Şefkat kahramanları dualara dursun. Kürt, Türk, Laz… hangi milletten olursa olsun analar ağlamasın artık. Şefkat aşka galip gelsin. Dünü unutalım, yarına bakalım. Kimseyi suçlamadan bir orta yol bulalım. Yeniden kardeş olalım. Aşkla kardeşliğe ve şefkate sarılalım. Şurada kaç kardeş kaldık ki…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.