'Bağdat'ta Risaleleri neşredeceksin'

'Bağdat'ta Risaleleri neşredeceksin'

Ahmed Ramazan, Bediüzzaman Said Nursî’nin "Bağdat’a gideceksin ve Risaleleri neşredeceksin" sözü üzerine Irak'a gider ve bir daha dönmez

Tuncer Çetinkaya'nın röportajı

Ahmed Ramazan, Bediüzzaman Said Nursî’nin "Bağdat’a gideceksin ve Risaleleri neşredeceksin" sözü üzerine Irak'a gider ve bir daha dönmez. “Üstad bana ne sağlığında ne de vefatından sonra rüya yoluyla dahi olsa Türkiye’ye dönmemi söylemedi” diyerek emre itaatteki inceliğin zirve noktasını gösteren Ahmed Ramazan ömrünün çoğunu yurtdışında geçirmiş.

Yıl 1948. Askerden yeni dönmüş 25 yaşında yağız bir delikanlı, memleketteki maneviyat boşluğunun da etkisiyle intisap edecek bir şeyh aramaya başlar. Malatyalı bu gencin maksadı, günahlardan kendini koruyabileceği bir limana sığınmaktır. Diyarbakır ve Elazığ’da iki tarikat ismi tavsiye edilir; ancak gidip ziyaret ettiği tarikatlar ve şeyhleri kendini tatmin etmez.

İstanbul’a döndüğünde Afyon’un Emirdağ ilçesinde sürgün hayatı yaşayan Bediüzzaman Said Nursi'nin varlığından haberdar olur. Hemen Emirdağ’a doğru yola çıkar. Vardığında ikindi vaktidir. “Bugün otele gideyim, Bediüzzaman’ı yarın bulurum” diye düşünür.

Otel kâtibi işlem yaparken kapıdan bir genç girer. Mustafa Sungur isimli bu genç, kâtibe Ahmed Ramazan isimli birinin otele gelip gelmediğini sorar. Kâtip hemen yanı başında duran Ahmed Ramazan’ı işaret ederek “İşte aradığın kişi!” der. Ramazan şaşırır. Kimseye haber vermediği hâlde, hem de ismiyle arandığına şahit olmak onu hayrete düşürür. Otele gelen gence kendisini nasıl bulduğunu sorunca yine şoke edici cevabı alır: “Ben orasını bilmem. Üstad’ımız bana, ‘Git falan otele Ahmed Ramazan isimli biri geldi, onu al getir’ dedi."

Ahmed Ramazan’ın Üstad Bediüzzaman’la ilk karşılaşmasında da bir sürpriz yaşanır. Daha aralarında hiç konuşma olmadığı ve ne maksatla geldiğini söylemediği hâlde Bediüzzaman’dan “Evladım senin aradığın bizde yok. Biz tarikat değiliz ve ben de şeyh değilim. Biz iman ve Kur’an hizmetleriyle meşgulüz” mealindeki sözleri işitince adeta dizlerinin bağı çözülen Ahmed Ramazan o anda “İşte aradığım kişi!” diyerek Said Nursî’nin talebesi olmaya karar verir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin “Bağdat’a gideceksin ve oradan bütün dünyaya Risale-i Nurlar’ı neşredeceksin” sözü üzerine yurtdışına çıkan ve “Üstad bana ne sağlığında ne de vefatından sonra rüya yoluyla dahi olsa Türkiye’ye dönmemi söylemedi” diyerek emre itaatteki inceliğin zirve noktasını gösteren Ahmed Ramazan ömrünün çoğunu yurtdışında geçirmiş.

33 yıl Bağdat ve Şam’da, 23 yıldır da Medine’de yaşayan Ahmed Ramazan sadece bir yıl Necip Fazıl’la birlikte çalıştığı Büyük Doğu mecmuasındaki yazıları sebebiyle defalarca mahkemeye verilmiş. 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın akrabası ve çocukluk arkadaşı Ahmed Ramazan, yurtdışında kaldığı süre içinde 25 yıla yakın Millî İstihbarat Teşkilatı (MİT) tarafından takip edilmiş ve sorguya tabi tutulmuş.

Bediüzzaman’ın talebesi Ahmed Ramazan‘la Medine’de görüştük.

Size ”Bediüzzaman’ın postacısı” diyorlar. Doğru mu?

Hayır. Ben Üstad’ın postacısı değilim. Ömrüm boyunca Üstad bana sadece bir mektup verdi. 1950’li yıllarda Mısır’da İhvan-ı Müslimin’in lideri Hasan el-Benna öldürülmüştü. Galiba taziye mesajıydı. İki sayfalık bir mektuptu. Onu Mısır’a götürdüm.

Yurtdışında kaldığım süre içinde dünyanın her tarafına Risale-i Nur’un neşri için mektuplar yazdım. Dünyanın değişik ülkelerindeki tanınmış şahsiyetlere, İslam merkezlerine, Müslüman cemaat liderlerine mektuplar gönderdim. Gelen cevapları Üstad’ımıza iletiyordum. En büyük kızım ilkokuldayken hocası “Kızım baban ne iş yapıyor?” diye soruyor. O da “Bilmem, hep mektup yazıyor” demiş. “Kızım bu iş değil” deyince “Bilmem, başka bir şey bilmiyorum, oturur hep mektup yazar” demiş.

Mektupları kendi inisiyatifinizle mi yazıyordunuz. Yoksa Üstad size ”Şu kişiye mektup yaz” mı diyordu?

Üstad nerede, ben nerede? Üstad Emirdağ’da veya Türkiye’de bir yerde, ben Bağdat’tayım. O zaman telefon veya iletişim yoktu.

İlk nereye gittiniz?

Evvela Halep’e uğradım. Üstad orada birine selam göndermişti. Şeyh Zeynel Abidin diye biri. O da o günlerde düşmüş, ayağı kırılmış, kimseyi kabul etmiyormuş. Göremedim. Sonra Şam’a gittim. Şam’dan Beyrut’a. Beyrut’tan da vapurla Mısır’a. O mektubu İhvan-ı Müslimin’e ulaştırmak için.

Üstad’la ilk nasıl tanıştınız?

Askerliği bitirdikten sonra bir tarikata intisap etmek için şeyh arıyordum. Birkaç isim söylediler. Diyarbakır’a, Elazığ’a gittim baktım pek mutmain olmadım. Sonra İstanbul’a döndüm. Bana “Bediüzzaman var, onunla hiç görüştün mü?” dediler. “Yok“ dedim. “Nerede oturuyor?” diye sordum. “ Emirdağ’da” dediler. Gittim Emirdağ’a. Kendisiyle bir saat kadar görüştüm. Akşam oldu. “Akşam namazında gitmeyin. Cemaatle namazı kılalım” dedi. Namazı kıldık ve ben ayrıldım.

İlk karşılaşmanızı anlatır mısınız?

Kapıdan içeri girince gözlerine baktım. Çok etkileyiciydi. Çok heyecanlıydım. Ben daha hiçbir şey demeden, “Aradığın bizde yok evladım. Biz iman hizmetiyle meşgulüz” dedi. Başka şeyler de söyledi; ama ben heyecandan söylediklerinin hiçbirini anlamadım.

Üstad’ı tanıdıktan sonra bir göreviniz oldu mu?

Bir sene Büyük Doğu’da Necip Fazıl’la birlikte çalıştık. Risale-i Nurlar’ı neşretmek amacıyla çalışmaya başladım.

Büyük Doğu’dan niçin ayrıldınız?

O günlerde ilk olarak matbaada Gençlik Rehberi'ni basmıştık. Bir ev tutmuştuk. 6-7 odası vardı. Ahmet Aytimur vardı, iki Ziya, Abdulmuhsin vardı. 7 kişiydik. Gençlik Rehberi'ni bastıktan sonra benim odaya almıştık. Bir gün polisler bastı. Benim odadan risaleleri alıp götürdüler. Benim de ifademi aldılar. Tabii mahkemeye verdiler. Üstad’a haber gönderdik. “Bu mahkemeyi kim üzerine alsın?“ diye. Üstad’dan haber geldi, ”Abdulmuhsin üzerine alsın” diye. O üzerine aldı.

Sonra bana da haber geldi. "Derhal Büyük Doğu’dan ayrılsın" diye. Pazar günü gittim Necip Fazıl’ın evine. "Ben yarın gelmiyorum" diyerek Üstad’ın yanına gidip "Ne olacak?" diye sordum. "Seni dışarı gönderiyorum" dedi. Ben dokuz mahkememin olduğunu söyledim. "Nasıl gideyim? Pasaport vermezler" dedim. Kaçak da gitmek zor. Bana, "Pasaport alacaksın" dedi. Öyle deyince İstanbul’a döndüm, muameleye başladık ve bir hafta içinde pasaportu aldım.

Dokuz mahkeme hangi konulardandı?

Büyük Doğu’da Neşriyat Müdürü’ydüm. Orada çıkan yazılardan. En son ”Başımızda kulak istiyoruz” diye bir makale yazmıştım. İsmet İnönü reisicumhurdu o zaman. En son o mahkemeye verdi. Hatta bir avukat göndermişti mahkemeye. Ben avukata dedim ki: "Seninle muhatap olmam, İsmet İnönü’nün kendisi gelsin."

Büyük Doğu’dan ayrılana kadar Emirdağ’a sürekli gidip geliyor muydunuz? Üstad’la bu arada kaç kez görüştünüz?

İki kez görüştüm. Bir de Mısır dönüşü Eskişehir’de görüştüm. O zaman Eskişehir’de oteldeydi.

Mısır’a gitmeden önce Üstad’la nasıl temas kuruyordunuz?

Ben gidip gelmiyordum. Gidip gelen kardeşler vardı. Ben Büyük Doğu’ya sırf Risale-i Nur’un neşri için girmiştim. Bazen neşrediyorduk.

Büyük Doğu'dan ayrıldıktan sonra ne oldu?

Gittim kendilerine. Bir mektup yazdı. İki sayfaydı. "Bu mektubu Mısır’a, İhvan-ı Müslimin’e götüreceksin" dedi. Sonra da, "Risalelerin neşri için oralarda kalacaksın" dedi. Altı ay sonra Türkiye’ye döndüm. Eskişehir’de oteldeydi. Gece gitmiştim. Görür görmez karyoladan atladı. "Ahmed Ramazan’ım gelmiş" dedi. (Ağlıyor.) Bana, "Anlat bakalım ne gördüysen" dedi. Ben gördüğüm olumsuzlukları daha anlatmaya başlamadan, "Kötü taraflarını anlatma, iyi taraflarını anlat" dedi. Konuştuktan sonra "Risale-i Nur’un neşri için nerede kalacağım?" dedim. "Bağdat’ta kalacaksın" dedi.

Üstad 1911’de Mescid-i Emeviye’de verdiği Hutbeyi Şamiye’sinde bazı hastalıklar ve reçetelerini sunuyor. Bu hastalıklar devam ediyor muydu?

Hastalıkların hepsi vardı. İslam âleminin hepsi Türkiye’den bir şeyler bekliyordu. O günden bugüne değişen bir şey olmadı. Hep Türkiye’den bir şeyler bekliyorlar.

Bağdat’ta ne kadar kaldınız?

1950-1968 arası 18 sene kaldım. Mektuplarla tercüme edilmiş risaleleri dünyanın her tarafına gönderiyordum.

Mısır’a gönderdiği mektubun içeriği hakkında bilginiz var mıydı?

İhvan-ı Müslimin’e verilmek üzere bir mektuptu. İki büyük kareli yapraktı. Yanımda zarfa koydu ve kapattı.

İhvan-ı Müslimin nasıl karşıladı mektubu?

Lider Hasan el-Benna öldürülmüştü. Onun yerine damadı Said Ramazan bakıyordu. Onunla İstanbul’da da tanışmıştık. Benim yanımda mektubu açmadı. Üstad’a hediye edilmek üzere kitap imzaladı verdi. Sonra Mısır’dan ayrıldım.

Bağdat’ta Risaleleri neşretmeye başladınız? Nasıl karşılanıyordu, yorum yapanlar oluyor muydu?

Mesela bazı Risaleleri Finlandiya'ya göndermiştim. Oradan bana Müslüman cemaatin Reisi Habiburrahman Şakir mektup gönderdi. "Bu Risaleleri yazan kişi asrın müceddididir." dedi.

Sadece Arap ülkelerine mektup göndermediniz yani…

Her tarafa, Amerika’ya, Çin’e, Endenozya’ya… Her tarafa gönderdim.

Müslüman liderlere mi?

Liderlere, İslam merkezlerine…

Bu mektuplar veya mektuplara gelen cevaplar duruyor mu?

Evet duruyor. Ama bazı nüshalar kayıp. Mesela Çin’den gelen mektubu Üstad’a göndermiştim. Farmoza Adası’nda Müslümanlar yaşıyordu. Başkanları General Ömer diye birinden mektup geldi. İçeriğini hatırlamıyorum. Onu gönderdim. Finlandiya ve Yunanistan’dan gelenler Tarihçe-i Hayat’ta var.

Üstad’ın sizi Bağdat’a göndermesinin ne hikmeti var? Bağdat’ın Türkiye’ye bakış açısı nasıldı?

Krallıktı. Bütün vilayetleri gezerdim. Arap coğrafyasında bana hep sorarlardı: "Türkiye’de cami var mı, Müslüman var mı?" Sultan Abdülhamid’e dua eden bedeviler vardı. Hatta bu vaziyeti görünce bir gün Vakıflar Bakanı’na söyledim: "Türkiye’yi iyi tanımıyorlar, cami var mı, Müslüman var mı yok mu diye soruyorlar. Bunu halledelim." Bana, "Ne yapalım?" dedi. Ben de, "Türkiye’den vaiz çağıralım, vilayetleri dolaşsın, Türkiye’yi anlatsın, Kur’an kurslarını anlatsın" dedim. "Peki" dedi.

Yaşar Tunagür’e (dönemin Diyanet İşleri Reisi) mektup yazdım. Olumlu cevap verdi. Üç isim verdi. Biri kendisiydi, diğeri Abdurrahman Gürses, Beyazıt’ın baş imamı. Bir de başka bir isim. Genç bir hafızdı, ismini hatırlamıyorum. Geldiler, 15 vilayeti dolaştılar, Kur’an kurslarını, imam hatipleri, camileri anlatıp gittiler.

Üstad’la nasıl irtibat kuruyordunuz?

Urfa vasıtasıyla temas kuruyordum. Abdullah Yeğin oradaydı. Ben yabancı ülkelerden gelen cevabî mektupları Urfa’ya gönderiyordum. Onlar da Üstad’a ulaştırıyorlardı.

Medine’ye gelişiniz nasıl oldu?

Bağdat’ta inkılâp olunca bana üç gün mühlet verdiler. "Irak’ı terk edeceksin" diye. Başkanlığa ve İçişleri Bakanlığına bakan Abdulselam Arif’e gittim. İnkılâbı yapan kişi. Bir müddet daha izin verdi. Sonra 68’de ayrıldım. İstanbul’a gittim, iki sene kaldım. Çocukların okuma vakti geldi. Ben, ”Burada okutmam” dedim, Şam’a geldim. Şam’da 16 sene kaldım. Orada da 16 sene boyunca Risaleleri neşrettim.

85’te buraya (Mekke) umreye gelmiştim. Dediler ki: "Turgut Özal burada." Hemen yanına gittim. Özal benim çocukluk arkadaşımdı, akrabalık da var. Amcası bizim aileden evliydi. Medine’de ikamet etmek istediğimi söyledim. "Tamam, Ankara’ya gidince bir resmî yazı yazalım" dedi. Dedim: "O uzun sürer, aylar sürer, burada yazın." “Peki” dedi. O zaman veliaht Abdullah’tı. Mektup yazdı ve oturum izni aldık. Şam'a gittim, çocukları alıp Medine’ye yerleştim.

MİT, YIRTDIŞINDAN BENİ TAKİP EDERDİ

Türkiye’ye geldiğinizde ne oldu? Mahkemeleriniz vardı?


Mürur-u zamana (zaman aşımı) uğramıştı; ama beni yine rahat bırakmadılar. Aldılar, Diyarbakır'a götürdüler. MİT’in merkezine götürdüler On gün boyunca her gün üç saat sorguladılar.

Ne soruyorlardı?

“Bağdat’ta ne yaptın? Kimlerle görüştün, kimlerle temas kurdun?" gibi. Çünkü Bağdat’a her altı ayda bir MİT’ten birisi gelirdi. Beni takip ederlerdi. “Kimlerle temas kuruyor veya görüşüyor” diye. Tabii gönderdikleri kişiyi talebe olarak gönderiyorlardı. Altı aylığına Arapça öğrenmek üzere gönderiyorlardı. En son biri geldi. O şimdi duruyor. Asker emeklisi. Onun da geldiğini bana MİT’ten biri haber verdi. “Falan kişi geliyor, konuşmalarına, hareketlerine dikkat et” diye.

Bu kişiyle aranızda bir diyalog geçti mi?

Bir gün "Beni ziyaret yerlerine götür" dedi. Bunun üzerine Hz. Yuşa’ya gittik. Bağdat'ta da bir Yuşa Aleyhisselam makamı var. Kapıcı kapıyı bir türlü açamadı. Kapıcı dedi ki: "Buranın âdetidir, kendisini sevmeyen olursa kapı açılmaz." , "Bende bir şey yok, varsa bunda var" dedim. Sonra ona, "Kapıcı böyle diyor" dedim. "Evet, ben İsrail peygamberlerini sevmem" dedi. "Nasıl Müslüman’sın?" diye münakaşa ederek camiye kadar geldik.

O sırada ikindi okundu. Hâlâ münakaşa ediyoruz. Dayanamadım artık. Sağına soluna bir tokat yerleştirdim. "Git, camiye de girme" dedim. Ben tokadı vurunca, o zaman kendini belli etti. Dedi: "Ben yazacağımı biliyorum." Ben de, "Ne yazarsan yaz" dedim. Gitmiş, "Ermenilerle görüşüyor, Türkiye aleyhine çalışıyor" diye bir sürü şeyler yazmış.
Moral Dergisi