
Bahri YAĞMUR
Kosova Notları-II
Bölgede Türk-Arnavut çatışmasını körükleyen unsurları görmek mümkün. Hemen her girişim Türk-Arnavut düşmanlığını körükleyecek boyutta. Her fırsatta bu iki millet arasındaki milli ayrılıklardan bahsedilmekte, İskender Paşa adındaki Arnavut Paşa, Osmanlı’ya karşı sözde mücadelesiyle yüceltilmekte ve Arnavut milliyetçiliği yükseltilmeye çalışılmakta. Bana öyle geliyor ki Türk-Sırp milliyetçiliği çatışmasından sonra ortaya atılan başka bir plan bu... Ancak sağ duyulu Müslüman Kosovalılar biliyorlar ki Arnavutlar ile kıbleleri bir, Rableri bir, Peygamberleri bir. Bine kadar bir bir... Ve tuzaklara, oyunlara gelmiyorlar. Omuz omuza saf alıp dergâha duruyorlar Arvanut kardeşleriyle. Hatta cumaları bazı camilerde dinledikleri Arnavutça hutbeler bile onları o kadar rahatsız etmiyor.
Kosova’da hayat zor. Elektrikler üç saat var, beş saat yok. Evimizdeki LPG’li tüpümüz de olmasa çaya, kahveye hasret gideceğiz. Başımızın üzerinde gece gündüz gezen askeri keşif helikopterlerinin gürültüsünden kurtulmamız, bir an kafa dinlememiz ise neredeyse imkânsız. Buralarda her an her şey olabilir, insanın başına her şey gelebilir vehmi kuşatıyor insanı.
Buradaki insanların hemen hepsi en az üç dil biliyor. Türkçe, Arnavutça, Sırpça... Nedenini soruyoruz, Komünizm devrinde bu dilleri bilmeyenlerin işe girmeleri hemen hemen imkânsızdı, diyorlar. Bazı okullarda eğitim öğretim Türkçe yapılıyor ancak çocuklar ve gençler Arnavutça konuşturulmaya özendiriliyor. Dediğimiz gibi muazzam bir Arnavut milliyetçiliği propagandası var Kosova’da...
Burada yaşayan Türklerin hemen hepsinin Türkiye’de akrabaları var. Hatta azımsanamayacak büyük bir çoğunluğun Türkiye’nin muhtelif yerlerinde yazlıkları mevcut. Yılda birkaç ay da olsa yazlıklarında kalıp yine kendi öz yurtlarına dönüyorlar. Kosova insanı fıtraten Türkiye’yi ve Türk insanını seviyor. Öyle ki çocuklarının isimlerine varıncaya kadar ülkemizden izler bulmak mümkün. Bunun en güzel ve dikkat çekici örneği Erzincan’dı. Evet yanlış duymadınız, buradaki insanlar ülkemizi çocuklarına onun şehirlerinin isimlerini verecek kadar seviyorlar. On sekiz yaşındaki Erzincan, hiç yadırgamadan gururla taşıyor ismini. Duvarlardaki BJK, FB, GS yazılarını gördüğünüzde ve fanatik taraftarların maç sonrası tezahüratlarını işittiğinizde kendinizi Türkiye’de sanıyorsunuz. Hatta Türk Milli Takımının dünya kupasındaki başarısında burada yer yerinden oynamış ve Şadırvan Meydanı, o zamana kadar görülmemiş bir kalabalıkla dolup boşalmış. TV’lerde ise bütün Türk kanallarını izleyebiliyorsunuz.
Prizren şehir merkezinde çoğu Osmanlı dönemine ait olmak üzere ibadete açık yirmi altı camii, çok sayıda türbe ve zaviye mevcut. Ancak daha önce dediğimiz gibi ortak dert hep aynı: İlgisizlik, bakımsızlık. Ecdadımızın yüzlerce yıl önce inşa ettirdikleri bu muhteşem eserler şimdilerde ilgisizlikten yok olma noktasına gelmiş durumda... Onların o büyük imanlarıyla yaptırdıkları eserleri, bizler korumaktan o kadar aciziz ki...
Kosova’da iyi-güzel, kötü-çirkin iç içe geçmiş gibi. Şehir meydanındaki Şadırvan adı verilen meydana doğru ilerlerken, Osmanlı yapısı bir cami ve köprü ile -ki bu taş köprü Prizren’in simgesidir- biraz ileride büyük bir kilise, kilisenin aşağısında ise yakın zamana kadar Ruhban okulu olarak kullanılmış bir yapıyla karşılaşıyorsunuz. Öyle ki Sinan Paşa camiinin içinden yüz metre kadar ilerdeki bu kiliseyi görmeniz hiç de zor değil. Ruhban okulundan oldukça renkli simalar mezun olmuş, bunların başında meşhur katil Miloseviç geliyor.
Gezimizin dördüncü gününde Prizren’deki Türk Taburumuzu ziyaret ettik. Taburumuz, buradaki UN askerlerinin medar-ı iftiharı durumunda. Bayrağımızı ve askerimizi bu topraklarda görmek bize sevinç ile gururu bir arada yaşatıyor. Taburumuz, yoksul ailelere yardımlarda bulunuyor, park ve bahçeler inşa ediyor, kültürel eserler yayınlıyor, hastaları ücretsiz tedavi ediyorlar. -Alman birliklerinin muayene ücreti için hasta başına 40 Euro aldığını söylemeliyiz- Taburumuz, yöredeki tarihi binaların restorasyonu ile de yakından ilgileniyor. Bunun en dikkat çekici örneği Kıblegâh Camii. Caminin en büyük özelliği Murad Hüdâvendigâr’ın Kosova Savaşı’nda ordusuyla ilk Cuma namazını kıldığı cami olması. Taburumuz 2002 yılında bu etrafı açık camiyi aslına uygun olarak restore ettirmiş ve çevresini bir parka dönüştürmüş.
Yöre insanı Türk askerini ilk günkü sıcaklığıyla bağrına basmakta ve onları kendilerinin bir parçası olarak görmekteler. Bunun en büyük örneğini ise “yüzbaşı olayı” dedikleri bir vakıada göstermişler. Olay kısaca şöyle: “Bir yüzbaşımız Kosova Türk taburumuzun yaptırdığı parkta oturmaktadır ve vakit haylice geçmiş, gece yarısına yaklaşmıştır. Devriye gezen Alman askerleri, üniformasından Türk olduğunu anladıkları yüzbaşımız ile tartışmaya başlarlar. Kendisinin burada oturamayacağını, görevine dönmesinin gerektiğini söylerler. Yüzbaşı, o gece görevinin bulunmadığını, parka hava almak için geldiğini, bunun da en doğal hakkı olduğunu söyler. Ancak olay çıkarmayı göze almış Alman askerleri diretir ve zor kullanmaya kalkarlar. Bunun üzerine yerinden doğrulan yüzbaşı, beş Alman askerini yumruklarıyla yere serer. Ortalık karışır, Alman birliklerinden görevliler gelir, yüzbaşı aleyhine tutanak tutulur ancak yüzbaşı ortalıklarda yoktur. Mahallenin delikanlıları yüzbaşıyı kaçırmış ve Alman birliklerine giderek, yüzbaşımızı vermeyiz, bizi almadan onu alamazsınız, derler. Olaylar çığırından çıkar. Beş Alman askerinin dövülmesini hazmedemeyen Almanlar olayı büyütmeye kalkarlar ancak yöredeki akl-ı selim insanlar “Şimdilik yüzbaşının Alman askerleri tarafından dövüldüğünü TV ve gazetelere söyleyelim aksi halde olay içinden çıkılmaz bir hal alacak” diyerek TV ve gazetelere kendi ağızlarından “Bir Türk yüzbaşısının Alman askerleri tarafından dövülmesini esefle kınıyoruz” diyerek olayı ört bas ederler. Bunun üzerine o vakte kadar yüzbaşıya zarar gelmesin düşüncesiyle onu evlerinde saklayan yöre halkı yüzbaşıyı taburuna teslim eder.
Buradaki Türklerin konuşmaları bizdeki Balkan göçmenlerin diline oldukça benzer. İlk başta anlamakta zorluk çekiyorsunuz ama zamanla buna alışıyorsunuz. Cümleleri genelde devrik kuruyorlar. Ağabey’e “tada”, teyzeye “tede”, amcaya “aco”, toruna “unika”, sürekliye “biteviye” diyorlar.
Son günümüzde yine Şadırvan’dayız. Kosovalı küçük kızların müzik programını izliyoruz. On-on beş kişilik Türk-Arnavut çocuklarından oluşan bu grup Türkçe, Arnavutça, İngilizce şarkılar söylüyorlar. Program devam ederken hemen yanımızdaki Sinan Paşa Camiinden ezan sesi duyuluyor. Şarkı söyleyen gruptaki kızlardan biri, bir duyuru yapıyor anlayamıyoruz ama program ezan bitimine kadar durduruluyor.
Yanımızdaki arkadaşlara hislerimizi ifade ediyor, memnuniyetimizi dile getiriyoruz. Masamızdaki 19 Mayıs Üniversitesi mezunu Kosovalı öğretmen arkadaşımıza her şeyin düzeleceğini, eskisi gibi olacağını, zulüm ve baskının bir gün biteceğini söylüyoruz. Kosovalı öğretmen derin bir iç geçiriyor ve ekliyor “Düzelmez buralar siz gelmedikçe. Osmanlı torunları gelmedikçe, adaletini getirmedikçe, zulmü susturmadıkça, kanı dindirmedikçe düzelmez buralar. Bize Osmanlının adaleti, şefkati, himayesi lâzım. Ancak o zaman...” diyor.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.