Hüseyin KARA
Baş gitse de
Hiçbir dava ve hiçbir dava adamı yalnız başına amaca ulaşamaz. Bunun için her şartta çalışacak, kendini davaya adayacak ve arkasına asla bakmayacak adamlara ihtiyaç vardır.
Dün böyle olduğu gibi bugün de böyledir. Dün Asr-ı Saadette ilkin bir avuç insan davayı omuzladıydı. Sonraları bayrağı kapıp dalgalandıranlara koca dünya bile dar geldi. Dava ateşi tutuşmaya başlasın hele, nice adlı ve adsız kahramanlar yetişir.
Davalara tam fedakâr ve tam özgür insanlar gerek. Risale-i Nur davası da başta Üstad Bediüzzamanla olmak üzere nice elden, serden geçmiş insanlarla başlamış ve desteklenmiş ve kısa zaman sonra öylesine genişlemiş ki, dünyanın dar gelmeye başladığı zamanlara gelinmiş oldu.
Sınav içinde sınavlar eksik olmazdı bu davada. Tamam deyip kervana katılmak demek yeterli değildi. Dava sürecinde, zorluklarla birlikte pişmek ve gerektiğinde dağlanmak gerekirdi. Dava sürecinde dava adamı gelen ateşleri göğsünde söndürmeliydi; başı kopsa gövdesi, gövdesi kopsa başı koşmalıydı. Dava adamının önüne alevler yükselse, davası emrediyorsa alevlere atılmalıydı. Bu olmaz demek yoktu; mademki dünyadayız olması için gayret sarf edilmeliydi.
Bediüzzaman kendisindeki bu aksiyon özelliğini talebelerine de yaşatmak istiyordu. Özellikle Zübeyirin üzerinde en ince ve en zor terbiye kurallarını uyguluyordu. Alıştırıyordu, kendisinden sonra karşılaşılacak zorluklara hazırlıyordu. Zübeyir de bir talebenin fedakârlığı ötesinde bambaşka bir anlayış ve kavrayışla onun dizi dibinden ayrılmıyordu. Üstadının ihtiyacını gidermede en küçük sapma ve ayak sürçmesi yapmıyordu.
Bediüzzaman, belki de kendisinden sonraya hazırlıyordu Zübeyir Gündüzalpi. Başka talebeleri bir hata yapsa, bütün hıncını Zübeyirden almasının sebebi buydu belki. O bir hata yapmadığı gibi başkalarına da yaptırmamalıydı. Üstadının gözü kulağı olmalıydı. Zübeyirin her şeyden haberi olmalıydı. Dava adamı böyle olurdu işte. Üstadı yetiştirmeyecekti de kim yetiştirecekti Zübeyiri. Acımasız davrandığı söylenemezdi. Üstadının hedef aldığı onun, yani Zübeyirin nefsiydi. Dava için, özgür olmak için nefis, tam bir engeldi. Aslında Üstadı Zübeyirin bu engelini yıkıyordu işte, nefsini kırıyordu bir tabip kontrolünde. Zübeyir asla itiraz etmiyordu. Üstadı onda en ağır terbiye metotlarını denedikçe teslimiyeti daha çok artıyordu Zübeyirin.
İşte bir gün parmağında dolama olduydu Zübeyirin. Acısı dayanılmazdı. Gündüz arkadaşları doktora götürmüşlerdi. İlaçladılar. Zonklaması gece boyunca devam etti. Gözüne uyku tutmadı. Ama sabah namazından sonra ders vardı. Üstadının karşısında öyle uykusuz ve kendinden geçer vaziyette olur muydu? Üstadının her ne sebepten olursa olsun üzülmesini asla istemiyordu. Benim için bir mazeret belirtin dedi arkadaşlarına. Niyeti o sabah o vaziyette sabah dersine katılmamaktı.
Sabah oldu, namazlar kılındı. Mutat olan sabah dersi başladı. Gözü Zübeyiri görmüyordu Üstadın. Nerde Zübeyir? diye Zübeyirin hemşerisine sordu. Düşünmeden Gazete almaya gitti dedi. Bir başkasına sordu Zübeyiri. O da içinde bulundukları odayı göstererek Üstadım burada yok diye cevap verdi. Başkalarını gönderip getirtilmesini emretti; aksine dersi yapmayacaktı. Gittiler ve getirdiler.
Sen neden hemşerini bana tercih ettin diye ilkin sorduğunu haşladı. Sonra Zübeyire döndü; Bütün bunları bozan sensin! der demez şiddetle tokatlamaya başladı Zübeyiri. Yetmedi kulunç değneğiyle vurdu. Zübeyir, bütün uysallığıyla önüne diz çökmüş, saygısında en küçük kusur etmeyerek teslim olmuş duruyordu. Üstadı onu dövdükçe başını Üstadının dizlerine koyuyordu. Dünyada varsa yoksa Üstadıydı; başka sığınacağı nesi vardı ki. Zübeyir Üstadına sığındıkça, sen kasten yapıyorsun diyerek kendisinden uzaklaştırıyordu onu, yine dövüyordu.
Zübeyir, bir dava adamıydı, Üstadının yanında teste tabi tutuluyordu. Duyguları eğitiliyordu. Sabrının ne boyutlarda olduğu ölçülüyordu. Verilen ders yalnızca Zübeyire ait değildi şüphesiz, orada bulunanlar da alacağını fazlasıyla alıyordu.
Verilmesi, söylenmesi gerekenler de vardı Üstadları tarafından. Şimdi tam zamanıydı. Zihinler açık ve dikkatler uyanıktı. Bediüzzaman, yine Zübeyiri karşısına alarak konuştukça konuşuyordu: Ben Zübeyiri zannederdim ki, değil parmağı, başsız gövdesi, gövdesiz başı olsa yine, Risale-i Nur, Risale-i Nur! diye koşacak. Ehl-i küfür beni bıçaklarla parça parça etse, Said yine İman, Kuran, Risale-i Nur diye gider. Ben böyle talebe istiyorum. Ufak bir parmak meselesinden üzülen, kırılan talebelere, Risale-i Nurun ihtiyacı yoktur. Uhuvvet ve ihlası gaye edinen talebelere ihtiyaç vardır.
Bediüzzaman, Zübeyirin şahsında iyi bir ders veriyordu. Sona çok yakın bir zamanda Asr-ı saadetteki dava adamlarını aratmayacak dava adamı modelini çiziyordu aslında.
Ve belki de herkesin Zübeyir gibi olmasını istiyordu. Bütün kâinatı kuşatan Kuran davası başka şekilde ruhlara nüfuz edemezdi.
[email protected]
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.