Baş gitse de

Hiçbir dava ve hiçbir dava adamı yalnız başına amaca ulaşamaz. Bunun için her şartta çalışacak, kendini davaya adayacak ve arkasına asla bakmayacak adamlara ihtiyaç vardır.
Dün böyle olduğu gibi bugün de böyledir. Dün Asr-ı Saadette ilkin bir avuç insan davayı omuzladıydı. Sonraları bayrağı kapıp dalgalandıranlara koca dünya bile dar geldi. Dava ateşi tutuşmaya başlasın hele, nice adlı ve adsız kahramanlar yetişir.

Davalara tam fedakâr ve tam özgür insanlar gerek. Risale-i Nur davası da başta Üstad Bediüzzaman’la olmak üzere nice elden, serden geçmiş insanlarla başlamış ve desteklenmiş ve kısa zaman sonra öylesine genişlemiş ki, dünyanın dar gelmeye başladığı zamanlara gelinmiş oldu.

Sınav içinde sınavlar eksik olmazdı bu davada. “Tamam” deyip kervana katılmak demek yeterli değildi. Dava sürecinde, zorluklarla birlikte pişmek ve gerektiğinde dağlanmak gerekirdi. Dava sürecinde dava adamı gelen ateşleri göğsünde söndürmeliydi; başı kopsa gövdesi, gövdesi kopsa başı koşmalıydı. Dava adamının önüne alevler yükselse, davası emrediyorsa alevlere atılmalıydı. Bu olmaz demek yoktu; mademki dünyadayız olması için gayret sarf edilmeliydi.

Bediüzzaman kendisindeki bu aksiyon özelliğini talebelerine de yaşatmak istiyordu. Özellikle Zübeyir’in üzerinde en ince ve en zor terbiye kurallarını uyguluyordu. Alıştırıyordu, kendisinden sonra karşılaşılacak zorluklara hazırlıyordu. Zübeyir de bir talebenin fedakârlığı ötesinde bambaşka bir anlayış ve kavrayışla onun dizi dibinden ayrılmıyordu. Üstad’ının ihtiyacını gidermede en küçük sapma ve ayak sürçmesi yapmıyordu.      

Bediüzzaman, belki de kendisinden sonraya hazırlıyordu Zübeyir Gündüzalp’i. Başka talebeleri bir hata yapsa, bütün hıncını Zübeyir’den almasının sebebi buydu belki. O bir hata yapmadığı gibi başkalarına da yaptırmamalıydı. Üstad’ının gözü kulağı olmalıydı. Zübeyir’in her şeyden haberi olmalıydı. Dava adamı böyle olurdu işte. Üstad’ı yetiştirmeyecekti de kim yetiştirecekti Zübeyir’i. Acımasız davrandığı söylenemezdi. Üstad’ının hedef aldığı onun, yani Zübeyir’in nefsiydi. Dava için, özgür olmak için nefis, tam bir engeldi. Aslında Üstad’ı Zübeyir’in bu engelini yıkıyordu işte, nefsini kırıyordu bir tabip kontrolünde. Zübeyir asla itiraz etmiyordu. Üstad’ı onda en ağır terbiye metotlarını denedikçe teslimiyeti daha çok artıyordu Zübeyir’in.

İşte bir gün parmağında dolama olduydu Zübeyir’in. Acısı dayanılmazdı. Gündüz arkadaşları doktora götürmüşlerdi. İlaçladılar. Zonklaması gece boyunca devam etti. Gözüne uyku tutmadı. Ama sabah namazından sonra ders vardı. Üstad’ının karşısında öyle uykusuz ve kendinden geçer vaziyette olur muydu? Üstad’ının her ne sebepten olursa olsun üzülmesini asla istemiyordu. “Benim için bir mazeret belirtin” dedi arkadaşlarına. Niyeti o sabah o vaziyette sabah dersine katılmamaktı.

Sabah oldu, namazlar kılındı. Mutat olan sabah dersi başladı. Gözü Zübeyir’i görmüyordu Üstad’ın. “Nerde Zübeyir?” diye Zübeyir’in hemşerisine sordu. Düşünmeden “Gazete almaya gitti” dedi. Bir başkasına sordu Zübeyir’i. O da içinde bulundukları odayı göstererek “Üstad’ım burada yok” diye cevap verdi. Başkalarını gönderip getirtilmesini emretti; aksine dersi yapmayacaktı. Gittiler ve getirdiler.

“Sen neden hemşerini bana tercih ettin” diye ilkin sorduğunu haşladı. Sonra Zübeyir’e döndü; “Bütün bunları bozan sensin!” der demez şiddetle tokatlamaya başladı Zübeyir’i. Yetmedi kulunç değneğiyle vurdu. Zübeyir, bütün uysallığıyla önüne diz çökmüş, saygısında en küçük kusur etmeyerek teslim olmuş duruyordu. Üstad’ı onu dövdükçe başını Üstad’ının dizlerine koyuyordu. Dünyada varsa yoksa Üstad’ıydı; başka sığınacağı nesi vardı ki. Zübeyir Üstad’ına sığındıkça, “sen kasten yapıyorsun” diyerek kendisinden uzaklaştırıyordu onu, yine dövüyordu.

Zübeyir, bir dava adamıydı, Üstad’ının yanında teste tabi tutuluyordu. Duyguları eğitiliyordu. Sabrının ne boyutlarda olduğu ölçülüyordu. Verilen ders yalnızca Zübeyir’e ait değildi şüphesiz, orada bulunanlar da alacağını fazlasıyla alıyordu.

Verilmesi, söylenmesi gerekenler de vardı Üstad’ları tarafından. Şimdi tam zamanıydı. Zihinler açık ve dikkatler uyanıktı. Bediüzzaman, yine Zübeyir’i karşısına alarak konuştukça konuşuyordu: “Ben Zübeyir’i zannederdim ki, değil parmağı, başsız gövdesi, gövdesiz başı olsa yine, ‘Risale-i Nur, Risale-i Nur!’ diye koşacak. Ehl-i küfür beni bıçaklarla parça parça etse, Said yine ‘İman, Kur’an, Risale-i Nur’ diye gider. Ben böyle talebe istiyorum. Ufak bir parmak meselesinden üzülen, kırılan talebelere, Risale-i Nur’un ihtiyacı yoktur. Uhuvvet ve ihlası gaye edinen talebelere ihtiyaç vardır.”

Bediüzzaman, Zübeyir’in şahsında iyi bir ders veriyordu. Sona çok yakın bir zamanda Asr-ı saadetteki dava adamlarını aratmayacak dava adamı modelini çiziyordu aslında.

Ve belki de herkesin Zübeyir gibi olmasını istiyordu. Bütün kâinatı kuşatan Kur’an davası başka şekilde ruhlara nüfuz edemezdi.
  
[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.