Bayram Yüksel'i rahmetle anıyoruz

Bayram Yüksel'i rahmetle anıyoruz

19 Kasım, trafik kazası ile vefat eden Bayram Yüksel ağabeyin vefat yıldönümü

Risale Haber-19 Kasım 1997 yılında, yurtdışı hizmetlerinden Türkiye'ye dönerken Bulgaristan'da geçirdikleri trafik kazası ile vefat eden Bediüzzaman Said Nursi'nin talebesi Bayram Yüksel ağabey ile hizmet erleri Ali Uçar ve Mehmet Çiçek'in vefat yıldönümleri.

"Ağabeyler Anlatıyor" kitabının yazarı Ömer Özcan, Bayram Yüksel ağabey ile olan hatıralarını Risale Haber okuyucuları ile paylaştı.

Bayram Yüksel Üstad’ın hizmetine nasıl girdiğini anlatıyor

Üstad Hazretlerinin adını, faziletini, kerametlerini hep duyuyor kendisini görmeği çok arzu ediyordum. Hatta Üstadımız rüyalarıma giriyor, mübarek simasını rüyalarımda görüyordum. İlk defa Afyon Hapsinde, 16 yaşımda iken gördüm Üstadımızı, hem de bütün mühim talebeleri ile beraber yakınında bulunmak nasip oldu. Afyon Hapishanesinde Zübeyir ağabey benimle çok ilgilendi. Hapisten sonra Üstad Emirdağ’ında kalmaya başladı, orada Çalışkanlar Hanedanı Üstada sahip çıktılar. Ben de Salı günleri (Pazar’ın kurulduğu gündür) Emirdağ’ına gelir, Üstadın evini temizler yemeğini yapar giderdim.

1951’de askerliğim geldi ve o sıralarda “Kore Savaşı” çıktı. Benim kuram da Kore’ye çıkmıştı. Üstada söylediğimde “Tam!.. Tamam! Ben de Kore’ye bir talebemi ya seni, ya Ceylan’ı göndermek istiyordum. İnkâr-ı Ulûhiyete karşı savaşmak lâzım” diyerek memnuniyetini bildirdi. Bana kendi Cevşenini vererek “yedi kat muşamba yaptır, hep yanında taşı, sıkıştığın zaman beni hatırla” diye tembih etti.

Kore’den döndüğümde köyde bir gece kaldım. Ertesi günü Emirdağ'a gittim. Emirdağ'a vardığımda Üstadım çok sevindi. 'Seni ben vermeyeceğim' dedi. Çalışkan Ağabeylere de 'Yatak hazırlayın' dedi. Çocukluk halleri işte, Üstadımı tam anlayamadığımdan, “Üstadım, ben gideceğim” dedim. Üstad, “Yok, ben seni vermeyeceğim” diyordu. Ben de, “Gideceğim, ben Kore'den geldim, annem beni bekliyor” diyordum. Üstad “ben seni vermeyeceğim. Ben seni hizmetime alacağım" diyordu. Baktım Üstad bırakmıyor, “Üstadım gideyim, geleyim” dedim. Doğru köye gittim.

Ertesi günü Üstadımız köyün yakın bir yerinde bekliyormuş. Zübeyir Ağabey bizim evi bulmuş: 'Üstad geldi, seni köyün yakınında bekliyor' dedi. Üstada vardık, elini öptüm. Üstad bana Eşref Edip'in basmış olduğu küçük Tarihçe-i Hayat'ı, küçük risalelerden ve yün boyun atkısı getirmiş, bana bunları teberrük etti. 'Evladım, seni bekliyorum. Gel' dedi. Ben de “Peki” dedim, fakat yine Üstadı anlayamadığımdan gidemedim.

Köye yakın bağımız vardı, oraya gitmiştim, mübarek Üstadımız, ikinci sefer köye yakın gelmiş, Zübeyir Ağabeyi göndermişti. Çocuklar bağa geldiler, 'Hocaefendi seni bekliyor' dediler. Koşarak köye geldim. Zübeyir Ağabey bekliyormuş. Üstadımızın yanına beraber gittik, ellerini öptüm. Üstadımız şefkatle 'Evladım, ben seni bekliyordum, gel' dedi. Ben, “Başüstüne Üstadım” dedim. Zübeyir Ağabey de, “Hemen gel, Üstad sana ehemmiyet veriyor. Bak herkes Üstadın yanında kalmak istiyor ama Üstad seni istiyor” dedi. Ertesi gün yatağımı yorganımı aldım, Emirdağ'a Üstadımızın yanına gittim. Üstadımız çok sevinmişti.

Üstadımızın evinin karşısında eski bir ev vardı. Altında keçe ve kepenek dokuyorlardı. Zübeyir Ağabeyle ikimiz orada kalmaya başladık. Zübeyir Ağabey benden bir ay evvel Emirdağ'a gelmişti. Benden bir ay sonra da Ceylân Ağabey askerden geldi, Üstadımız Ceylân Ağabeyi de yanına aldı.
Hâlbuki 1953'e kadar Üstadımız hiç kimseyi yanına bırakmazdı. Emirdağ'daki talebeleri ekmeğini, suyunu sırayla getirirler, akşam namazından evvel dışarıdan kapıyı kilitler, giderlerdi. Üstadımız da kapıyı arkadan sürgülerdi Bir gün ilk defa bizlere 'Akşam namazını burada kılın' dedi. Bir kaç gün sonra da, 'Yatak, yorganlarınızı buraya getirin' emretti ve yanı başındaki odayı göstererek, orada yatıp kalkabileceğimizi söyledi. Zübeyir Ağabey, Ceylan Ağabey ve ben yanında kalmaya başlamıştık. Böylece yeni bir devre başlamıştı. Üstad 1953 senesinde “yanına kimseyi almama” kaidesini değiştirmişti.”

***


23 nisan 1970 Afyon Bolvadin Çoğu Köyü. Bayram Ağabeyimizin doğduğu, büyüdüğü ev… Önde Bayram Ağabey, sağ arkasında Validesi,Kapıda Ağabey’i Sadık Yüksel

Bu fotoğrafı, 23 Nisan 1970 tarihinde Bayram Ağabey ve Üniversiteli Kardeşler ile beraber, Ankara’dan İzmir’e giderken doğduğu köy “Çoğu”ya uğradığımız sırada evinin önünde bekleyerek çektim.

Bayram Ağabey evine girdi 3 veya 5 dakika durdu vâlidesinin elini öptü ve görüldüğü şekilde askerî adımlarla hızla evden uzaklaştı, arabaya döndü.

Bu ciddiyet, bu disiplin ve bu sadakat manzarası benim hafızamdan hiçbir zaman çıkmadı ve Bayram Ağabeyimizin Üstadına sadakatının bir sembolü olarak hep hatırladım. Kim bilir, Üstad’ın vefatından 10 sene 1 ay geçtiği hâlde belki de hâlâ “Git, ananın elini öp, gel!” sözünü duyuyordu.

Bayram Ağabey Üstad’tan aldığı dersi şöyle anlatırdı: “1953 senesinde Üstadımın hizmetinde kalmaya başladıktan sonra bir gece bile evde annemin yanında kalmadım. Yalnız Köyüm “Çoğu”nun yanından geçerken Üstad arabada bekler “Git, ananın elini öp, gel!” der idi. Ben de anamın elini öper hemen arabaya geri dönerdim.”

SADAKAT, FEDAKÂRLIK, METANET

Bayram Ağabeyin sadakat, fedakârlık, metanet mevzularında bir vesileler bulup daima tahşidat yaptığına her zaman şahid olurduk. Ankara’da her dersin sonunda mutlaka “lâhika mektuplarından veya mahkeme müdafaalarından veyahut Üstadımızın hayatıyla alâkalı yerlerden” okuturdu.

Bir gün bir sohbet sırasında: “Kardeşim! Benim de canım insanlardan uzak bir dağ evine çekilip huzur içinde, ibadet içinde yaşamak istiyor. Peki, kabre imansız giren bu milyonlarca insana elimizdeki bu iman hakikatlerini kim duyuracak? Kim vesile olacak onlara? Sıkıntı içinde de olsa biz insanlarla yaşamaya mecburuz... Hatta Üstadımız, zafiyete düşer hizmetten geri kalırız diye bize nafile oruç bile tutturmaz, bozdururdu.” demişti.

Bayram ağabey ham sofuluk istemezdi

Bir gün Bayram ağabeyin yanındayız, şimdi ismini hatırlamadığım bir kardeşimiz meczûbâne, aşırı bir hürmet ve sükûnet içinde konuşmalara tepkisiz, âdeta el pençe bir vaziyette önüne bakıp duruyordu. Hâlbuki Bayram ağabey daima lâtifeler yapar muhataplarını rahatlatır, şeyh-mürid gibi münasebetlere fırsat vermezdi. Bu kardeşimizin hâli Bayram ağabeyi rahatsız etmiş olacak ki; “kardeşim lüzumsuz mübareklik yapmayın benim için hizmetiniz ve faaliyet içinde olmanız daha makbuldür” şeklinde ikazda bulunmuştu. Bayram ağabey “kardeşim mübareklik yok, hizmette faal olun” derdi. (Ankara 1970)

Üstad para gibi kıymetli eşyaları ortada bıraktırmazdı

Üstad para gibi kıymetli eşyaları ortada bıraktık mı bize darılırdı. “Kaybolursa, acaba hangi kardeşim aldı diye birbirinize sû-i zan edersiniz” derdi. (Ankara 1972)

Üstad kravata hiçbir şey demezdi, fakat şapkaya çok üzülüyordu

Üstad kravata hiçbir şey demezdi, hatta Zübeyir ağabey Afyon mahkemesine kravatla gelirdi. Yalnız Üstad şapkaya çok üzülüyordu.

Çok önemli bir mesaj

Üstadımız: “Kardeşim Risale-i Nur bir fabrikadır. Bu fabrikada ecnebiler bile çalışır” demiştir. Azamî takva, azimet, hizmet esas olmakla beraber bilhassa bu zamanda bazı şahısları idare etmek lâzımdır. Onun için yeni kardeşleri, esnafı, tüccarı idare etmek lâzım. Onların hizmetini ve himmetini kaçırmamak için çok dikkat etmek lazım geliyor. Size Üstad Hazretlerinden bir misal anlatayım:

Afyon Hapishanesinde “Kıldereli Ahmed” diye bir zat vardı. Kaç kişiyi öldürmüş, Afyon Hapishanesi onun elinde. Haraççı biri, oranın müdürü de O, savcısı da O. Savcılar, gardiyanlar Onu gördü mü kaçıyorlardı. Aslan gibi de bıyıkları vardı. Üstad’a yan bakana “seni öldürürüm” derdi. Üstad’a su vermiyorlar, kömür vermiyorlar, camları bile kırıktı, camları taktırmıyorlardı. İşte O adam Üstada odun, su, yemek getirirdi. Üstad Onu da istihdam ediyordu. Bir gün berbere gitme bahanesiyle Üstada ziyarete gidiyor Mustafa Osman ağabey. Üstada çok zaman berbere gitmek bahanesiyle gidebilirdik. İşte o anda Kılderenin Ahmed de bir yün çorap ile bir mercimekten yapılmış, -lokum lokum içini mercimekten yaparlar, çok lezzetli olur- bir yemeği getiriyor Üstad’a. Mustafa Osman ağabey içinden “Üstad bizden almıyor, bu caninin getirdiklerini mi alacak” diye geçiriyor. Üstad hemen Mustafa Osman ağabeyin yanında “Bismillahirrahmânirrahîm” diyor ve yemeğe başlıyor. “Üstadım! Hocam! Vallahi canım sana feda olsun, sana yan bakana bak ben ne yaparım” diyor ve Mustafa Osman ağabeye “sen Nurcu değilsin, esas Nurcu benim, bak sizin getirdiğinizi almıyor, benim getirdiğimi alıyor Üstad” diyor. İşte Üstad Onu istihdam ediyordu. Sonra Hapishanede bir değişiklik oldu o adamcağızı prangaya bağladılar. İnşallah ahrette Üstad onu yalnız bırakmaz.

Ne kadar acele iş olursa olsun tesbihatı yaptırırdı

Üstad küçük tesbihatı yâni “Subhânallah!.. Elhamdülillah!.. Allahüekber!..” diye yapılan tesbihatı mutlaka yaptırırdı. Hatta bize “tesbihatınızı yaptınız mı?” diye sorar, “yapmadık” dersek ne kadar acele iş olursa olsun tesbihatı yaptırır öyle gönderirdi. Diğer tesbihat acele durumlarda yolda, arabada da yapılabilir.
Üstadımızın Şuâlar’da bahsettiği “Sâdıkîn” kelimesini tesbihattan kaldırdığını söylemesi muvakkaten “Denizli Hapishanesi” içindir, “Sâdıkîn” söylemek lâzım zaten tesbihatta yazıyor.

Üstad ziyaretine birisi geldiği zaman önce iki şey sorardı
1. Risale-i Nurları okuyor musun?
2.Bulunduğun muhitte dersane var mı, derslere gidiyor musun?

Hiç bir zaman şunu yapın, bunu yapın demezdi

Üstadımız hiç bir zaman şunu yapın, bunu yapın demezdi. Daima “şöyle yapılsa nasıl olurdu” der, akla kapı açar ihtiyarı elden almazdı. Ama öyle yapılması lâzımdır. Yalnız Üstaddan habersiz bir yere çıkamazdık, habersiz herkesle konuşamazdık. Bir yerden geldiğimizde “kiminle konuştun?” diye sorardı. Bizim dakikamızı bile hesap ederdi.

Git, ananın elini öp , gel!

Üstadımız bizi evlerimize göndermezdi, 1953 senesinde Üstadımın hizmetinde kalmaya başladıktan sonra hiçbir gece bile evde annemin yanında kalmadım. Yalnız Köyüm “Çoğu”nun yanından geçerken Üstad arabada bekler “Git, ananın elini öp, gel!” der idi. Ben de anamın elini öper hemen geri dönerdim. Bazen Üstadımız dirseğini yana doğru uzatır validem cüppenin üzerinden öperdi.

Sabaha kadar Cevşen okuyacağınıza, bir saat kadar Risale okusanız..

Üstadımız günde 200 sayfa kadar Risale okurdu. Hiç boş durmaz ve durdurmazdı. Cevşen de okurdu. Fakat Risalelerin okunmasına çok daha fazla ehemmiyet verirdi. Eğer siz sabaha kadar Cevşen okuyacağınıza, bir saat kadar Risale okursanız daha hayırlı bir iş yapmış olursunuz. Çünkü birisi şahsınıza bakar, ikincisi beşeriyetin kurtuluşuna bakar. Cevşen ve ezkâr okumakla “Nur Talebesi” olunmaz, Risale-i Nurlar okunursa “Nur Talebesi” olunur.

Tarihçi Hayatı okumayan, bilmeyen Risalelerden tam feyz alamaz.

Üstad’ın ilk hayatını Üstadımızın yeğeni Abdurrahman Ağabeyin yazdığını biliyoruz. Ama onlar kısaydı, sonra Zübeyir ağabey yazdı, Sungur Ağabey yazdı, biz yardım ettik. Üstad’tan gizli yazıldı. Ağabeyler sonra Üstada takdim ettiler. Üstad kendine ve kerametlerine aid kısımları çıkarttı. Üstad üç kere okudu Tarihçe-i Hayatı. Tarihçe-i Hayat için “On ordu kuvvetindedir” derdi Üstadımız. Tarihçi Hayatı okumayan bilmeyen, Risalelerden tam feyz alamaz.

Saç traşı pek olmazdı, ucundan kesilir o kadar

Üstad iki günde bir traş olurdu. Bazen mühim misafir geleceği zaman her gün olurdu. “Said yaşlanmış demesinler” derdi. Saç traşı pek olmazdı, ucundan kesilir o kadar…

Çocuklara çok ehemmiyet verirdi

Üstad çocuklara çok ehemmiyet verirdi. Bir yaşında bile olsa onlara çok ehemmiyet verirdi.

Meşveretiniz varsa merak etmeyin, hizmet ilerler

“Eğer meşveretiniz varsa merak etmeyin, bir şey olmaz, hizmet daima ilerler.”

“Üstad güzel bulsun” diye yapılan yemeği yemezdi

Üstad beş saat geçmeden yemek yemez, yemekten sonra da iki saat geçmeden su içmezdi. “Üstad beğensin güzel bulsun” diye yemek yapsan o yemeği yemezdi. Üstadımız muhabbet ve takdirle yüzüne bakana da kızardı.

Benim vârisim bir kişi olamaz

Üstadımız “Benim vârisim bir kişi olamaz, bir kişi kaldıramaz, benim vârisim yüzlerce olacak” derdi.