Bediüzzaman aklı kullanmayı temel aldı
Diyarbakır Kültür Merkezi (DKM)’de gerçekleştirilen üniversite seminerinde “İlim” konusu ele alındı.
H. İbrahim Önal’ın haberi
Diyarbakır Kültür Merkezi (DKM)’de gerçekleştirilen üniversite seminerinde “İlim” konusu ele alındı.
Eğitimci Zülküf Özkul’un sunduğu “İlim” konulu seminerde, İlim ile ilgili ayrıntılı bilgilere yer verildi. “İlmin tanımı, Bilimde yaşanan değişimler ve bu değişimlerin toplumlar üzerine etkileri, İslam’da eğitim, Eğitimin Esas Amacı” gibi konu başlıkların yer aldığı seminere katılımcıların ilgisi yoğundu.
Seminerine ilmin tanımını yaparak başlayan Özkul, “Kâinat içinde meydana gelen olayların sebep, oluş, sonuç ve tesirleri konusunda, aklın ölçüleri çerçevesinde tahsil ve tecrübe ile edinilen doğru bilgiye ‘ilim’ denmektir.” dedi.
Tanımı incelediğinde İlmin elde edilme çerçevesinin kâinat içinde meydana gelen olaylara, ulaşmak istenilen noktalara, sebep, oluş ve sonuçlara bağlı olduğunu söyleyen Özkul, bunlarda aranan iki önemli özelliğin ise tecrübe ve tahsil ile elde edilmesi ve doğru bilgi olması ve bunların ilmi elde etmek isteyen bütün toplumlar için ortak özellikler olduğunu belirtti.
Özkul, “İlim insanoğlu için yaşadığı evreni ve yaşam gayesini anlama çabasıdır. Ancak ilim ile yaşamını kolaylaştırabilir ve anlayabilir. İlmin nesilden nesle aktarılması işi de eğitim ve öğretim ile sağlanır. Ancak bu şekilde insanlar öğrendikleri şeyleri üzerine koyarak hayatı anlamaya çalışırlar. Eğer toplumların ilme verdikleri önemi anlamak istiyorsak eğitim ve öğretime verdikleri öneme ve eğitim-öğretim düzenlerine bakarak anlayabiliriz.” dedi.
Eğitim ve öğretim yerine eskiden talim ve terbiye kelimeleri kullanıldığını dikkat çeken Özkul, “Talim kelimesi Allah’ın “âlim” ismini terbiye ise “rab” isminin hatırlatırdı. Bu şekilde konunun ruhu ve derinliği artmış ve eğitim kişiyi Allah’a yakınlaştıran bir araç olarak görülürdü. Prof. Dr. Herman h. Horne eğitimi şu şekilde tanımlar: Eğitim bedenen ve aklen gelişmiş, hür, şuurlu bir beşerin fikri, hissi ve iradi çevresinde kendini gösteren Allah'a ebedi bir yaklaşma işlemidir. Bediüzzaman Said Nursi ise şu şekilde ifade ediyor “vicdan’ın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru funun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder.”
İslam’da eğitim konusuna da değinen Özkul, “İslamiyet doğuşundan itibaren her dönemde dünyayı aydınlatan bir ışık oldu. Sevgili Peygamberimiz (SAV) ve Sahabe-i Kiram Kur’an ahlakının insanlara kazandırdığı üstün ve modern medeniyet anlayışının en güzel temsilcileri oldular. Bu görkemli medeniyet anlayışının temelinde ise eğitime verilen önem, bilim, kültür ve sanata verilen değer çok büyük rol oynadı.” dedi.
Konuyla ilgili Alak Suresinden örnek veren Özkul, “Bilinmektedir ki Hz. Muhammed (sav)’e gelen ilk vahiy cümlesi “Oku. Yaratan Rabbinin adıyla oku” buyruğu olmuş ve bu emre “O, insana bilmediğini öğretti.” ayetleri eklenmiştir. Bu ilk hitabı candan benimseyerek değerlendiren Peygamber Efendimiz (sav) yine görüyoruz ki erkek olsun, kadın olsun, bütün Müslümanlara ilim öğrenmenin farz olduğunu söylemiştir. Kuran-ı kerim’in ilk ayetlerine uyan Peygamber Efendimiz (sav) bu hadisi ile umumi öğretimin ve ilim ihtiyacının temel kanunu vazetmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) bu vazifeyi, bu inancı sadece sözü ile değil, bilfiil önderlik ve rehberlik etmek suretiyle de benimsetmek ve gerçekleştirmek yolunu tutmuş ve Medine de inşa ettirdiği mescitteki derslerinde ilk İslam öğretmeni ve terbiyecisi olduğunu davranışları ile de göstermiştir. Peygamber Efendimiz (sav) bizzat camide oturur ve etrafındaki kişileri aydınlatırdı. Bu talim ve terbiyeye köleler, cariyeler, muhanisler vesairelere varıncaya kadar herkes katılabilirdi. Eğitim ve öğretim ile ilgili herhangi bir sınıf ayrımı yoktu.” kaydetti.
Kur’an-ı kerimde ve Hadislerde öğrenme ve ilim ile ilgili birçok ayet bulunduğunu belirten Özkul, “Ey Muhammed de ki, bilenlerle bilmeyenler hiçbir olur mu?” (zümer suresi 9) yine başka bir ayette “Kalkın şuraya geçin ki Allah gerçekten inananları ve kendilerine bilgi verenleri de derece derece yükseltsin.” (mücadile suresi 11). Yine bu gibi uyarmalara değinilerek denmektedir ki, “biz size ayetlerimizi okuyacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerimizi bildirecek bir peygamber gönderdik.” (bakara suresi ayet 150, 151). Bunların dışında Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinden “beşikten mezara ilim öğreniniz.” “Çin’de de olsa ilmi arayınız.” “Allah bir kimse hakkında bir hayır dilerse onun ilmini arttırır.” “insanların en faziletlisi mümin olan âlimdir.” Bu hadislerden bir kısmının isnad dereceleri farklı olmakla beraber hepsi ve diğer ayetlerde ilme ve ilmin eğitimi ve öğretimi işine verilen değeri açıklığı ile ortaya koymaktadır.” dedi.
Özkul, her konuda eğitimli ve donanımlı olmanın Kur’an ahlakının doğal sonucu olduğunu, Kur’an ahlakını yaşayan müminler, güzel ahlaklarını ve kaliteli kişiliklerini, Kur’an bilgisi, modern bilimler, kültür ve sanat gibi alanlardaki birikimleriyle birleştirerek İslamiyet’i en güzel şekilde temsil edebileceklerini, bu sayede diğer insanlara örnek olabilmeyi ve onların imanlarına vesile olabileceklerini belirtti.
Din ahlak’ına uygun olmayan fikir ve felsefelerle mücadele etmenin yolu da bilgiden geçtiğini ifade eden Özkul, “İman edenlerin yapması gereken tüm bu sistemlerin çarpık yönlerini araştırarak ortaya koymak ve her türlü zararlı düşünceyi bilimsel ve fikri platformlarda çürütmektir. Yürütülecek bu fikri mücadelelerde araştırmacı, iyi yetişmiş, öğrendiği bilgileri doğru yorumlayıp gerektiğinde kullanabilen bireylere ihtiyaç vardır. Her konuda iyi eğitim almış olmak Kur’an tebliğini yapmanın en etkili yollarından biridir.” dedi.
Bilimde yaşanan değişimler ve bu değişimlerin toplumlar üzerine etkileri üzerinde de duran Özkul, “Bilindiği gibi, İnsanlar tarih boyunca varlığı anlamaya çalışırken, iki temel yaklaşım dikkat çekmiştir. Bunlardan birisi, ilahi vahyin ışığında varlık âleminin yorumlanması: diğeri ise, vahye ve fizik âlemde vahyin paraleli olan gerçekliklere göz ve kulakların kapatılarak yapılan değerlendirmelerdir. Bediüzzaman Said Nursi, varlığı okumada bilimsel bilginin elde edilmesinde, ilahi vahiy ve fizik âleme kulak verilerek onların işaret ettiği hakikatlere her insanın ulaşmasının, yaratılışından getirdiği “akıl” cihazının bir gereği olduğunu vurgulamıştır. İnsan sahip olduğu bu özelliğinden dolayı, sorumluluk yüklenebilen ve diğer canlılar arasında temayüz edebilen bir özellik göstermiştir. İşte bu özelliğinden dolayıdır ki, Bediüzzaman Said Nursi, insanlık tarihinin olumlu ve olumsuz dönemlerini belirlerken “aklı kullanma becerisini” temel kriter olarak ele almıştır.” dedi.
İslamiyet’in gelişi ile birlikte İslam toplumlarında eğitim ve bilim alanında müthiş gelişmeler yaşandığına önemle vurgu yapan Özkul, “Bu özellik 12. yy’a kadar bu şekilde süregelmiştir. Aynı dönemler içerisinde batı ise değiştirilmiş ve tamamen Hıristiyan din adamlarının istek ve çıkarlarına göre düzenlenmiş bir dini yaşıyorlardı. Sıradan veya alt tabakadan bir insanın herhangi bir şekilde eğitim görme hakkı yoktu. Zengin olan üst tabaka ise eğitim ile çok fazla ilgilenmiyor ve sefahat içinde yaşamını sürdürüyordu. Bütün bu dönemlere bakıldığında dönemlerin kültür ve bilgi merkezleri Bağdat, Semerkant, Buhara, Şam vs… hep İslam kentleri olmuştur.” dedi.
Özkul, “Hıristiyan toplumlarında eğitim alanındaki bu büyük fark iki sınıf arasında büyük uçurumlar oluşturmuş ve bu toplumlardan bilim adamı yetişmesini ve bilimde yenilikler yaşanmasını engelliyordu. Bu şekilde geri kalan batı toplumları siyasi ve askeri yönden de sürekli İslam toplumlarınca yenilgiye uğruyorlardı. Eğitimsiz kalan toplumlarda siyasi ve idari açıdan istenildiği gibi yönetiliyor, halkın hiçbir yerde ve hiçbir şekilde söz hakkı bulunmuyordu. Halk zengin kesmin istediği şekilde yönetiliyordu. Oysa İslam toplumlarına meşveret ve şura sistemi ile demokratik bir yapı yerleşmiş, eğitim birey üzerine bir zorunluluk haline getirilmiştir. Şimdilerde her türlü alanda geri kalmış toplumların hangisine bakarsak bakalım, tümünde ortak özellik eğitim ve bilim alanında yaşanan eksikliklerden kaynaklandığını, toplum içinde çatışmalarında kaynağının bu eğitimsizlik olduğu açıktır. Hangi insana kolayca hükmetmek isterseniz onu eğitimsiz bırakmanız yeterlidir. Eğitimsiz bir birey cahil olacağı için kararlarını kendisi veremez ve bu şekilde sürekli kendisinden eğitimli kişilerin istekleri hususunda kolayca ilerler. Zira bunu bugün baktığımızda kendi toplumumuzda bile kolayca görebiliriz.” dedi.
İslam toplumlarında eğitim ve ilim öğrenme zorunlu iken nasıl bu kadar geri kalınmış ve bu toplumsal değişimin kaynakları nelerdir? sorusuna açıklık getiren Özkul, “Bediüzzaman 11. yy.’dan 19. yy.’a kadar geçen dönemi “mazi” olarak adlandırıyor. Ve bu dönemde İslam toplumları taklit ve taasup bataklığı içerisinde gerilemiş. İslam’ın sağladığı dinamizm ve gelişmeler yaşanamamıştır. Oysa İslam dini öğrenmeye hevesli ve araştırmacı bireyler yetiştirmeyi amaçlıyordu. Bu şekilde İslam dininden de yavaş yavaş uzaklaşılmaya başlandı. Müslümanlar bu taklit ve taasup dönemlerinde ilahi vahyi bütün özellikleri ile yaşama becerisi gösteremediklerinden kültür ve geleneğin, etkisiyle İslami olmayan birçok şey İslami gibi algılanmış, bu durumda Müslümanların hem İslam’dan hem de insan tabiatına uygun hür ve gelişmiş yaşama biçimlerinden mahrum kalmasına sebep olmuştur. Bu dönemde akıldan çok his, birlikten çok ihtilaf, kendi mesleğine muhabbetten çok başkasının mesleğine nefret hayat bulduğundan, bilimsel gelişmelerin durmasına neden olmuştur.” dedi.
Bediüzzaman’ın İslam toplumlarında yaşanan gelişmelerin önüne geçen bir diğer engelin istibdat olduğunu belirttiğini, mazi diye tanımlanan taassup ve taklit dönemlerinin bir özelliğinin istibdat olduğunu, İslâm’ın ilk emri olan “oku” emrinin bile önüne geçerek, eğitim kurumlarının statikleşmesine, taklidin yaygınlaşmasına ve bilimsel bilginin üretilmesine engel olduğunu kaydetti.
Ayrıca, Bediüzzamanın, bahsedilen dönemlerdeki siyasi yönetimlerin de bilimsel gelişmelerin önüne geçtiği tespitini yaptığını, İlmi istibdadı, siyasi istibdadın çocuğu olarak ifade ettiğini, otoriter siyasi rejimlerin özgün fikirler ortaya çıkarılmasına engel olduğunu vurguladığını, istibdat-ı ilmiyi taklidin babası olarak ifade ettiğini, ilimde istibdadın bulunmasıyla taklit çalışmalarının artacağına işaret ettiğini söyledi.
Özkul, “Bediüzzaman, Batı toplumlarındaki gelişmelerle İslâm toplumlarındakini farklı olarak değerlendirerek, Rönesans ve Reform hareketleriyle Avrupa’nın “aklı” ön plana alıp, taassup ve taklidi terk ederek bilimsel yaklaşımlara önem vermelerini onlar için önemli bir dönüm noktası olarak ifade etmiştir. Bediüzzaman, Avrupa’da Katolik kilisesine karşı yapılan reform sonucunda, bilimsel gelişmelerin önünün açıldığını, Türkiye’de de benzer bir reform yapılması gerektiğini savunanlara karşı da, Katolik mezhebi ve İslamiyet arasında “akla” yaklaşım bakımından zıtlık olduğunu, Katoliklik “aklı” azlederken, İslâmiyet’in akla revaç verdiğini belirtmiştir. Bununla beraber, Bediüzzaman Hıristiyanları kastederek, “Ehl-i İslâm’ın temeddünü, hakikat-ı İslamiyet’e ittibaları nispetindedir. Başkalarının temeddünü ise, dinleriyle makusen mütenasiptir.” demiştir.(Münazarat, 86) Yani, Batı da Katolik mezhebinin ilkelerinden ayrılmak suretiyle bilimsel gelişme sağlanmışsa, İslâm toplumlarında da tam tersi olarak, ancak, İslâm’a yaklaşmakla bilimsel gelişmeler ortaya çıkabileceği vurgulanmıştır. Bu gerçek bugüne kadar yeterince anlaşılamadığından İslam toplumları gerektiği gibi yükselememiştir. Bütün bunlardan şu sonuca ulaşabiliriz ki, İslâm toplumları bilimde gelişmek istiyorlarsa, dinin temel niteliklerine sahip çıkmak zorundadırlar. Ya da Ehl-i İslâm dinlerini yaşamak istiyorlarsa bilimsel gelişmelere sahip çıkmak zorundadırlar. Din ve bilim birbirinden ayrılmaz bir gerçeklik.” dedi.
Eğitimin esas amacının ne olduğu üzerinde duran Özkul seminerine şöyle devam etti:
Bediüzzaman bilimsel gelişmeyle nihai gayesi olan ubudiyet arasında bir iç içelik bulunduğunu, bu nihai gayeye ulaşabilmek için “ulum ve kemalatın bulunması gerektiğini vurgular.( ilim ve ahlaki güzellikler)
Bütün mevcudat’ın ve kâinat’ın hakikati Allah’ın isimlerine dayanır. Her bir şeyin hakikati bir isme veyahut birçok isme istinat eder. Hakiki fenni hikmet yani felsefe cenab-ı hakkın hâkim ismine, hakikatli fenni tıp şafi ismine, fenni hendese yani mühendislik “mukaddir” ismine dayanır. Her bir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemalat-ı beşeriye esma-i ilahiye istinad eder.
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi: Halik-i kâinatı tanımak ve ona iman edip, ibadet etmektir. İnsanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti marifetullah ve imanı billâhtır ve izan ve yakin ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.”
Elbette ki eğitim de en başta insanın yaşam gayesine hizmet etmesi gerekir ve hayat gayesini yerine getirebilmesinin esas şartı daha önce söylediğimiz kâinat’ın her yönüyle Allah’ın bir ismine dayandığını insanoğluna göstermektir. Bu şekilde fenni ilimleri dini ilimlerden ayrı düşünmek çok büyük bir hatadır. İkisi ancak bir arada olduğu zaman eğitimin esas amacına uygun düşen kendini gerçekleştirmiş bireyler yetiştirebilecektir.
Biliyoruz ki günümüz modern eğitim tanımları içerisinde eğitim amacı için ifade edilen şey kendini gerçekleştirmiş bireyler yetiştirmektir. Bununda tek yolunun ancak kâinattaki bütün sanatlarda esas sahibini görüp onu tanımak ve hayatımızın gayesi olan marifetullah’a ulaşmaktır.
Bediüzzaman kendisini ziyaret eden lise talebelerine "Sizin okuduğunuz her fen kendi lisan-ı mahsusu ile Allah'tan bahsedip (onu) tanıttırıyorlar. Muallimleri değil onları dinleyiniz. Meselâ nasıl ki mükemmel bir eczane ki her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var. Şüphesiz gayet kimyager ve hâkim bir eczacıyı gösterir. Öyle de kürre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki nihayat macunlar ve tiryaklar, bu çarşıdaki. eczahaneden ne derece mükemmel ve büyük (ise). Okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla kürre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hâkim-i Zül celal’i hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.” Sözüyle fen ilimlerinin asıl amacının bizlere Allah’ı tanıttırmak olduğunu vurgulamıştır.
Bediüzzaman, eğitiminin esası kabul edilebilecek dört kelimeyi, “mana-i harfi”, “mana-i ismi”, “niyet” ve “nazar” olarak açıklamıştı. Dört kelamdan kastı ise, “Ben kendime malik değilim/inni lestü maliki”, “Ölüm haktır/el mevtü hak”, “Rabbim birdir/Rabbi vahid” ve “Ene” tabir edilen benlikti.
Mana-i harfi: bir şeyi sanatkârıyla birlikte bilmek ve sanatkârını yani yaratanını bildiren manasıyla bakmak.
Mana-i ismi: bir şeyin kendi başına taşıdığı mana yani sadece kendisini tanıtması.
Niyet: Bediüzzaman’ın bu noktada niyetten kastı ihlâstır.
Nazar: herkesin eşya üzerinde değişik bir bakış açısının olmasıdır. Örneğin; bir doktorun nazarıyla bir mühendisin nazarı birbirinden çok farklıdır. Her bir bilim ve meslek erbabının kendine mahsus bir bakış açısı vardır. Kâinat makine mühendisine büyük bir fabrika, bir eczacıyada büyük bir eczane gibi yüzünü büyük bir ihtişam ile gösterir.
İşte bu dört kelimeyi birleştirecek olursak eğitimin izlemesi gereken yolu ve ulaşması gereken noktayı anlamak çokta zor olmaz.
Bediüzzaman bunu gerçekleştirmek için şimdiye kadar kimsenin dile getirmediği bir eğitim projesinin sahibidir. Din ilimleriyle fen ilimlerinin beraber okutulduğu Zehra üniversitesini kurmak 80 yıllık ömrünün sonuna kadar vazgeçemediği bir ideali olmuştur. Ancak bu şekilde Müslümanların gerçek manada İslamiyet’in özüne yakışır bir eğitim alabilecekleri inancındaydı.