Bediüzzaman, Tolstoy ve tarih yazıcılığındaki problemler

Bediüzzaman, Tolstoy ve tarih yazıcılığındaki problemler

Tosltoy’un, eserlerini (özellikle de romanlarını) okuyanlar bilirler; onun dünyasında roman asla salt bir olay naklinden veya bir macera takibinden ibaret değildir. Tolstoy, eserleri içerisinde, hem Rus toplumunu, hem dünya tarihini, hem aristokrasiyi, hem yüzyılın anlayışını ve daha pek çok şeyi inceden inceye eleştirir; onlar hakkında okuruna yorumlu/yorumsuz bilgiler verir. Bir yönüyle mevcut halin hikâyesini anlatırken, diğer bir yönüyle “Aslında nasıl olmalıydı”nın cevaplarını da arar. Onu böylesine başarılı bir romancı haline getiren unsurlardan birisi de budur. Hatta bazen, bunu o kadar zahir bir şekilde yapar ki; elinizdekinin bir roman mı, yoksa bir eleştiri kitabı mı olduğunu sorgularsınız. Tekrar kapağına bakarsınız; evet romandır. Fakat o roman, başka bir romandır.

Ben de yıllar önce Tolstoy’un Savaş ve Barış ismindeki o muhteşem romanını okurken bunun farkına varmıştım. Tolstoy, o roman boyunca, sadece bir savaşın gidişatını anlatmakla kalmıyordu. Aynı zamanda alttan alta tarih yazıcılığını, tarihin nakloluş tarzını de eleştiriyordu. Hatta bunu bazı bölümlerde o kadar açıktan yapıyordu ki; Savaş ve Barış bir tarih eleştirisi kitabına dönüşüyordu. Tabii bunu, kitabın kesile kesile kuşa çevrildiği, ekonomik(!) ve satılabilir bir hale getirildiği kötü bir tercümeden okuyanlar bilemezler. Ancak orijinaline yakın bir tercümesinden okuyanlar fark edebilir. Ben de bu konuda talihliydim; çünkü elime güzel bir tercüme geçmişti. Hem akışı bozulmamıştı metnin, hem de Tolstoy’un eleştirileri es geçilmemişti.

İşte o romanda Tolstoy, Napolyon’un en sonunda Moskova’ya girişiyle sonuçlanan o büyük seferini anlatırken, savaşın ayrıntılarından ziyade başka bir şeyi aktarıyordu okuyucularına. O da, tarihçilerin savaş hakkında anlattıklarının yüzeyselliği ve ne denli “asıl nedenlerden” uzak olduğuydu.

Romanı okuduğunuzda “Acaba o zamanları gördü de mi bunları yazdı, bu adam?” diye soracak kadar başarılı bir tarih anlatımı sergileyen Tolstoy, romanın sonlarına doğru, Moskova’nın yakınlarında yapılan son büyük savaşı anlatırken Fransa’nın yaptığı hataların aktarımını yapan tarihçileri “küçük sebeplere çok büyük bir değer atfetmekle” suçluyordu. Mesela; bu savaşta Fransız ordusunun galibiyetine rağmen verdiği büyük kayıpları telafi edemeyecek hale gelmesini “Napolyon’un grip olmasına” bağlayan tarihçilere şöyle sitem ediyordu: “Napolyon’un grip olması belki kararlarında tam isabet etmesine engel olmuş olabilir. Fakat savaşta en ön safta savaşan bir Fransız erinin kalbindeki cesaretle Napolyon’un burnunun akmasının ne ilgisi var? Savaş erlerin korkusuyla kazanılır veya kaybedilir.”

Yine başka bir yerde de savaşları nakleden tarihçilerin her şeyi komutanlara ve onlardan kaynaklı nedenlere bağladığını, bunun yanlış olduğunu, asıl başarıyı sağlayacak olanın toplumun ve tarafların tamamının kalplerindeki arzu olduğunu söyler ve yine tarih yazıcılığını “aşırı liderci” olmakla eleştirir. Ona göre her şey çok fazla lidere verilmektedir. Fakat hakikatte bu bütün bir toplumun ortak başarısı veya başarısızlığıdır. Ve eğer hakperest bir şekilde değerlendirilmesi gerekiyorsa, bütün insanlar açısından değerlendirilmelidir. En fakir ve hakirine kadar; bütün insanların... Bu yüzden Tolstoy, romanı boyunca bir yandan savaşı anlatır, bir yandan da çok göze batmayan karakterler üzerinden devrin sorgulamasını yapar.

Ben, bu romanı okurken ve özellikle Tolstoy’un tarih yazıcılığı eleştirisini keyifle takip ederken, her nedense Bediüzzaman’ın Lemaat isimli eserindeki bir bahsi hatırladım. “Bazan hayır, şerre vasıta olur” başlığı altında geçen bölümde Bediüzzaman şöyle bir eleştiri yapıyordu tüm insanlığın idrakine:

“Havastaki meziyet, filhakika sebeptir tevazu, mahviyete; olmuş maatteessüf sebeb-i tahakküme
Tekebbüre; hem illet. Fakirlerdeki aczi, âmilerdeki fakrı, filhakika sebeptir ihsan ve merhamete
Lâkin maatteessüf müncer olmuştur şimdi zillet ve esarete. Birşeyde hasıl olan mehâsin ve şerefse
Havas ve rüesâya o şey peşkeş edilir. O şeyden neş’et eden seyyiat ve şer ise, efrad ve hem avâma
Taksim, tevzi edilir. Aşiret-i galipte hasıl olan şerefse, “Hasan Ağa, aferin!” Hasıl olan şer ise
Efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazin!”

Bu kısımda özellikle “Birşeyde hasıl olan mehâsin ve şerefse, havas ve rüesâya o şey peşkeş edilir” ve “O şeyden neş’et eden seyyiat ve şer ise, efrad ve hem avâma taksim, tevzi edilir” cümleleri bana ayrıca manidar göründü; Tolstoy’un ardından... Zira burada da Bediüzzaman; Tolstoy’un yaptığı eleştiriye yakın ve belki ötesinde bir eleştiriyi o zamanın siyasal ve tarihsel anlayışına yapıyordu ve onları adaletli davranmamakla suçluyordu. Ve bunu “şerr-i hazin” olarak tarif ediyordu. Ona göre de başarı, bir ağanın veya komutanın değil; tüm toplumundu.

Her iki ismin söylediklerini bir araya getirince bugünkü tarih ve yakın tarih anlayışımızın ne denli sorgulanabilir olduğunu düşünüyorum, hazin bir şekilde... Bu denli liderci ve toplumdan öte yazılmış bir tarihin, ne kadar bizim geçmişimize ışık tuttuğunu tıpkı Bediüzzaman ve Tolstoy gibi sorgulamak istiyorum. Evet, istiyorum. Çünkü bir şeyler hep yanlış gibi... Bir şeyler hep yanlış gidiyor... Toplum, bir türlü bir sonraki adıma taşınamıyor. Fert olarak olgunlaşamıyor. Hem yanlış olmasa, aldığımız dersler bu denli tesirsiz kalabilir miydi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.