Bediüzzaman ve Sürgün Öğretmen

“Var olmak; istemek ve sevmektir.”
“Fikrin öz kardeşi hürriyettir.” (Nurettin Topçu)

Güzel insanlar güzel atlara binip gittiler, der bir Arap atasözü. Benzeri bir sözü ilk duyduğumda yüreğim yanmıştı doğrusu. İstanbul’a yeni gelmiştim. Beyazıt camisinin meşhur çınar altında çay içerken münasebet düştü garsona “delikanlı” diye selendim. “Delikanlılar Çanakkale’de şehit oldular!” diye karşılık verdi. İlk kez duyduğum bu latife karşısında şaşırıp kalmıştım. Sonradan yarı kabadayı tiplerden sıklıkla işiteceğim bu söz, benim için o gün olağanüstü güzeldi.

Gurbet hicreti, hicret tehciri, tehcir sürgünü hatırlatır.  Sürgün ve tehcir insanlığın kadim acılarından. Yakın tarihimizde yaşanan çok sayıda tehcir var! Fakat neticeleri itibarıyla düşünüldüğünde tehcirlerin ve sürgünlerin en acısını, Türk insanının yaşadığı görülür: Avrupa teknolojide eriştiği seviye ile medeniyetimizin maddi çatısı olan Osmanlı kalesini yıkar. İş burada kalmaz, geliştirdiği felsefe ile, yeni nesillerimizde iman ve ahlak bırakmaz. Avrupa’ya gidenler, imanlarını ve medeniyetimizin geleceğine olan inançlarını yitirmiş olarak geri dönmüştür. Milli Mücadeleyi kazanıp genç Cumhuriyeti kuran milli irade safdışı edilir. İnkarcı bir eğitim sistemi kurulur ve asıl tehcir bu tarihten sonra başlar. Dinin, tarihin ve medeniyetin bütün izleri, hayatın dışına itilir. İnsanlar ya kendilerini ya ruhlarını sürgüne yollarlar. Bir sürgün örneği şöyledir:

"İlkokula (iptidaîye) gittiğimiz zaman öteki sınıfın siyah sakallı bir hocası vardı. Bu zat çok disiplinci idi. Bütün sınıfa abdest aldırır, öğrencileri yürüyüş kolunda sıraya dizer, sonra da okulun karşısındaki camiye namaza götürürdü. Onun bu hali başta okul müdürü olmak üzere birçok öğretmenin takdirini kazanırdı. Aradan yıllar geçti, Cumhuriyet ilân edildi ve inkılâplar yapıldı. Bu öğretmenin sakalını kestiğini ve Kasımpaşa tarafında bir okula nakledildiğini öğrendik. Orada aşırı bir inkılâpçı olmuş. Okulda kendi halinde sessiz bir hanım öğretmen varmış. Fakat bu, o hanım öğretmenin namaz kıldığını öğrenmiş. "Bir öğretmen nasıl namaz kılabilir. Bunun yaptığı iş inkılâplara aykırıdır" diyerek, öğretmeni üst makamlara şikâyet etmiş. (Ali Gül s. 34)

GERİ DÖNEN BİR SÜRGÜNÜN ÖYKÜSÜ

Neslinin çok sayıdaki sürgün örneğinden biridir Nurettin Topçu. 1909 yılında İstanbul'da doğmuş lise tahsilini tamamladıktan sonra Paris, Sorbon Üniversitesi'nde felsefe eğitimi görür. "Conformisme et Revolte" (İsyan Ahlakı) adlı tezini hazırladıktan sonra Türkiye'ye döner ve felsefe öğretmenliğine tayin edilir.
Topçu’nun hazırladığı İsyan Ahlakı isimli tez, ferdin toplumun yaşadığı problemlere karşı aktif bir tavır geliştirmesini önerir. Nitekim kendisi İzmir’de genç bir öğretmen iken Hareket Dergisi'ni çıkarır. Burada yayınlanan "Çalgıcılar" adlı yazı resmi çevrelerde büyük tepki görür ve Denizli'ye sürgün edilir.  (1939)

Topçu, 1929'larda Fransa'ya giderken ülke, sürgün edilen milli değerlerin kaybından doğan kaosun içindedir. “Bu dönemde Topçu, ateist değilse de, dine karşı bir ilgisi söz konusu değildir. Yurda döndükten sonra da aynı durum devam eder. Denizli'ye öğretmen olarak sürgün edildiğinde orada mahkûm olan Bediüzzaman'ın mahkemelerini takip eder.” (Ali Gül, s. 13)

Topçu’yu bütün sürgünleri bağrına basan asrın imamı beklemektedir oysa! Gerisini kendisi anlatır: "... 1944'de İstanbul'dan Denizli'ye (Muallim olarak) tayin edildim. İmtihan ayı olan haziranda Denizli'ye gittim, şehir oteline indim. Halen Ödemiş'te savcı olan Müslihuddin Sönmez ve ablası Seher Sönmez vasıtasıyla Bediüzzaman Said-i Nursi'yi tanıdım. Otelin üst katında kalıyordu. Bütün şehirde onun ismi dolaşıyor, herkes ondan bahsediyordu. O günlerde Denizli'de devam eden mahkemesi neticelenmiş ve beraat etmişti. Beraattan sonra Şehir otelinin üst katında bir odaya yerleşmiş orada kalıyordu. Sıkı bir kontrol altındaydı. Yanına gidip gelen ziyaretçiler de aynı şekilde takip ediliyor ve tespit ediliyordu. Ziyaretçiler yanında çok az kalabiliyor, hemen çıkıyorlardı. Akşam yemeklerinde herkes çekilip gidiyor, otelde kimse kalmıyordu. Hatta kâtibi de yemeğe çıkıyordu. Ben de o sıralarda yanına çıkıyordum. Yarım saat kadar kalıp, ziyaret edip görüşüyordum. Din, iman, ahlâk, gençlik ve cemiyet meseleleriyle alâkalı konuşuyorduk...."

Bu beraberlik fazla sürmez. Topçu Güveçli köyüne tekrar sürgün edilir. Asrın garibi de yeni bir menfanın yolunu tutmuştur. Bir ay sonra geri gelen Topçu, Bediüzzaman’ı yerinde bulamaz:
"Güveçli'de bir ay kadar kaldım. Döndüğümde Bediüzzaman da Denizli'den ayrılmıştı. O zaman da talebelerinden Hasan Feyzi ile tanıştım ve görüştük. Âşıktı o, muallimdi. Ona da Muslihiddin Bey götürdü beni. Sevimli bir insandı. Temiz ruhlu bir insan. Sevgi ile yaşayan bir adamdı. Bediüzzaman'ın aşk ve muhabbetinden vefat etti. Ondan ayrılığa dayanamadı. Bilmiyorum, insan böyle vefat eder mi?”  (Şahiner, Son Şahitler, c, II, s. 248-250)

Bir defa şimşek çakmıştır ve ufukların aydınlanmasına az kalmıştır. Topçu arayışlarına devam eder. Ve bir Allah Dostu ile İstanbul’da  yolları kesişir:

ABDÜLAZİZ BEKİNE (RA)

1895'te İstanbul'da doğan Bekine Kazan Türklerindendir.  1910'da ailesi ile birlikte Kazan'a geri döner. 1917'de Rus İhtilâlinden sonra bir süre Buhara'da kalır. Nihayet 1920'li yıllarda İstanbul'a geri gelir. Bayezid Medresesi’nde tahsiline devam eder. Bu dönemde sınıf arkadaşı Mehmet Zahid Koktu (ra) [1897-1980] vasıtasıyla Nakşibendîliğin Gümüşhanevî kolu şeyhlerinden Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi [1851-1926] ile tanışır. Bu zatın terbiyesinde tasavvufî eğitimini tamamlayıp icazet aldığında henüz 27 yaşındadır.
Bekine, Zeyrek Ümmü Gülsüm Camisinde imam hatip iken irşad sohbetlerini devam ettirmektedir. Bir talebesi Topçu’yu kendisine getirir.  Abdülaziz Bekine (ra) Topçu’yu sohbet halkasına alır ve  uzun bir süre manevî eğitimi ile meşgul olur.

“BU KELLE GİDER, BU SAKAL KESİLEMEZ"

Abdülaziz Bekine, (ra) sade ve hikmet yüklü bir ifade tarzına sahiptir. Döneminin entelektüelleri, üniversite mensupları ve gençlerle kolayca iletişim kurar. Onlara kendi evinde hizmet eder. Bir sohbetinde büyük bir iç sıkıntısıyla hayıflanmış öğrencilerine şunları anlatmıştır:

"Bir defasında, sohbet sırasında, söz döndü dolaştı genç nesle, üniversite talebelerine geldi. Onların irşat edilmesinin ehemmiyetinden, oraya atılacak tohumun verimliliğinden bahsetti. Bir ara Hoca daldı gitti ve sakalını avucunun içine alıp çekerek ah bu sakalım, aah!.. dedi. "Ben şu devirde yaşadığıma ve bu makamı işgal ettiğime göre, onların arasına girmeli idim. Onları irşat etmeli, şüphe ve dalâlet bataklığından kurtarmalı idim. Yazık, yazık ki bu sakalla onların arasına giremem. Girebilsem dahi sözüm tesirini kaybeder. Yazık ki bencillik ettim. Şahsıma ait sevap kazanmak için sünnete uydum. Hâşâ ki sünnete uymaktan dolayı müteessir değilim, tövbe... Lâkin bunun sevabı bana aittir sadece. Yazık ki şahsî bir sevap için umumu irşat etme, cemiyetin en mühim kesimini, yarının yapıtaşlarını, istikbalin mürşitlerini, bu an için bulundukları ve itildikleri bataklıktan kurtarma imkânını kaybettim. Yazık ki başlangıç hatası yaptım, füzeyi yanlış yerden ateşledim. Neyleyim ki artık sünnet terk edilemez, bu kelle gider, bu sakal kesilemez." diye acı acı hayıflandı. Hoca bunları anlattıktan sonra bize döndü "Biz, başkaları saplandıkları bataklıktan kurtulsunlar, büyük günahlar işlemesinler diye şahsî sevap kazanmaktan rahatça vazgeçebilmeli, hattâ gerekirse yine şahsımıza ait olmak üzere küçük günahlar işlemekten dahi çekinmemeliyiz. Başkalarına da cennet yolunu açabilmek için cehennemde biraz yanmayı bile göze almalıyız." diye nasihat etti." (Ali Gül s. 53)

Kandiller farklı da olsa Nur’un aynı Nur idi. Aynı güneşin şualarını yansıtıyorlardı.
Abdülaziz Bekine (ra)’ın en büyük eserlerinden biri Nureddin Topçu oldu. O ruh sürgününden döndükten sonra 10 Temmuz 1975’te vefatına kadar Anadolu insanının inancını, tarihini ve karakterini anlattı.

Kendi düşüncesini bütünlük içinde anlatma fırsatı bulan Topçu, Anadoluculuk hareketi adı verilebilecek olan yeni bir ahlak ve karakter inşa etmek için uğraştı. Onun aksiyoncu fikirlerini kendi ifadeleri ile özetlemek gerekirse şöyle diyordu:
"Bizim hareketimiz, mesuliyet hareketidir; davamız hayatımızı hakka uydurmaktır. Bizi Allah’a doğru götürecek olan irademizin iktidarı, isyan halinde ifadesini bulucudur: hayatımızın içinde hayat yokluğuna, ruhumuzda aşkın yokluğuna, vicdanlarımızda mesuliyetin yokluğuna isyan; merkezi, mihrakı, meşalesi aşk ve iman olan ve aydınlığının sahası içindeki nesle ilim, sanat, ahlak ve felsefe yolları açacak olan yaratıcı isyan; isyanımız ruhlarda bir rönesansın başlangıcıdır."

Topçu, milliyetçiliğe  farklı bir tarif getirmişti. Ona göre "vatan, tarih, soy ve dilek" milleti yoğuran asli unsurlardı. İslamcıların coğrafi faktörü, soyu ve vatanı görmezden gelmelerini eleştirir, coğrafya ile iktisadın millet varlığının iskeleti olduğunu, İslâm'ın ona hayat verici ruh olduğunu, ruhun bedenden, bedenin de ruhtan ayrı  düşünülemeyeceğini ileri sürerdi. 

Ferdi kolektif milliyetçiliğin kulu haline getiren Ziya Gökalp’ın ırkçılığına şiddetle karşı çıkan Topçu, hakların ve menfaatlerin adil bir şekilde bölüşülmesi tezini işlediği Anadolu Sosyalizmini dillendirmesi üzerine resmî milliyetçiler tarafından yalnız bırakıldı. Çok sayıdaki eserleri ve makaleleri ile gözle görülür bir insan kalıbı ortaya koymuştu. Ancak bu fikirler ileri sürülen bir davadan ibaretti. Bu kalıba ruh üfleyecek, onu hayatlandıracak dava içindeki bürhan olan Nur Risaleleri olabilirdi. Bu açıdan bakıldığında Topçu’nun bu imkandan yeterince yararlandığı söylenemez.

Nureddin Topçu, Üstad’a karşı vefasını sürdürmüş, Üstad’ın İstanbul seyahatlerinde kendisini ziyaret etmişti:
"1952'de İstanbul'a Akşehir Palas Otelinde de ziyaret ettim. Sonra bugünkü Büyük Postahanenin üstündeki ağır cezadaki son mahkemesine gittim. İkindi namazının vakti girmişti, kalktı: 'Siz kararınızı verin, ben namaza gidiyorum' dedi ve yürüdü. Hiç umurunda değil. Belki mahkûmiyet kararı verecekler, idam bile verecek olsalar hiç aldırdığı yok.
"Allah'ın lütfuna mazhar olmuştu, herkese vermez Allah bunu..."
Ruh sürgünlerinin geri dönüşüne katkı sağlayan seçilmiş ruhlara saygıyla!
(Ali GÜL, Nurettin TOPÇU’DA ANADOLUCULUK Düşüncesi,   T.C. Gazi Üniversitesi, Yüksek lisans tezi,  ANKARA – 2006; Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, c, II, s. 248-250)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum