İlim ve Kanun-2

İnsandaki ruh, hayvandaki ruhun aksine olarak şuurlu ve iradeli yapısıyla ehadiyete mazhariyetten ötede bir boyut daha kazanır: Ulûhiyet Tecellisi yani müstakil benlik… “İnsanın içine ruhumdan ruh üfledim[1] âyeti bu ulvî ve kudsi ciheti bildiriyor. Eğer insan ilim ve hakikat yoluyla “nur” a erip gurur ve kibir gibi şeytani ve iblis-vârî sıfatlarını kırar ve parçalarsa, Allah’ın terbiye avucunda kendinin hiçliğini hissedip yaşarsa o vakit onun ruhu, şeffaf bir ayna haline gelir. Melekler bu Ulûhiyet aynasına secde ederler. O ruh bir manevi Kâbe olur. (Bakara sûresi, 34)

Ruhun nurlanması tevhid ve iman ile olduğu gibi sünnetullah denilen ruh-u a’zam ile selâmet içinde yaşaması da teslimiyet ve islam ile olur. İman, o ruhu küçük bir “Rûhu’l-Emîn”; İslamiyet ise bir “Rûhu’l-Kudüs” aynası haline getirir. Çünkü iman, etrafına emniyet vericilik demektir. Emniyet verebilmek için ön şart, emniyete ermiş olmaktır. Emniyete ermek ise, korkulardan ve korkuların anası olan karanlıklardan kurtulmakla olur. Bu da, nura ermekledir. Onun da yolu, benliğini ve kibrini kırmaktır. Kibrini, daha derinde kendini beğenmişliğini ve daha da derinde Allah’a karşı ümitsizliğini aşamayan ve kıramayan kişi bu 3 karanlık tabakası içinde kalmaya mahkûmdur. Kur’an yer yer “Peygamberler, insanı karanlıklardan nura çıkarmak için, bir furkan (hakikat), ziya ve nur ile insanlara gönderilirler” der.[2]

İman, ruhun nur alıp nur verici bir lamba haline gelmesini sağladığı gibi İslamiyet de kişiyi nur âlemi olan bu kâinat ile bütünleştirir, birleştirir. İslam başkasına selâmet, barış, kavgadan uzaklık aşılamaktır. Bunu yapabilecek kişinin önce kendisinin selamete ermesi, selîm ve sâlim olması zaruridir. Selamet ise, içindeki kavgalardan kurtulmakla olur. O da bir Firavun gibi gururlu, kimsenin hâkimiyetini ve onu terbiye etmesini kabul etmeyen, başkasının iradesine boyun eğmeyi ve ona tabi olmayı alçaklık ve yokluk sayan nefs-i emmareyi, onun gururunu, istiğnasını (Ben bana yeterim havasını), bağımsızlık ve “Bizzat varım” iddialarını kırmakla mümkündür. Nefsin kırılması, kişide kudsiyet vasfının tecellisine, hem kâinatta daha çok kudsiyetle beliren kudret sıfatının üzerinde hissedilmesine vesile olur.

Kâinat Melik, Kuddûs, Selam olan Allah’ın bu sıfatlarıyla kurulup işletildiği için nefsini kıran biri kâinat çapınca, geçmiş geleceği de içine alan “Nur Âlemi”ni, “Kudsiyet Âlemi”ni görüp bulabilir. Aksi halde kudsiyet ve selâmet hakikatlerinin çarkları olan âdetullah fabrikası içine giren tembel, bencil, açgözlü, hırslı, bölücü bir nefs-i emmare her şeyi kendine düşman, aleyhinde ittifak etmiş bir ordu görmeye mahkûmdur. Hem kendisini de gurbete düşmüş, yapayalnız, sahipsiz, kimsesiz, yetim ve çaresiz görmeye ve hissetmeye mahkûmdur. Milyarlarca ve asırlarca şahidi olan ve gözle görülen insanî kanundur bunlar...

Önce nura ve emniyete eren ve ay gibi lambalaşan bir mü'min etrafına nur saçan bir Rûhu’l-Emîn aynası olduğu gibi; sonra kudsiyete ve selâmete erip güneş gibi bir kandil olup etrafına ziya saçan bir Rûhu’l-Kudüs aynası olur. Buna mukabil iman denilen tevhidi reddeden kişiye Kur’an “Müşrik”; İslam denilen teslimiyeti ve Kur’an’a tabi bir hayatı reddeden kişiye Allah, “Münâfık” der. Evet, iman hakikat, ilim ve tevhiddir; islam, hak, hikmet ve teslimiyettir. Kur’an’ı bütünden okuduğumuzda o İlahî nurun, imanı reddeden müşriklerin ve islamı reddeden münafıkların röntgenini çektiğini ve problemlerini teker teker belirttiğini görebiliriz. Müşriklerin psikolojik vasıflarını şöyle sıralar:

Saplantılı, hakikat yolundan çıkmış, hakikati görse de yalanlayan, hakikatin ağırlığından kaçan, devamlı yemin eden, aşağılık, devamlı kusur arayan, devamlı laf götürüp getiren, hayırları devamlı engelleyen, saldırgan, fıtrata ters işler yapan, kaba ve haşîn, toplumca ve vicdanlarca damgalanmış, nurlu ayetleri duyunca yarasa gibi kaçan kibirli, gururlu ve ahlaksız olma ve bulunma…[3] Zihnî problemlerini ise şöyle belirtir: “Dünyanın yalnızca zâhirini bilmek, bâtın ve Ahirete bakan boyutundan haberdar olmamak”[4], “her şeyi maddede aramak ve gözüyle görmediğine inanmamak”[5],”kaypaklık”[6], “menfaatperestlik”[7] ve saire…

Münafıkları ise şöyle göz önüne serer:

Dinin hayat ve ihlas boyutunu reddettiği halde kendini kabul ediyor görür; yalancıdır, bolca yemin edip yeminlerini kalkan gibi kullanır; insanları hak yolundan saptırır ve hak yolda yürümelerini engeller; kalpleri küfür karanlığıyla doludur, kalpleri kalıp gibi mühürlenmiştir; anlayış ve fikir derinlikleri yoktur; dış görüntülerine yatırım yaparlar; çok lafazandırlar; manevi açıdan odun gibi cansız ve ruhsuz olup samimiyet ve ciddiyetleri yoktur; her yüksek sesi aleyhlerinde sanacak şekilde korkaktırlar ve her ciddi güzelliği kendilerinden bilirler; hakka düşmandırlar; kendilerini tertemiz ve günahsız görürler; kibirlidirler; fakir ve fukaranın iman ve islamiyetini para ve menfaat için zanneder ve gerçek islamın zenginlikle olacağını düşünürler; izzet ve üstünlüğün para, servet ve maddi imkânlarla olacağına inanırlar, Allah’ı az zikrederler; infak yapmazlar, yaparlarsa da riyakârlık için aşırı abartı olarak yaparlar; mucizelerle ve ayetlerle alay ederler; ibadetlere üşenerek gelirler; ibadetin manasını bilmezler, gösteriş için ibadet yaparlar; Allah yolunda savaştan kaçarlar, ölümden şiddetli korkarlar, iyilikleri Allah’tan kötülükleri Resulullah’tan ve müminlerden bilirler, kendilerini ve bütün varlıklarını hakka ve hakikate feda edemezler.” (Münâfikûn, Maûn, Nisa, Tevbe Sûreleri)

İnsan ruhunun şirk ve nifakla iman ve islamdan kaçmakla sergilediği ve etrafa yaydığı bu karanlıklı, dehşet ve ürperti verici haller gösteriyor ki, Allah yolu dışındaki ruhlar, nura eremezler. Nur suresinde vurgulanarak ifade edildiği gibi Allah’a, Onun iç ve dış âlemdeki kanunlarına, hakikatlerine uymayan ve tabi olmayan asla bir nur bulamaz, nura kavuşamaz. Hz. Ebu Bekir’in (RA) “El-aczü an derki’l-idrakü idrakün” (Nura erme, hakikati bulma ve bilme noktasında olan âcizlik hali ve kendini âciz hissetmek var ya, işte asıl idrak odur.) sözü meselenin özünü ortaya koyar. Evet idrak, nur ve hakikat âleminin anahtarıdır. Çünkü acz, bir secde halidir. Secde ise hiçliğini hissetme, kendinden çıkma ve Allah’ta fâni olmadır. İlim ve nurun, ezelî ve ebedî birer kıymet ve sonsuz birer hakikat olup ancak Allah’a ait olduğunu ve o nuru ancak Onun verebildiğini bilme, fark etme ve kabullenme ifadesidir. Yani tevhiddir. İlim, hakikat ve nur cennetinin kapısının anahtarı da kelime-i tevhid olan La ilahe illallah’tır.

Kalem suresinin, ilme, kaleme ve kalemin yazdıklarına yemin etmesi; sonrasında bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i kalem geçinenlerin 11-12 tane karanlıklı, hırçın, ahlaksız ve edepsiz tavırlarını bildirmesi gösterir ki, Allah’tan uzak olanda ilim, nur, hakikat ve güzel ahlak olamaz. İlim ve nur, ruhta sonsuz güzelliklere şevk ve iştiyak hislerini uyandırırken; yaratılmışlara karşı da sonsuz bir şefkat, mülâyemet, arkadaşlık, dostluk, kardeşlik, sabır ve tahammül hislerini uyandırır. Her şeyi fedakâr bir anne ve vefakâr bir baba gibi kucaklatır. Kur’an bu iki manaya işaret eder sadette Hz. Peygamber için “Ümmî” (Anne) ve “Müminlerin manevi babası” ifadelerini alenen veyahut dolayısıyla kullanır.[8]

Din, bir Tarık yıldızı hükmünde olan insan şuurunu ve onun cüz’i bir kanun olan ruhunu ilim ve hakikat ile küllileştirir ve bir dolunay gibi parlak kılar. Hem hikmet ve hakka uygun bir salih amel ve hayat ile sıcak, ışıl ışıl bir güneş gibi kılar. Bu noktada ihlaslı bir mümin, “Maddi-manevi, gaybî-şuhudî bütün âlemler Allah’ındır, Onun mülküdür. Ben de onun kuluyum ve kölesiyim. Ben Onun için yaşıyorum, yaşamaya çabalıyorum” der.

İnsan ruhunun yapılması, onun bu hayata gönderilmesindeki İlâhi sır olan “hilâfet” ve “kemalât-ı İlâhiyeye kavuşan ve kavuşturan bir ayna olma” meselesi, o ruhun Esma-yı Hüsna’nın kudsiyet ve nurlarına erişmesi ile mümkündür. Kur’an başından sonuna kadar bu meseleleri işler, ders verir, irşad eder. İlahi bir “emr” olan ruhu, Rabbani bir “hüküm” haline getirir. Kendisiyle Allah’ın, kullarına hükmettiği bir Rahmani “kürsî” kılar.

Elhasıl, zâhir ve bâtın üzere yaratılmış olan kâinat ve insan hakikati ile muhatap insan aklı ve kalbi için 4 hal vardır: Müşrik, Münâfık, Mümin ve MüslimMüşrik için zahir vardır, bâtın yoktur. Münâfık için ne zâhir vardır, ne bâtın vardır. Onun derdi nefsi ve lezzetleridir. Mümin için, zâhir de vardır bâtın da vardır; fakat mühim olan bâtındır, çünkü zâhirin ne olduğunu ve gayesini bilemez. Müslim için zâhir de, bâtın da haktır ve mühimdir; ikisi bir madalyonun iki yüzü gibi kıymetli ve vazifelidir. Her bir insan, insan nev’ine has bir kanun olarak hakikate tâlib aklı ve hakka âşık kalbiyle zâhirden hakikate, hakikatten hakka yürür. Bu imtihan sürecinde ya müşrik olur zâhirde boğulur, kalır; ya münafık olur kendinde boğulur veyahut kendine-kâinata ve Rabbine karşı dürüst ve samimi olarak hakikatte “nefha”laşır, hakta müsbet hayatıyla bir “nefes-i rahmet” haline gelir.

[1] Hicr suresi, 29.

[2] Enbiya suresi, 48 ve diğerleri.

[3] Kalem Suresi, 1-16.

[4] Rum suresi,7.

[5] Putperest Mısır kültüründen etkilenen Yahudilerin müşrikçe taleplerinde ve Samirî’nin onlara yaptığı buzağıya tapmalarında görebiliyoruz. (Bakara ve Taha sureleri)

[6] Bu yönü, peygamberlerden mucize isteyip “iman edecekleri” vaadinde bulunup mucize gerçekleşince ona “sihir” demelerinde görebiliyoruz. (Kamer suresi, 1-3 ve diğerleri)

[7] Bunu peygamberleri de kendileri gibi maddi çıkar için çabalıyor zannetmeleri ve ithamlarında görebiliyoruz. (Tur suresi)

[8] Ahzab suresi 6; Araf 157-158.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum