Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Başka kimse yok mu?

"Vusülsüzlüğümüz, usulsüzlüğümüzdendir." sözüyle üslûp, yol, töre, eda meselesini anlatırız ya. Bu, biraz önemli. Muhatap, karşındaki, insan olunca, biraz kuyumcu titizliği icab ediyor. Bir şekilde bizden uzaklaşan insana bir daha ulaşmak, gönlüne girmek zor olabiliyor. Onunla vusül, kavuşma, buluşma bir daha mümkün olmayabiliyor. Niye? Çünkü usulsüz bir hitabın, yaklaşımın olmuş arkadaşa. O da senden uzaklaşmış. Davan da anlattıkların da hak. Hak ama üslûbun hak değil. Anlattıklarına, muhabbet iksiri katamamış, sadece göze bakmış, gönül teline ya dokunamamış ya da gönül telini biraz hırpalamışsın.

Aynı şey, hususî sohbetlerde de oluyor bazen. insanların yanında uyardığın bir kişinin uyarmanda haklı da olsan, sana tepkisi farklı oluyor. Aylar, yıllar geçse de üslûbunun sana dönüşü sert olabiliyor. Bunu bizzat yaşamış biri olarak, yakinen biliyorum. Güya derste uyuyan bir abimizi uyarmamız, pahalıya mal olmuştu bize. Olsun, arkadaş varsın uyusun. Milletin içinde uyarıp mahcup etmek de ne oluyor? Yıllar önce, dört yaşındayken, oğlumun çayına kattığın su bile, onun mahcubiyetine sebep olmuş ve yine sitemine hedef olmuştuk. Yani bunun yaşı başı da yok demek istiyorum. Karşında muhatabın, ruh taşıyan insan olduktan sonra göz hassasiyeti devreye giriyor. İnce bir işçilik icab ediyor. Kırmak, tahribat cinsinden olduğu için kolay. Ama kırdığın gönlün tamiri hayli zor.

"Uslûb-u beyan, aynı ile insan." kadim sözümüzdür. Sen, seni anlatma. Üslûbun seni anlatmaya yetiyor zaten. Malûm, zamanımızın birkısmını geçirdiğimiz bir dükkânımız var. Her gün yüzlerce müşteri ile muhatap oluyoruz. Bizim davranış ve takdim şeklimiz, çoğu şeyi belirliyor, dersek yeridir. Kırdığımız bir gönül, tam üç sene sonra karşımıza geçip bu dükkâna daha girmem, dediği gibi; yirmi yıllık dostlukları da kazandığımız oluyor. Bu durum, basit bir alışveriş için geçerli olur da kutsî bir davanın temsil ve takdiminde olmaz mı?

Bazı arkadaş ve dostların ikaz şekline imrenmiyor değilim. Zübeyir abi ikaz edeceği bir kişiyi çağırır, ikazını sanki ona değil de başkasını anlatır gibi yaparmış. Ama muhatap dersini alırmış. Hem de kırılmazmış. Erzurumlu Evliya Hüsnü abinin bu fakiri ikazlarını ancak bir ay sonra anlardım. Nasıl olsa doğru söylüyorum diye, hikmeti bırakırsan, bozduğun gönül teli bir daha düzelemeyebilir.

Sadrazam ve 18. yüzyıl şairlerinden Koca Ragıp Paşa bunu ne güzel anlatmış:

"Bir kere dokunsan teline sâz-ı derûnun,
Bin türlü navasizle düzelmez bozulunca."

Yani gönül sazının teline hata ile bir kere dokunmayagör; eğer bozulursa, artık bin defa tamire kalksan da düzelmez.

Üstad bunu üst düzeyde, yakın talebelerine karşı uygulamış. Hatta talebelerinden şuursuzluktan kaynaklanan, birbirine olan kırıcı hitapları kendi üzerine aldığını da bildirerek her türlü kırıcılığın önüne geçmeye çalışmış. Uhuvvet ve İhlas Risaleleri ise, gönül tellerine dokunmanın Kur'anî ve Muhammedî(ASM) yollarını gösteren Asr-ı Saadetten sonra ender teliflerden olan iki risaledir. Tahir abinin odasına astırdığı "Bu odada gıybet yasaktır." levhası da üst düzey bir hassasiyet sayılır.

Yine gönül teline dokunmadaki usûle işaret etmesi bakımından, Erzurum'da anlatılan, belki de yaşanmış bir hikâye vardır. Erzurum'da adamın biri müskirat müptelasıdır. Bir güzel insan da onu sürekli ikaz etmeye çalışmaktadır. Fakat ikazları biraz sert ve kırıcı olmakta, hâliyle bu ikazların sarhoş üzerinde müspet bir tesiri olmamaktadır. Müskirat, insan sarhoş etmektedir, doğru ama sert ve kırıcı ikazlar da kalbi sarhoş etmekte ve ikazlar neticesiz kalmaktadır. Yine bir gün sarhoş, biraz fazla kaçırınca, önünü göremez dengesini kaybeder. Neticede bir kuyuya düşer. Bu sefer kuyudan "Beni kurtaracak kisme yok mu?" diye bağırmaya başlar. Bu 'kisme' kelimesi, malûm Erzurum'a hastır. Zira mahallî şivede bazı kelimelerde harf göçüşmesi yapılmakta ve böylece 'yaprak, yarpağa; toprak, torpağa; kimse de kismeye" dönüşmektedir. Bu sefer kuyunun başına sarhoşa kırıcı ikazlarda bulunan adam gelmekte ve yine ona: "Sana demedim mi bunu içme, yine içtin, çek o zaman zahmeti." ve benzer kırıcı cümlelerle seslenir. Sarhoş kuyudan kurtulmaya muhtaçtır ama adamın bu ikazından, üslubûndan da hoşlanmaz. Ve kendisine uzanan eli belki de canı pahasına red anlamında "Başka kisme yok mu? diye bağırmaya başlar.

Biz başka kimseye göndermek için çalışmayalım. Çünkü başka kimseye gidemeyenler de olabilir. Neticede kaybedilen kısa bir hayat değil, ebedî bir hayat olur. Yük ağır yani. Bu mesele geçiştirilecek cinsten değil. "Seriüsseyir olan bu zaman evladı" sana göründükten sonra, bir daha görünmemek üzere kaybolabilir. Bir kişiyle bazen ilk ve son olarak bir defa görüşebilirsin. Buluşmamak üzere olacak olan vedalaşmanın arkasında,onun belki de tutunup hatırlayacağı hoş bir seda bırakmaman gerekiyor.

Evet dostlar, 16. yüzyıl Divan şairi Bâkî, beş beyitlik gazelinin üçüncü beytinde:

"Âvâzeyi bu âleme Davûd gibi sal,
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sedâ imiş."

derken, sadece bir sanat yapmıyor, bütün bu anlattıklarımızı özetliyor aynı zamanda. Kendini başkasının yerine koymak, kamerayı alıp sonradan seyretmek zor bir sanat. Zor ama başarabiliriz herhalde. Bu yazı da onu başarabilmek adına nefsime karşı söylenmiş sözlerden derlendi. Kendime diyemediğimi, başkasına deme hakkım olmadığına göre, ilk muhatap da kendimiz olduk.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.