Alaettin TAŞKIN

Alaettin TAŞKIN

Bediüzzaman’a göre laiklik meselesi

Üstad Bediüzzaman Osmanlıyı mutlakiyet ve meşrutiyet dönemleriyle, Cumhuriyeti de tek partili ve çok partili dönemleriyle görmüş, yaşamış bir dava adamıdır. Davası ise ‘tahkiki imanı’ geniş halk kitlelerine kazandırmaktır. Bu bağlamda Bediüzzaman’ın siyasetle, devlet yönetimiyle ve devletin rejimiyle ilgili görüş, tuttum ve tavırları olacaktır.

Biz bu yazıda Üstadın devlet ve siyaset mefhumlarıyla/kavramlarıyla ilgili bütün görüş ve değerlendirmelerini ele almayacağız. Siyaset meselesine Bediüzzaman’ın yaklaşımını ifade eden kısa bir girişten sonra güncel tartışma konusu olan laiklik meselesine dair Bediüzzaman’ın görüşlerini ve değerlendirmelerini ortaya koymaya çalışacağız. Bu çalışmada ortaya koyacağımız tespitlerde hata ve/veya yanlış olursa Risale-i Nur’u doğru anlayamamaktan kaynaklı olup bize aittir.

Bediüzzaman’a Göre Siyaset

Kur’an ve Hadisten aldığı dersle dünyayı ahiretin tarlası ve Cenab-ı Hakk’ın esmasının tecelli yeri olarak gören Bediüzzaman, insanın dünyada varoluş gayesini de Allahın rububiyetine karşı en kapsamlı bir şekilde ubudiyet etmek olarak belirtir. Bu çerçevede siyasete bakışını şöylece ifade eder:

“..din düsturlarının bir hadimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidinden, Selef-i Salihinden başka, siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebei[edilgen] hükmüne geçer. Hakiki dindar ise, "Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir" diye, siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate alet etmeye-eğer mümkünse-çalışabilir. Yoksa baki elmasları kırılacak adi şişelere alet yapar.” ( Emirdağ lahikası: 57)

Bu ifadelerle siyasete bakışını kısa ve özlü bir şekilde ortaya koyan Bediüzzaman, dine, ahirete ve hakikate alet olabilen siyaseti olumsuzlamaz. Ancak dine ve hakikate perde ve engel olan siyasete karşı tutum ve tavrını o meşhur sözüyle ifade eder:

“Şeytandan ve siyasetten Allaha sığınırım.”

Demek ki Bediüzzaman siyaseti kategorik olarak olumsuzlamaz. Üstadın olumsuzladığı ve Allaha sığındığı siyaset şeytanî bir siyasettir; insanı Allahtan uzaklaştıran ve şeytana alet ve oyuncak eden siyasettir. Yoksa dine ve ahirete alet olan, insanın Cenab-ı Hakkın rububiyetine karşı ubudiyetini yapmasına engel olmayan siyaseti olumsuzlamaz. Özellikle modern dönemde riyakâr ve zulümkâr olan ve hakikate ve dine alet edilemeyen siyasete karşıdır Bediüzzaman ve bu siyasetten Allaha sığınır.

Bediüzzaman ve Rejim

Bize göre laiklik bir rejim meselesidir. Türkiye Cumhuriyetinin tek parti dönemindeki rejimin başat özelliği laikliktir. Bu bağlamda laikliği – özellikle tek parti dönemi uygulamalarını baz alarak- rejimin temel karakteri olarak ele alabiliriz. Biz de burada Bediüzzaman’ın laiklik meselesine dair görüşlerini rejim bağlamında ve rejime dair görüşleri ekseninde ele alıp değerlendireceğiz.

Bediüzzaman rejime karşı tutumunu şu şekilde ifade eder:

“Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var. Ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır.” (Kastamonu Lahikası: 265)

Demek ki, Bediüzzaman rejimi değiştirmek amaçlı isyan, silah ve şiddet içeren yöntemleri doğru bulmuyor. Bu yöntemlere karşı çıkıyor. Ancak bu rejimi de doğru bulmuyor, onaylamıyor, kabul etmiyor ve rejimin anlayışını benimsemeyip onunla amel etmiyor. Ama rejimi değiştirmek için de bir isyanı, bir kalkışmayı da doğru bulmuyor.

Yine şu ifadelerde Üstad laiklik ve rejime karşı tutumunu açık bir şekilde ortaya koyuyor: “..laiklik maskesi altında dîne ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhâlefet etmiş isem, kanunlar haricine mi çıkmış oldum?” (Tarihçe-i hayat: 651)

Bediüzzaman, kalkışma, ihtilal ve isyanla rejimi değiştirmeyi neden doğru bulmadığını Kur’an ve Hadisten aldığı dersle şöyle açıklar:

“..dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur’âniye ile şiddetle men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur’ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.” ( Emirdağ Lahikası-2: 159)

Bediüzzaman idealindeki devlet yönetiminin temel özelliklerini Dört Halife dönemini örnek göstererek anlatır. “Hulefa-i Raşidîn” olarak dört halifenin, hem Hz. Peygambere halife olduğunu -O’nun misyonunu devam ettirdiğini- hem de seçimle başa gelmesi manasında sahabeye cumhurbaşkanı olduğunu söyler. Dört halife hakiki manada bir cumhuriyetin reisiydiler. Öyle ki sadece içi boş isimden ve içi boş klişelerden ibaret bir cumhuriyet değil, adaletin hakikatini tesis eden ve hakiki hürriyeti en güzel şekilde sağlayan, esası dindar olan bir cumhuriyetin reisi olduklarını vurgular. ( Şualar: 363)

Mecbur Kalınan Rejim Olarak Laiklik

Bediüzzaman ‘mecbur kalınan’ bir rejim olarak laik cumhuriyeti olabilecek en olumlu şekilde ele alır. Modern çağın ve laik rejimlerin hep öne çıkardıkları din ve vicdan hürriyeti ve düşünce özgürlüğü açısından mümkün olduğunca meselenin olumlu yönüne bakarak bu ‘şartlarda’ İman ve Kuran hizmetlerinin nasıl yapılabileceğini öne çıkarır.

Yani eğer hakikaten dedikleri gibi modern Batı medeniyeti ve onun ürünü olan laik rejimler din ve vicdan hürriyetini ve düşünce özgürlüğünü hakkıyla sağlasalar iman ve Kuran hizmetleri bu ortamdan olumsuz etkilenmez. İman ve Kur’an hakikatlerinde öyle bir delil ve doğruluk kuvveti var ki bir devletin korumasına ve kollamasına ihtiyacı yoktur. Eğer iman ve Kur’an hakikatlerinin deliller ve doğruluk boyutundaki kuvveti ortaya çıkaran bir eser, bir çalışma olursa iman ve Kur’an hakikatleri devlet koruması kollaması olmadan kendilerini insanlara yayacaklardır. İşte Risale-i Nur bu çağda bu hizmeti en güzel şekilde yaparak, tahkiki iman eğitimiyle iman ve Kuran hakikatlerinin doğruluk ve delil kuvvetini en parlak bir tarzda ortaya koymaktadır.(Şualar: 271)

Muvakkat/Geçici Rejim

Üstad Bediüzzaman jakoben laiklik uygulamalarını esas alan rejimin ‘muvakkat’/geçici olduğuna ısrarla vurgu yapar. Bizce bu vurgu boşuna değildir. İman ve Kuran hizmetleriyle toplumun genelinde bir dindar ortam oluştukça ve toplumun büyük çoğunlu dine cidden taraftar oldukça bir ‘üst yapı’ olarak rejim de bu değişime ayak uyduracaktır. Katı jakoben laiklik uygulamalarını devam ettiremeyecektir. Bediüzzaman bir nevi sosyolojinin fıtrat kanunu olan bu noktaya imâen işaret eder. Biz bu imâ ve işaretin günümüzün güncel tartışmaları için manidar olduğunu düşünüyoruz. Burada jakoben lâdini manadaki laik rejimin ‘muvakkat’ yani geçici oluşuna dair ima ve işaretleri belirterek, bu meseleye dikkatleri çekmek istiyoruz.

“Gariptir, hem çok gariptir: Yedi yüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur’ân’ın elinde şeref-şiar, bârika-âsâ bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeâirine karşı istimal etmeye çalışır! Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor diye rivayetlerden anlaşılıyor.” (Şualar: 596)

Burada orduya gönderme yapması çok ilginçtir. Bu ülkede laikliğin başat temsilcisi kurumlardan birisi ve hatta birincisi olarak ordu gelir. Ve aynı ordu toplumsal dinamiklere uygun bir şekilde milletin hissiyat ve şuurundan uzak kalamayarak gittikçe dini ve manevi değerlere ve sembollere karşı daha tahammülkâr olmaktadır. Hatta bu değerleri ve sembolleri benimsemeye başlaması Bediüzzaman’ın 80 yıl öncesinden buradaki ordu vurgusunun gerçekten çok çarpıcı olduğunu gösterir.  Yine bu minvalde Mektûbat adlı eserinde milliyetçilik bahsinin sonun şöyle der:

“Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame[devam] ettirir.” ( Mektûbat: 327)

Burada da görüldüğü üzere Bediüzzaman ısrarla ordunun İslamiyet’ten uzak kalmasını ve hatta ona düşman olarak kullanılmasını muvakkat/geçici bir arıza olarak görür. Bu milletin ordusunun bu geçici arızları atlatıp asıl görevi olan Kur’an hizmetinde bayraktarlık vazifesine tekrar döneceğine işaret eder. Hamd olsun o günler gittikçe yaklaşıyor.

Üstadın İslamiyet’ten uzak ve ona ters olan batı medeniyetinin ürünü olan kanun ve hukukî düzenlemelere bakışı da bu minvaldedir:

“Acaba bu zamanın bazı ilcaâtının[şartların zorlamasının] iktizasıyla muvakkaten kabul edilen bir kısım ecnebî kanunlarını fikren ve ilmen kabul etmeyen...” (Şualar: 448)

Yine şu ifadeleriyle Bediüzzaman hem rejime karşı tavrını ortaya koyarken hem de bu rejimin geçici olduğuna vurgu yapar:

“..Cumhuriyetteki hürriyet perdesi altında dindarlar hakkında eşedd-i zulme[şiddetli zulme] âlet olabilen muvakkat bir rejime, değil yalnız ben, belki bütün ehl-i vicdan muhaliftir.” (Emirdağ Lahikası-2: 158)

Hukuk ve Din

Üstad Bediüzzaman 1923 senesinin başında Ankara’da Birinci Mecliste vekillere yönelik verdiği hutbeden yeni devletin “şeâir-i İslâmiyeyi” benimsemesi gerektiğini söyler. Peygamberlerin hep Doğu toplumlarına gönderilmesine dikkat çekerek âlem-i İslam içinde mühim işler ve büyük dönüşümler yapmak ancak İslamî kanunlara ve kaidelere bağlılıkla olabilir der. Aksi halde ise çalışmalar boşa gider ve sağlıklı, köklü ve güçlü bir devlet ve toplum yapısı oluşturulamayacağına dikkat çeker. (Mesnevi-i Nuriye: 100)

Buraya kadar olan açıklamalar Üstad Bediüzzaman’ın laikliğe karşı görüşlerini ve tavrını ortaya koymaktadır. Buna göre Bediüzzaman laikliği mecbur kalınan bir rejim olarak ele aldığında meseleye mümkün olan en olumlu bakışı sergiler. Yani din ve vicdan hürriyetinin sağlandığında –eğer Modern Batı ve laikçiler söylemlerinde samimiyse- zaten iman ve Kur’an delil ve doğruluk gücüyle bu hürriyet ortamında –devlet desteğine gerek kalmadan- kedilerini insanlara ulaştıracaklardır. Ancak mesele sadece bu olmayıp toplumun giderek müslümanlaşması gözden uzak tutulamaz. Toplum müslümanlaştıkça ve daha dindar hale geldikçe bir üst yapı olan devlet ve yönetim rejiminin de buna uygun hale gelmesi icâb eder. Yine bu şekilde toplumu ve halkı idare eden kanunlar da toplumun inançlarından ve dininden uzak kalamaz. Toplumun çoğunlu dindarlaştıkça kanunlar da, hukuk düzeni de buna uygun hale gelmelidir. Eğer toplum daha dindar hale geldiği ve kanunların ve hukuk düzeninin de bu minvalde olmasını arzu ettiği bir zeminde halkın inançlarından uzak laik bir hukuk sisteminde diretmek toplumun hukuka olan bağlılığını zedeler. Üstelik Müslüman toplumlarda asayişi ve düzeni güzelce sağlayabilmek için kanunların din ekseninde düzenlenmesi gerekir. Yoksa suçların, şiddetin ve anarşinin önü alınamamaktadır. Üstad Bediüzzaman bu manada şu tespitlerde bulunur: “Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlâhiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, Ye’cüc ve Me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.” (Hutbe-i Şamiye: 79)

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum