Bediüzzaman'ın mütefennin okuyucu tipi

Otuzuncu Lema’nın Altıncı Nüktesi İsmi Kayyum ile ilgilidir. Bu eserin dipnotunda Bediüzzaman bir kayıt koymuştur: ”Bu risaleyi okuyan eğer mütefennin değilse Birinci Şua’yı okumasın, ikinciden başlasın ahirde okusun.”

Bu haşiyenin konulduğu yerde ise yine bir hatırlatmada bulunur. İkinci hatırlatma yani dipnot veya haşiye bu birinci ihtardan dolayıdır. “İsm-i Azam’a ait nükteler azami bir surette geniş, hem gayet derin olduğundan hususen İsm-i Kayyuma ait meseleler ve bilhassa Birinci Şua daha ziyade derin gittiğinden elbette her adam her meseleyi her cihette anlamaz.”

İsmi Azama ait meseleler için “azami bir surette geniş“; “hem gayet derin / daha sonra,  daha ziyade derin“ sıfat grubunu kullanır. Bir şey hem derin hem de geniş olursa hem de azami bir surette geniş hem de gayet derin olursa, geniş ve derin olay şeyi ihata etmek,  derine de dalmak zordur. Bu yüzden Bediüzzaman derin ve geniş meselelere insanın kendini hazırlaması gerektiğini anlatır ve mütefennin okuyucu karakterini tavsiye eder.

Mütefennin ne demek? Bediüzzaman gözü, kütüphane-i ilahinin mütefennin bir nazırı olarak görür. Mütefennin edipler, mütefennin ülema cümlelerini de kullanır. Develioğlu lügatinde mütefennini, “tefennün eden, teknik bilgi sahibi” diye tarif eder. Abdullah Yeğin, ”alim, münevver, fen adamı. Teknik ilimle uğraşan“ der.

Bediüzzaman bütün ilimleri fen olarak isimlendirir. “Fenn-i menafiül aza“ fizyoloji demektir. Yani vücudun işleyiş tarzı. Mantığa “fenn-i mantık” der. Fenn-i beyan-ı maani, manayı anlama fenni demek. Manayı çözmek de büyük bir gayret gerektir. Buna edebiyatta metin şerhi denir. Ben bir şiiri şerhetmek için saatler sarfediyorum. Kimyaya “fenn-i kimya” der. “Fenn-i belagat” der ifade etme sanatına. “Fenn-i hikmet”, kelam, “fenni hendese” geometri demek. Hülasa her ilme Bediüzzaman fen der ve eserlerinde bu fenlerden nakiller yapar, yani kendisi tam bir mütefennin, birçok ilmi bilen bir deha-yı harikulade ve Hüda’nın da fevkalade dehasıdır.

Bediüzzaman’ın bildiği ilimleri onu sevenler bilmelidirler desek, belki  yanlış anlaşılır ama onları en azından ABC’sini bilmek gerekir. Fenn-i Menafi ül Aza’yı Şam’daki hutbesinde nakleder. Yaratılışın gayesinin güzellik olarak söylerken fizyolojiyi yani insan bedeninin maddi manevi uzuvlarının montaj ve çalışması fizyolojidir. Yahudi bir fizyolog tıp dersi anlatırken, bizim doktor Ahmet Abi’ye “fizyoloji bilip de Allah’ı kabul etmeyenin anlını karışlarım” der. Fizyolojiden güzelliğe giden bir deha nerede fizyolojinin güzellikle alakasını bulamayan doktorlar nerede. Bediüzzaman nerede? Şu Bediüzzaman’a çamur atmaya çalışan çamur adamlar şu fen ile estetik arasındaki ilgiyi gelsinler konuşalım. Zalimler için yaşasın cehennem! Eğer biz Bediüzzaman’ı layıkıyla anlasak ve anlatsaydık bu memleket çok farklı olurdu. Diyarbakır‘da yalvardım şu salonları zaman zaman bana verin Bediüzzaman’ı anlatayım. Beyler bütün konserleri önde seyrettiler, Allah bizi öyle bir eleme yaptı ki işte ortada.

Şimdi demek ki mütefennin birçok fenden haberi olan demek. İsmi Kayyum’un birinci şuaında birçok fenni bilmeyi gerektiren neler var şöyle bir bakalım. Bu şua bütünüyle birçok ilimi bilmekle kısmen anlaşılabilir.

Aşağıdaki yorum tamamen Marks’ın doktora tezindeki iddialara ve atomculara dönüktür. Atomun tesadüfi ve şuursuz hareketlerle varlığı inşa edemeyeceğini anlatır.

“Hem, maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalâlet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde hallâkıyet-i İlâhiyenin ve kudret-i Rabbâniyenin bir cilve-i âzamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedâniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlâhiyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhânallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber, herbir yerde, herbir şeyin icadında her ¸eyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri câmid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrâta ve harekâtına vermek, ne kadar cahilâne ve hurafekârâne bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir. 
Evet, bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler. Yani, birtek ilâhı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilâhları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani, birtek Zât-ı Akdesin hassası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve hâlıkıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından, o hadsiz, nihayetsiz, câmid zerrelerin ezeliyetlerini, belki ulûhiyetlerini kabul etmeye, mesleklerince mecbur oluyorlar. İşte sen gel, echeliyetin nihayetsiz derecesine bak!”

Maddiyyun kim? Materyalistler. 

Atomların teorisini ilk ortaya atan milattan önce beşyüzüncü yıllarda Demokritos isimli filozoftur. “Herhangi bir raslantı ve onun arkasında duran bilinçli amaçlarla iş yapan bir uluhiyet, atomlar dünyasından dışarıya atılmış bulunmaktadır.” (Karl Vorlander, Felsefe Tarihi 73) Başka bir şekilde şöyle ifade edilir: ”Atom duyularımızla algılayamadığımız artık bölünemeyen en küçük maddedir, evrenin yapı taşıdır. Var olan herşeyin yapı taşı maddi atomlar olduğuna göre tanrılara bu evrende yer yoktur. Evrende hiçbir tanrının yaratmadığı  ve yok edilemez sayısız atom vardır.” (Felsefe Tarihi, Tuncar Tuğcu. 102)

Bediüzzaman bu fizik ve biyoloji ve benzeri ilimlerin vazgeçemediği felsefi temanın olumsuzluğunu göstermek için çok gayret etmiştir. Atomculuk kiliseyi, kitaplı dinleri, ilimi daha çok şeyi karıştırmış, nihilist bir anlayıştır. Bunlar bir kişi değil bir güruh-u menhus. Bediüzzaman  dinler tarihinin ve bilim tarihinin büyük ayıklayıcısı ve objektif bilim tarihi dehasıdır. Uluhiyyetin dava vekilidir. Zavallı onu eleştiren bilimden bibehre çehre-i maküsler. İkibin beş yüz yıl geçmiş hala fen fakülteleri çok yönlü ateizm fakülteleridir. Oluşum, oluşmuş, bir sürü manyak nihilizme doluşmuş veylül deresine koşarlar.

Türk düşüncesi Bediüzzaman’ın bilim ve felsefe tarihindeki objektivizmini anlar bir gün anlamasına da Basra harab olmadan.

“Materyalizm, varolan herşeyin maddeden, evrende olup biten tüm olayların maddi ya da fiziksel güçlerin oluşturduğu savunan görüş. Ruhsal varlıkların bilincin ya da zihinsel durumların gerçekliğini inkar eder. Felsefe tarihçileri ve dinler materyalizmi tanrıtanımazcılık ve bilinmezcilik ile birleştirirler.” (FL 916)

Bu fikri 19. yüzyılda pek çok filozof kuramlarını bilimsel olgular, ilkeler, yasalar üzerine kurmaya çalışır. Karl Marks Frederic Engels’in maddeciliği, toplumsal, ekonomik ve tarihsel gelişimin yasalarını belirlemeye çalışır.” (F L 917)

Gassendi, Epikür, La Metrie, Darwin, Marks, Engels, Büchner, daha birçok adam vardır, bu maddeciliğin silsile-i meşumunda. Bediüzzaman bu adamlara “Bu herifler“ der. Tekil değil çoğul kullandığı onun materyalizmin tarihini iyi bildiğini gösterir, iyi bilmenin ötesinde eleştirendir. Böyle bir adam İslam tarihinde yok. Hey nadanlar, aldandığınızı göreceksiniz. Hazreti Peygamber (asm) kuyaya attığı Kureyşin fesadlarına “şimdi benim dediklerimin doğru olduğunu anladınız değil mi” der. Hz. Ömer “Ya Resulallah duyuyor mu onlar.” “Evet ya Ömer duyuyorlar senin kadar ama konuşamıyorlar.“ O Nurs köyünden çıkan adam dünyada felsefenin en büyük eleştirmeni. İsterseniz okuyun on yıl anlayın. Hem felsefe tarihi, hem bilim tarihi, hem dinler tarihi, hem teoloji vs. Bunların yanında bu şahıslarla mücadele eden mümtaz filozoflar da vardır. Bediüzzaman onlara dua ettiğini söyler. Abdullah Abi’den dinlemiştim.

“Evet bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz  bir kesret-i mutlakaya düşmüşler. Yani bir tek ilahı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilahları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani birtek Zat-ı Akdesin hassası ve lazım-i zatisi olan ezeliyeti ve halıkiyeti bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından o hadsiz nihayetsiz camid zerrelerin (atom) ezeliyetlerini belki uluhiyetlerini kabul etmeğe mesleklerince mecbur oluyorlar. İşte sen gel echeliyetin nihayetsiz derecesine bak!”
“Evet, zerrelerdeki cilve ise, zerreler taifesini Vâcibü’l-Vücudun havliyle, kudretiyle, emriyle, muntazam ve muhteşem bir ordu hükmüne getirmiştir.  Eğer bir saniye o Kumandan-ı Âzamın emri ve kuvveti geri alınsa, o çok kesretli, câmid, şuursuz taife, başıbozuklar hükmüne gelecekler, belki bütün bütün mahvolacaklar. 
Hem insanların bir kısmı, güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilâne bir dalâletle, Sâni-i Zülcelâlin gayet lâtif, nâzenin, mutî, musahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyâtı ve zayıf bir perde-i tasarrufâtı ve lâtif birmidâd-ı (mürekkep) kitabeti ve en nâzenin bir hulle-i îcâdâtı ve bir mâye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan esir maddesini, cilve-i rububiyetine aynadarlık ettiği için, masdar ve fâil tevehhüm etmişler. Bu acip cehalet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünkü esir maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha lâtif ve eski hükemanın saplandığı heyulâ fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, câmid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzî ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine, herşeyde her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücut bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esirin zerreleri adedince yanlıştır. 
Evet, mevcudatta görünen fiil-i icad öyle bir keyfiyettedir ki, herşeyde, hususan zîhayat olsa, ekser eşyayı ve belki umum kâinatı görecek, bilecek ve kâinata karşı o zîhayatın münasebetini tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki, maddî ve ihatasız olan esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz. 
Evet, sırr-ı kayyûmiyetle, en cüz’î bir fiil-i icadî, doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlıkının fiili olduğuna delâlet eden bir sırr-ı âzamı taşıyor. Evet, meselâ bir arının icadına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Hâlık-ı Kâinata hususiyetini gösteriyor: 
Birincisi: O arının bütün emsalinin, bütün zeminde, aynı zamanda, aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki, bu cüz’î ve hususî fiil ise, ihatalı, rû-yi zemini kaplamış bir fiilin bir ucudur. Öyleyse, o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise, o cüz’î fiil dahi onundur. 
İkinci cihet: Bu hazır arının hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için, o arının şerâit-i hayatiyesini ve cihazatını ve kâinatla münasebetini temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lâzım geldiğinden, o cüz’î fiili yapan zâtın, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir. 
Demek, en cüz’î fiil, iki cihetle Hâlık-ı Külli Şeye has olduğunu gösterir. 
En ziyade câ-yı dikkat ve câ-yı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan vücubun; ve vücudun en sebatlı derecesi olan maddeden tecerrüdün; ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan mekândan münezzehiyetin; ve vücudun en sağlam ve tagayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan vahdetin sahibi olan Zerrât-ı Vâcibü’l-Vücudun en has hassası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti, vücudun en zayıf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz, kesretli bir maddî madde olan esir ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyet isnad etmek ve onları ezelî tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlâhiyenin onlardan neş’et ettiğini tevehhüm etmek ne kadar hilâf-ı hakikat ve vâkıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur’un müteaddit cüzlerinde katî bürhanlarla gösterilmiştir.”

Mark bu fikri daha de sistematik hale getirmiştir. Bunu doktora tezi olarak yapmıştır. Tezi “Demokritos ile Epiküros’un Doğa Felsefeleri.“ 1840 ile 1841 arasında yazıldı. Marks ve Engels tarafından 1902’de basıldı. Ey Bediüzzaman ile tahta kılıçla savaşanlar haydi siz de bir savaşçı grubu çıkarın, bu materyalist güruhu susturun.

Marks ”Kabul edilmesi gereken kalabalığın anladığı gibi Tanrı değil raslantıdır.” (Tez, 28) Atomun hareketleri de, evren de hep raslantıdır. Kabul etmemek için saçmalamak bu işte yukarıdaki kabul etmemenin ne sonuçlara geldiğini Bediüzzaman ifade eder. Atomların boşlukta üçlü hareketi olduğunu söyler Epiküros. Varlık bu hareketlerden meydana geliyor. Hareketin hikmeti yok mu? Bediüzzaman “her hareketin bir hikmeti vardır” diyor. Atomların hareketinin sonsuz hikmetleri var bunlar nasıl rastlantılarla bu kainatı meydana getirebilir? Bediüzzaman’ın bu adamlar, herifler karşısındaki tutumu bir büyük kongre olacak boyuttadır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.