Bediüzzaman'ın talebelerine göre ekonomik kriz

Bediüzzaman'ın talebelerine göre ekonomik kriz

Bediüzzaman'ın talebelerinden Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin ve Mehmet Fırıncı, Bediüzzaman'ın iktisat görüşünü yorumladılar

Röportajlar: İsmail Tezer, Faruk Çakır


Mustafa Sungur: Krizin izahı ve çaresi İktisat Risalesi’nde


80’lik bir çınar şimdi…

İman hizmetiyle dolu dolu geçmiş bahtiyar bir ömrün sahibi…

Onunla görüşmemiz, etrafında halelenen nur yüzlü simaların da iştirak ettiği bir sohbet şeklinde gerçekleşti.

Fazla konuşmuyor. Tabii bunun iki mühim sebebi var:

Birincisi, rahatsızlığından artık çabuk yoruluyor olması. Bu cihetle duâlarınızı bekliyor.
İkincisi belki de daha mühim: “Bediüzzaman ve Risale-i Nur, söylenmesi gereken her şeyi söylemiş” diyor. Başka söze hâcet duymuyor. Mesajını bu şekilde veriyor o da…

Ses kayıt cihazımızı yanına bırakmakla başlıyor sohbetimizin fıtrî seyri…
“Ne bu yaa? Allah Allah. Küçücük bir şey bu” diyor gayr-ı ihtiyari.
Risâlelerdeki “radyo makineciğindeki bir avuç hava” misâlini hatırlıyoruz biz de bu vesileyle.

Ve her şeyden bir marifet penceresi açmaya aşina zihni, tefekküre dalıyor. Bir tevhid dersiyle başlıyor görüşmemiz.

Sungur Ağabey anlatıyor:
“Meselâ ben cep telefonundan bir yeri aradım. Ses buradan oraya gider, değil mi? Aynı zamanda bu odadaki hava zerreleri vasıtasıyla bu odaya da yayılır, değil mi? Bütün bu İstanbul civarı havasına da yayılabilir, değil mi? Hatta Türkiye’ye, bütün dünyaya da yayılabilir değil mi? Demek bir hava zerresine milyonlarca ses bir anda giriyor. Ve bunların hiçbiri birbirine karışmıyor. Sesleri ayrı, şiveleri ayrı, mânâları ayrı… İşte kudret… Üstad, ‘emir ve irade arşı’ diyor havaya…

“Peki neden Üstad böyle diyor? Aynı hava zerresi, aynı sesleri yeniden neşrediyor çünkü.

“Meselâ şimdi bir saksı toprağa üzüm diksek, asma olur mu ondan? Aynı toprağa incir diksek, olur mu, olur. Elma diksek, olur. Aynı toprak zerreleri halbuki. Ama elma ayrı, buğday ayrı, arpa ayrı… Gül ayrı, domates ayrı… Ama aynı toprak zerrelerinde bitiyorlar. Onun için toprağa ne diyor Üstad, ‘hıfz ve ihya arşı’. Yaa, kudret tecelli ediyor yani.
“Su da öyle, hava da öyle, nur da öyle işte…”

**

Bu güzel tefekkür faslından sonra soruyoruz:
“Havadis-i nuriye olarak neler var?”
“Şimdi en mühim mesele, Özbekistan. Orada sıkıntılı bir durum var. Çok duâ etmemiz ve çalışmamız lazım” diyerek, sözü, yanında bulunan Üstadın akrabalarından Sabri Okur’a bırakıyor. “Anlat bakalım müjdeli havadisleri” diyor. O da başlıyor anlatmaya:

“Arapça Risale-i Nur Külliyatı 7. baskısını yapmış. Her baskı birkaç bin. Yani Külliyat, âlem-i İslamda yirmi binin üzerinde basılmış, satılmış…”

Söze giriyor Sungur ağabey:
“Biz lâyıkıyla talebe olamadık. Cenâb-ı Hak kabul etsin inşallah. Ama işte bak dershanede yatıp kalkıyoruz. Beş vakit namazı cemaatle kılıyoruz. 10-15 kişi talebelerle sırayla ders okuyoruz.”

“Krizle ilgili neler düşünüyorsunuz ağabey?” diyerek, sözü, yaşanan küresel ekonomik krize getirmek istiyoruz.


“Çare, İktisat Risalesi. Bu risâle, gayet iyi izah ediyor meseleyi. ‘Zaruri ihtiyaç dörtten yirmiye çıkmış’ diyor ya Üstad. Bugün yaşananlar bunun bir sonucu işte” demekle yetiniyor.

**

Söz, tekrar Sabri Okur’da:
“Şu an Filipinler’de 12 dershanemiz var. 80 talebe kalıyor ve bunların yetmişi yeni Müslüman olmuş. 67 üniversitede Risâle-i Nur ders kitabı olarak okutuluyor. Oranın YÖK başkanı nur talebesi, Dr. Nora Şerif. Her tarafta böyle çok ciddi hizmetler var elhamdülillah.

“Yine meselâ, Amerika’nın New York devlet üniversitesi, Şükran Vahide tarafından kaleme alınan, Üstadımızın tarihçe-i hayatının bir hülasasını basmış. Dikkat ediniz, devlet eliyle basılan bir kitap. Üç bin yere gidiyor. Dünyanın en mühim üniversitelerine, icabında devlet başkanlarının kütüphanelerine... Yani Üstadın hayatının, Amerika’nın en meşhur, en büyük üniversitelerinden birinin eliyle basılması, en mühim hâdiselerdendir.”

Üstadımızın bir müjdesini hatırlıyoruz: “Amerika, buranın en küçük bir havadisini merakla takip ettiği halde, buranın en büyük bir hadisesi olan Risâle-i Nur’u elbette arayacaktır.” (Emirdağ Lâhikası, mek. no: 167)

Sabri Okur anlatmaya devam ediyor:
“Aynı kitap, şimdi Rusya’ya tercüme edildi. Amerika’nın devlet üniversitesinin eliyle basıldığı için Rusya’da çok büyük bir kabul görmüş.

“Rusya’da şimdi hizmetler çok güzel inkişaf ediyor. Bizzat gittiğim Kaleningrad’dan bahsedeyim biraz. Kaleningrad, savaş tazminatı olarak Ruslara verilmiş eski bir Alman şehri aslında. Eski ismi Königsberg. Prens Bismark’ın memleketidir aynı zamanda.

“Orada dershaneye gittik. Rus ordusundan bir albay da vardı. Bir de papaz vardı. Sonradan Müslüman olmuş. Ardından bir çok ilim adamı gelmişti. Meselâ bir milletvekili gelmişti. Bu milletvekilinin kolejleri var orada. Şimdi kolejlerinde Risâle-i Nur, ders kitabı olarak okutuluyor. Müslüman olduğunu söylemiyor, gizli Müslüman’mış.

“Orada hizmetlerle ilgilenen kardeş dedi ki: ‘Ağabey, yarın buradaki albay bizi birliğine davet ediyor.’ Biz de ertesi günü gittik. Tevafuk, tam da yemin törenine denk gelmişiz. Bütün askerleri toplamışlar, başlarında paşaları da var. Tabii bana ‘Bir konuşma yap’ dediler. ‘Ben ne konuşacağım?’ dedim. ‘Bizim burada adettir, papazlar gelir askere moral verirler’ dediler. ‘Peki nasıl olacak?’ dedim. Birlikte gittiğimiz kardeş ‘Sen konuş, ben tercüme ederim’ dedi. Ben de işte biraz İslâmiyetten, Aynı Allah’a iman ettiğimizden bahsettim. Ardından kâinatta muazzam bir nizam ve intizamın olduğunu, eğer bu nizam ve intizam kâinattan çekilirse, kâinatın mahvolacağını vs. anlattım. Daha sonra askeriyede de bir nizam ve intizamın olduğunu, eğer bu bozulursa ülkenin mahvolacağını vs. anlattım. Konuşmadan sonra Paşa yanıma geldi, bir şeyler söylüyor, tabi ben anlamıyorum. Albayın üstüymüş. Hıristiyanlar. Tercüme edildi, diyor ki: ‘Şimdiye kadar biz böyle bir konuşma duymadık. Bu ne muazzam risâleler, bu ne güzel misâller. Askerlerim çok büyük kuvvet aldılar vs..’ Ondan sonra duyduk ki, Risâle-i Nurları yemin törenlerine koymuşlar. Eskiden papazlar gidiyorlarmış ya, artık nur talebeleri gidiyormuş. Yemin törenleri olacağı zaman, oradaki kardeşler Nurlardan ders okuyor, anlatıyorlar. Ondan sonra yemin töreni yapılıyor. Böyle çok muazzam bir gelişme var elhamdülillah.

“Kaleningrad, Bismarck’ın memleketi olduğu için onu çok seviyorlar. Nitekim Bismarck’ın, Üstadın risâlelere de aldığını beyanatından sonra orada 500 kişi Müslüman olmuş. Yani şimdi orada her tarafta Nurlar yayılıyor. Hatta biz orada bir ev dersine iştirak ettik. 40-50 kişi vardı derste. Biri ilk defa gelmiş. O da o dersten sonra Müslüman oldu. İsmi Mihail idi, Mikail oldu. Şimdi Rusya’nın her bölgesinde çok ciddi hizmetler var.”

“Rusya’da bazı risalelerin yasaklanmasından Kaleningrad etkilenmedi mi?” şeklindeki sorumuza ise, şöyle cevap veriyor Sabri Okur:

“Kaleningrad, buranın Kıbrıs’ı gibi. Sınır olduğu için, oraya özel bir ehemmiyet veriyorlar. Biraz  daha serbestiyet, hürriyet var. Bir de orası Rusya’dan farklı, Avrupa gibi. Rusya’nın fazla bir tesiri yok. O hava yok. Nüfusunun yüzde otuzu Alman. Ama çok ciddi bir İslami inkişaf var.”

**

Sungur ağabey giriyor söze:
“Bugün İstanbul’da yüzlerce dershane var. Her yerde Risâle-i Nur okunuyor. Onun için şimdi Türkiye’de hâkim olan Risale-i Nur’dur, Bediüzzaman’dır.”

“Son olarak, gazetemiz aracılığıyla okuyuculara vermek istediğiniz bir mesaj var mı ağabey?”

“Üstad ve Risale-i Nur en büyük mesajdır. Bizim en büyük meselemiz Nurları dünyaya yaymak için gayret sarfetmek. Ayrıca bir şey dememiz icap etmez. Biz beş vakit namazdan sonra günde en az beş defa Risâle-i Nur okuyoruz. Okudukça zihnimiz daha çok inkişaf ediyor.”

-------------------------

Abdullah Yeğin: Risale-i Nur’u program yaparsak muvaffak oluruz


* Zaman zaman yurt dışına hizmet gayesiyle seyahatlerde bulunuyorsunuz. Son olarak Almanya’da olduğunuzu öğrendik. Orayla ilgili intibalarınız nasıl?


Almanya’da maşallah Müslümanlar çok serbest, dinlerinin icabını yapabiliyorlar. Meselâ, oradakiler anlattılar, bazı Almanlar “Minare olmasın” demişler, hatta bunun için yürüyüş yapmak istemişler. Birkaç yerde de “Ezan okunmasın” demişler.

Bunun üzerine bir papaz, ses kayıt cihazı alarak, bir Müslümanın yanına gitmiş. Ona ezan okutarak, sesini kaydetmiş. Bir de onların kendilerine ait bir müziği var. Papaz, belediyeden, ezan okunmasın diye imza verenlerin adreslerini alarak teker teker gitmiş; ezanı ve kendilerine ait olan o müziği dinletmiş.

“Bakın” demiş papaz, “Bu ezan mı sizi rahatsız eder, yoksa bu müzik mi?” Çoğu “Bu ezan bizi rahatsız etmez” demiş. “Öyleyse imzanızı geri alın” demiş o da.

Bütün Almanya, buna benzer şekilde, İslâmiyet’e taraftar gibi topluca bir harekete girişmiş. Bu hadise Köln’de olmuş herhalde.

Yani her yerde elhamdülillah İslâmî hizmetler var. Güzel camiler de yapılmış. Duisburg’da büyük bir cami yapılmış meselâ. Orada Cuma namazı da kıldık. Bir intibamı anlatayım. Almanlar kalabalık camilerin etrafında toplanıyor ve cemaat çıktıktan sonra bekliyorlar. Bizim Nur Talebelerinden güzel Almanca bilen bazı kardeşler de, camiye davet ediyorlar. Risâle-i Nur diliyle, anladıklarına göre İslâmiyeti anlatıyorlar. Böylece çok sayıda kişi Müslüman oluyor. Geçenlerde Almanya İçişleri Bakanlığı “Bir sene içerisinde 14 bin vatandaşımız Müslüman oldu” diye açıklama yapmış.

Yani buna benzer çok güzel bir İslâmî serbest çalışma var.

Dershaneleri gezdik mümkün mertebe. Fransa, Belçika, Hollanda… Hepsinde de maşallah güzel ve devamlı bir çalışmayı gözümüzle gördük.

* Fransa nasıl?

Almanya’dan Paris’e gittik. Paris’te yeni bir cami yapılmış. Yeni yapılan dershaneye yakın. Orada hem Cuma namazları kılınıyor, hem de Müslümanlar kalabalık bir şekilde sair vakit namazlarını kılıyorlar. Çok güzel bir cami, genişçe. Etrafı su ve yeşillik. Belediye de yardımcı olmuş; yerini belediye vermiş. Paris’in kenar mahallelerinden biri. Çok güzel yani. Fransa’da da, baktım aynı Almanya gibi Müslümanlar bir araya gelip hep beraber bir camide toplanmışlar. Eskiden Cuma namazı kılacak yerleri yoktu. Fakat şimdi Fransa’da çok cami var. Bilhassa Afrika’dan gelen Müslümanların, Faslıların ve daha başka milletlerin de camileri var. Fakat Paris çok büyük olduğu için bir cami kâfi gelmiyor, çok camileri var. Çok iyi elhamdülillah.

Fransa’da Urfalı bir kardeşimiz var. Fransızca Edebiyat bölümünde doktora sahibi. Risâle-i Nur’u birkaç senedir tercüme ediyor. Yakın zamanda küçük kitapları, meselâ Mu’cizat-ı Ahmediye’yi vs. tercüme etti. Çok kitap satıldığını söylüyorlar. Ona tercümede yardım eden bir papaz da var. O diyormuş ki: “Fransa’da Kur’ân okumayan papaz yok. Papazlar, İslâm Peygamberini kabul ediyorlar.”

Almanca’da da en son Şuâlar mecmuası basılmış. Bununla ilgili çalışan kardeşimize de, yaşlı bir Alman yardım ediyor. Bu kardeşimiz, 1985 senesinden beri güzelce çalışıyor, lahika mektupları hariç hemen hemen hepsini tercüme etti. Şimdi Tarihçe-i Hayat’a geldi sıra. Pek çok broşür de neşretmişler her tarafa. Risâle-i Nur çok okunuyor elhamdülillah.

Velhâsıl buna benzer havadisler...

* Hollanda’yla ilgili intibalarınız nasıl?


Hollanda hükümeti, ne yazık ki hâlâ oradaki Rotterdam İslam Üniversitesi’ni tam anlamıyla desteklemiş değil. Ama Hollanda Başbakanı “Bu üniversite, Avrupa’ya İslamın köprüsü olacak” demiş. Anlaşılan, bazı mani olan kimseler var...

Ama taraftar olanların çokluğunu söylüyorlar. Her tarafta çok güzel bir çalışma var.

Hollanda’da bir gece kaldık. Yol üzeri olduğu için buraya ve Belçika’ya uğradık.

* Bütün bunlar Üstadın “Avrupa İslâm’a hamile” sözünün bir tezahürü olsa gerek...

Evet, evet… İnşallah… Bilhassa Almanya İçişleri Bakanının binlerce Almanın bir sene içerisinde Müslüman olduğunu ilân etmesi, onların da İslâmiyete taraftar olduğunu gösteriyor.

Meselâ minare yapılmasın diye bir grup Alman yürüyüş yapmak istemiş. Başka bir grup Alman da onların karşısına çıkmış, karşılıklı bir konuşma yapmışlar. “Biz Müslümanları istiyoruz, Müslümanlarla beraber yaşayacağız, onlar da vatandaşımızdır” demişler. Ondan sonra bakan vs. yetkililer de “Onlar da bizim vatandaşımızdır” diye konuşmalar yapmışlar.

Yine aklıma gelmişken söyleyeyim. Brezilya’da 22 sene papazlık yapmış İsrail ismindeki bir zat, Müslüman olarak şimdi İsmail olmuş. Hatta artık Hacı İsmail diye tanınıyor. Tam 248 Brezilyalı’nın Müslüman olmasına vesile olmuş. Biz sempozyum dolayısıyla Mısır’dayken, o da oradaydı. Görüştük, beraber namaz kıldık, ders okuduk. Şimdi Arapça öğreniyor. İspanyolca ve Portekizce biliyormuş. Risalelerin o tercümelerinden bulup vereceklerdi kendisine. Risale-i Nur’u yeni yeni araştırıyormuş.

Mısır’dan önce de, cenubi Afrika’ya gitmiştik. Daha evvel Fas’a gitmiştim. Yani her yerde böyle sempozyum var. Cenubi Afrika’daki medresede de beş kadar zenci talebe kalıyor. Ve bunların gayesi Risale-i Nur’a hizmet. İngilizce konuşuyorlar. Baştakiler de Müslüman. Beyaz Müslümanlar ve zenciler orada birlikte bir cumhuriyet kurmuşlar, en cenubi Afrika’da.

Dershaneleri ve çalışmaları çok güzel. İçindeki mevzular daha çok gençlerin anlayacağı şekilde olan İngilizce bir broşür de çıkarmışlar. Böyle 600 kadar broşür dağıttılar orada. Maşallah çok güzel hizmetler var.

* Bu arada geçenlerde Vatikan resmi gazetesi, özetle “Krizin çaresi İslâmî esaslarda” dedi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Vatikan yavaş yavaş İslâma yaklaşıyor elhamdülillah. Çok eskiden beri alâkadarlar. Yalnız bir önceki müteveffa Papa, şimdikinden daha ileriydi. Meselâ o, Hıristiyan gençlerle yaptıkları toplantılarla ilgili olarak “Müslüman gençleri de çağırın, o gençler daha iyi anlatıyorlar” dermiş.

* Krizin çaresinin İslâmın esaslarında olduğunu, bu şekilde Hıristiyan dünyasının ağzından da duyuyoruz. Buradan hareketle, Üstadın iktisatçılığı hakkında ne düşünüyorsunuz, neler söylemek istersiniz?

Üstadımız hiçbir zaman para kazanmaya çalışmamış. Dünyada gelir temin etmek, zengin olmak için çalışmamış. Bütün kuvvetiyle İslâmiyetin ihyasına çalışmış. O, bütün konuşmalarında hep iktisatçı hareket ederdi. Günde iki yumurta,  kendine en güzel yemekti. Meselâ sabahleyin peynir, ekmek, zeytin, bir de çay vardı. Çok defa beraber kahvaltı yaptık. Patates, peynir, ekmek, zeytin… Başka bir şey bulunmazdı. Üstadımız bilhassa Kastamonu’da bulunduğu yıllarda ekmekler karneyle alınıyordu biliyorsunuz. Belediye kime karne vermişse, o ekmek alabiliyordu. İşte o zamanlar Üstad bize ekmek dağıtırdı. Sofrada beş kişi varsa ekmeğin bir dilimini birine, bir dilimini diğerine v.s. verir, herkese müsavi dağıtmaya çalışırdı. Ekmekte bile o kadar iktisat ederdi. İki öğün yemek yerdi. Hazma kolaylık olsun diye, yemekten sonra iki saat geçmeden su içmezdi. Doktorların da dediği şey bu.

16. Mektub’da iktisat meselelerini izah ediyor. Nasıl geçindiğini soruyorlar Üstad’a. Ona sordukları gibi, Urfa’da bizi 27 Mayıs’ta 15-20 kişi topladılar, ifademizi aldılar, bize de nasıl geçindiğimizi sordular. “Şu kadar parayla geçiniyoruz, 35 lira kafi geliyor” dedik de inanmadılar. (Üstada inanmadıkları gibi). Biz mesela sabahleyin mercimek çorbası yapardık. Toptan mercimek alırdık ucuz. Böyle 35 lira. Bazen babamız da harçlık gönderirdi. O şekilde idare ederdik. Şimdiki medreselerde her şey var…

İktisat Risâlesi’ni iyi okuyup tatbik etmemiz lazım. Risâle-i Nur’u program yapmazsak, muvaffak olamayız. Sadece İhlas, Uhuvvet değil, bir de İktisat var işin içinde. Hayatımızı ona uydurmalıyız.

* İktisat, sadece yeme içmeyle de alâkalı olmasa gerek…

Evet, sadece yeme içme değil. Üstad “Ben 7-8 senedir, bütün elbiselerimle beraber, bilmem 15 liraya mı ne idare ettim” diyor. Mesela birkaç tane elbisesi yoktu Üstadın. Bir veya iki tane idi. Çamaşırlarının birini yıkamaya verirdi, birisini giyerdi. Hem de çok temiz giyinirdi. Aynı zamanda çok iktisadî hareket ederdi. Her şeyi iktisattı onun. Meselâ bizi çarşıya gönderirdi. Bir ilaç alıyoruz, geldiğimizde “Bunu kaç kuruşa aldın?” derdi. “15 kuruşa aldım” deyince, “Ben sana 20 kuruş verdim” der, paranın üzerini alırdı. “Ben size iktisat dersi vermek için böyle yapıyorum. İtimat etmediğim için değil” derdi. İktisada çok riâyet ederdi.

Dikkat ederseniz, Üstad hiçbir zaman para kazanmaya çalışmadığı halde en zengin odur. İktisat Risalesi’nde yer alan ibretlik örneği hatırlayalım: Bazı zengin kişiler, Üstada ısrarla zekâtlarını kabul ettirmek istiyorlar. Üstad, onlara “Gerçi param pek azdır, fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim” diyor. Enteresandır, o zengin adamlar, iki sene sonra iktisatsızlık yüzünden başkalarına borçlu hâle gelirken; Üstad onlardan yıllar sonra bile hâlâ hiç kimseye muhtaç olmadan hayatını devam ettiriyor ve ömrünün sonuna kadar da devam ettirmiş. İşte bunun sırrı iktisat ve ondan gelen bereket…

İktisat Risâlesini esas yaparsak, hareketimiz daha ihlâslı olacağı için, daha çok tesir eder inşallah.

* Dünyada yaşanacak güzel gelişmeler, biraz da Müslümanların ittihadına bakıyor olsa gerek. İttihad-ı İslâm için bize düşen nedir?

İttihad-ı İslamın çaresi, Müslüman âleminin uyanması. Müslümanların, birbirine karşı kardeş muâmelesi yapması, imanın inkişaf etmesi. İslâmiyet’ten başka hayat-ı içtimaiyemizi düzenleyecek başka bir çare, başka bir formül olmadığını, faizin zararlarını, artık milletçe kabul etmemiz lâzım.

Cenâb-ı Hak, evvelâ, bu millete kalp birliği versin. İttihad-ı kulub olduktan sonra ittihad-ı İslam olacaktır inşallah. Sonra, Müslüman olan herkesin lehinde olmak lâzımdır. Müslümanların birbiriyle uğraşmaması gerekir. Madem ki Kur’ân-ı Kerim’de “İnneme’l-mü’minûne ıhvetün” (Mü’minler ancak kardeştirler) yazıyor... Bizim en büyük dini liderimiz Peygamberimiz (asm), Kur’ân-ı Kerim. Kur’ân-ı Kerim’i dinlemez ve ona göre hareket etmezsek, ırkçılığı aramızda ihyaya çalışırsak, Avrupa felsefecilerinin yolunda gitmiş oluruz. İslâm âlemini parçalayan Avrupa’nın dinsiz kısmıdır. Hâlâ bunu anlamadık mı? Hâlâ böyle milliyetçilik namı altında Müslüman kardeşlerimiz birbirleriyle çarpıştırılmaya çalışılıyorsa, bunu yapanlar millet düşmanlarıdır.

Kilise araştırma yapmış, dünya Müslümanları Katoliklerden çokmuş. Fakat parçalıyorlar bizi işte, parça parça ediyorlar. Din düşmanları yapıyor bunu. Bu Ergenekon merkenekon, hep onların uydurması. Kökü ecnebîde. “Gizli dinsizlik” diyor ya Üstad. “Gizli dinsiz komite, benimle o uğraşıyor” diyor. Onlardan başka düşman yok. Biz Müslümanlar bir araya gelsek, Kur’an-ı Kerim’i esas yapsak, Risale-i Nur’u program yaparak çalışsak, her şey düzelecek inşallah.

Allah millet ve İslâm düşmanlarından, milletimizi muhafaza etsin.

 *  Son olarak gazetemiz vasıtasıyla okuyuculara neler söylemek istersiniz?

Bütün Müslümanlarla birliğimiz, ancak İslâmî kardeşlik programını esas ve Uhuvvet Risâlesini düstur yapmamızla mümkündür. Yani Üstadımız vefat etti, fakat Risale-i Nur kıyamete kadar İslâm âleminin lideri olarak devam edecek. Biz madem ki Müslümanız, İslâmiyete aykırı her şeye mani olmaya çalışacağız. İslâmî kardeşlikten ayrılmayacağız. Avrupa felsefecilerinin Müslümanları birbirine düşürmek gibi propagandalarına kapılmayacağız. İslâmî kardeşliği ihyaya çalışacağız.

Bizim bir vazifemiz imanımızı kurtarmak, ikincisi Müslümanların ittihadına, birlik ve beraberliğine çalışmaktır.

Biz Müslümanların, ittihat etmekle, diğer dinde olanlara bir düşmanlık hissimiz, fikrimiz yok. Biz onları ikna ile, muhabbet ile İslâmiyete davet ediyoruz. Onlar gelmek isterlerse, başımız üstüne onlara da yerimiz var. Biz bütün insanların kardeş olmasını, dünyada umumi sulhu istiyoruz. Sulh-u umumi istiyoruz. İşte Amerika’ya seçilen yeni reis-i cumhur da “Müslümanlarla beraber olacağız, musafaha edeceğiz, yumruk göstermeyeceğiz” meâlinde sözler sarfetti. Madem ki İslâmiyet, iman edenleri kardeş kabul ediyor, biz İslâmî kardeşliği ecdadımızdan aldığımız gibi devam ettireceğiz inşaallah.
 
-------------------------

Mehmet Fırıncı: İnsanlığın ihtiyacı olan ne varsa, Risale-i Nur’da mevcut


* Sık sık hizmet gayesiyle yurt dışına seyahat ediyorsunuz. Son olarak nerelere gittiniz ve izlenimleriniz nasıl?


Yapılan çalışmalar boşa gitmiyor, gayretler semere veriyor. Gerek batı dünyasında, gerek İslâm dünyasında, hatta Asya’nın muhtelif yerlerinde, elhamdülillah çok güzel neticeler görüyoruz. Yakın zamanda iki yere gittik. Biri, İngiltere’deki Durham Üniversitesi. Prof. Dr. Colin Turner’in bölümünde, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen 14 kişi tebliğ sundu. Avustralya’dan bile iki kişi vardı. Risale-i Nur’un anlaşılmasıyla ilgili hakikaten çok güzel tebliğler vardı. Hususan Thomas Michel, İhlas Risâlesi üzerinde konuşma yaptı ve orada Risâle-i Nur’u bilen herkese sordu: “İhlas Risalesini 15 günde bir okuyor musunuz?” Bizi Nurculuğa davet ediyor yani.

Böyle güzel lâtifeli bir toplantı oldu. Fevkalade geniş düşünen, anlayışlı ve Risale-i Nurları hakikaten hazmedebilen bir insan. Neticede, bütün tebliğler çok güzeldi, harika bir kaynaşma oldu. İleride inşallah çok güzel hizmetlere bir basamak olacak.
İngiltere’den sonra da, Mısır-Kahire’deki sempozyuma iştirak ettik.

Yirmi küsur senedir orada hizmetler devam ediyor, yayınevi var, medrese-i nuriyeler var. Hatta bir de beş katlı bir yer satın aldılar şimdi. Ben eskiden beri söylerdim Sungur ağabeye. “İki büyük gayem var” diye. “Birisi Kahire’de, diğeri de Cakarta’da olmak üzere iki tane Risâle-i Nur merkezi kurmak. Bir binası olsun, çeşitli katlarında hizmetler vs. olsun.” Sungur ağabey de gülerdi. “Kahire tamam da, bu Cakarta’yı nereden çıkarıyorsun?” derdi. Ben de “220 milyonluk Müslüman bir ülkenin başşehri. Orası çok mühim bir yer” derdim. Hakikaten de, işte biz üç defa gittik Endonezya’ya. Kaç şehirde sempozyum gerçekleşti, arada teberrüken bizi de konuşturdular… Pırıl pırıl üniversiteler var. Maşallah çok iyi. Şimdi yayınevi de teşekkül ediyor inşallah.

Öte yandan Kahire’deki sempozyumda da gördük ki, âlimler Risale-i Nur’u hakikaten çok iyi anlamışlar.

* Sizce, Türkiye’ki alimler, ilim adamları bunun neresinde?

Tabii oradaki ilim adamları, Risâle-i Nur’un tabiri caizse leb demeden leblebisini anlıyorlar. Hangi ilmî kanunlardan, İslâmdaki hangi esaslardan bahsediyor, Risâle-i Nur’un cümlelerinde anlıyorlar onu. Risâle-i Nur’da, Seyyid Şerif-i Cürcani, Sa’d-ı Taftazani, Zemahşeri vs. şahsiyetlerin neler dediği, hepsi var çünkü.

Onun için Mısır Edebiyatçılar Derneği Başkanı Prof. Dr. Abdulmun’im Yunus şöyle diyordu: “Bir çok ulemanın, evliyanın ve selef-i salihinin kitapları vardır, fakat onlar kendi zamanlarına hitap ediyorlar. Risâleler ise bu asrın kitabıdır, dersidir. Selef-i Salihinin kitaplarını okumak isteyenler, hepsini Risâle-i Nur’da bulabilirler. Allah bu zatı ümmet için hazırlamıştır. Nurlar gerek lafız, gerek mânâ cihetiyle insanı hayretler içinde bırakan bir şaheserdir.”
Yani, bu şahsiyetler, meselenin özünü bilen insanlar.

Kıymetini bilenleri tenzih ederim elbette ki ama, neden buradaki pek çok ilim sahibi Risâle-i Nurlara gereken değeri vermiyor?


Bilmiyorlar da onun için…

* İslam âleminde güzel gelişmeler var gerçekten. İsterseniz Avrupa’ya uzanalım tekrar. Geçenlerde Vatikan resmî gazetesinde yayınlanan, özetle “Krizin çaresi: İslam” şeklindeki haberi duymuşsunuzdur herhalde…

Üstad zaten Lemaat’ta, şiir şeklindeki “Rüya’da Hitabe”de “deniyet-i hazıra” tabirini kullanıyor. Şöyle diyor: “Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet.” Ki bu gelişme, onun habercisidir diyebiliriz. Bunu herhangi bir ilim adamı veya papaz söylese, yine güzel bir şey ama Vatikan’ın bunu söylemesi, hem de resmî gazetesinde manşetten vermesi, farklı bir şey. İslâmın hakkaniyetini bütün dünyaya ilân etmiş oluyor böylelikle. Zaten sıkıntı da, aklın vahye itaat etmemesinden kaynaklanıyor. Akıl kendi başına “Ben idare edeceğim” diyor, fakat beceremiyor, bir yere kadar gidiyor. Zaten, Lemaat’taki o bölümün sonuna doğru “Dehâ ile bu hüdâ menşe'leri ayrıdır. Hüdâ semâdan indi, dehâ zeminden çıktı” diyor. O bölümü okumak lazım, bütün meseleyi özetliyor zaten.

Mesele şu: İnsanı neyle terbiye edersen, onunla insan olur. İşte birisinden canavar çıkıyor, “şeytanın sîmâsını beşerde gösteriyor” (Lemaat’tan); öbüründen melâike. O bakımdan, bu ekonomik felâketin temelinde de bu merhametsizliğin, faiz sisteminin yattığını görüyoruz.
Vatikan da nihayet, dünyada İslâmın ortaya koyduğu bu sistemden başka bir çare olmadığı için-olsaydı belki onu söylerdi-bizzarure bunu ifade etmek ihtiyacını duymuş.

Hakikaten, Üstadın Kur’an’dan istihrac ettiği “acz, fakr, şefkat, tefekkür” ifadesinde olduğu gibi, mesele şefkatli bir insan olabilmekte. Dünyadaki nimetler herkese yeter aslında. Ama yetmeyecek zannediyorlar. Üstadın, Anglikan Kilisesine verdiği cevapta da o var.

Yani “Servet-i insaniye zâlimlerde toplanmaz; saklanmaz ellerinde”. Toplanırsa, işte böyle olur. Netice yıkılış, kriz olur.

Velhâsıl, hamdolsun Risâle-i Nur, bütün beşerin ihtiyacı olan dünyevî-uhrevî ne varsa hepsini cem etmiş. Ama bu, kuru bir iddia şeklinde değil de, işte şimdi bahsettiğimiz şu insan tipini tarif ederken gösterdiği harika vaziyetle anlaşılıyor.

* Üstad’ın iktisat yönü nasıldı?

Rivayetlerde “İsraf eden Deccala esir olur, onun damına düşer” buyuruluyor. O bakımdan da zaten Üstad Hazretleri, fevkalade az parayla geçiniyor. “Sen ne ile yaşıyorsun?” diye devamlı soruyorlar. “Günde kırk parayla geçinen adama, ‘Ne ile yaşıyorsun?’ denilmez”, “Ben bereketle yaşıyorum” diyor. Bazı deliller de gösteriyor.

Üstad Hazretleri, İktisat Risâlesinde, yeni tabirle mikro ekonominin ne demek olduğunu mükemmel anlatıyor. Yani bir dilim baklava şu kadar para, bir lokma peynir şu kadar diye… Ağızda yarım dakikalık bir lezzet farkı var. Ama ağızdan geçtikten sonra ikisinin besleyiciliği de aynı. “Belki, bazen kırk paralık peynir daha iyi besler” diyor. Onun için o kadar fiyata birden bire çıkmanın ne kadar yanlış bir şey olduğunu insana gösteriyor. “Hatta ‘Sanki yedim’i düstur eden bir mescidi yemedi” diyor.

Yani Üstad Hazretleri bu hususta “aklı midesine, kalbi nefsine, ruhu cesedine hâkim olan bir yaşayış” teklif ediyor.

İnsanın, verilen nimetleri israf etmeye hakkı olmadığını söylüyor. Mesela kendisinin çay kaşığı kırılıyor. Mehmet Çalışkan amca anlatırdı. Üstad “Bunu tamir ettir, lehimlettir” diyor. Alüminyum kaşık tabii. O zamanlar şimdiki gibi paslanmaz çelik yok. O da beş kuruş olduğu için çöp tenekesine atıyor. Gidiyor, yenisini alıp getiriyor. Üstad “Benim kaşık nerede?” diyor. “Üstadım, ben onu attım” diyor. “Sen benim 20 senelik arkadaşımı nasıl atarsın? Git, benim kaşığımı bul, getir” diyor. Mehmet amca da “Gittim, o kaşığı çöp tenekesinden buldum” diyor. Küçük kasabalarda lehimletmek mümkün değil tabii. Artık tenekeciye gitmiş, bir bilezik falan yaparak onu sıkıştırmış ve kaşığı kullanılacak hale getirmiş.

Yani Üstad Hazretleri böyle beş kuruşluk kaşığı, beş kuruş bile değil aslında ya, israf etmiyor. Bir de tabiî vefa duygusu var. Senelerce kullandığı o İlâhî nimete vefa gösteriyor. Hem iktisat, hem vefa…

Ama tabii Üstad Hazretlerinin bu iktisatçılığı yerine göredir. Zübeyir Ağabey anlatırdı. Bir yere risâle gönderilecek meselâ. Üstad gönderirken bir para verir. Sandık, ambar parası vs.. diye. “Hiç sormaz” diyor, “Kesesine koyar kalanını.” “Ama kendisine ait en küçük bir şey aldırdığı zaman ‘Kaç paraya aldın? Ne yaptın?’ diye sorar” diyor. “Mesela bir limon” diyor. “Çayı bardağına koydum, baktım limon yok. Koştum hemen aşağıdaki bakkaldan alıp geldim. Sonradan Üstad ‘Bir şey demeyeceğim, kaça aldın bu limonu?’ diye sorunca ‘Beş kuruş’ dedim” diyor. Sebze hali de biraz uzakta tabii. “Orada kaç para?” “Yüz para.” Zübeyir Ağabey, “Ondan sonra hep gelene gidene ‘Bu öyle müsriftir ki, yüz paralık limonu beş kuruşa aldı’ dedi. Senelerce böyle söyledi” diyor.

Yani Üstad, mikro iktisatta fevkalâde hassas. Ama diyelim hizmete ait bir harcamada zerre kadar “Kaç para harcadın, ne yaptın falan” diye sormuyor, hemen kesesine koyuyor.

Diğer taraftan da zaten eserlerde iktisadı izah ediyor. Dünyadaki nimetlerden bahsediyor, israf ekonomisinin verdiği dehşetli tahribatla o nimetlerin yok edilmesine razı olmuyor. Zaten İslâmın temelinde de bu var. Vahiy bize bunu öğretiyor. Ama işte bugün hırs, kin, başkalarını düşünmeme gibi hisler hükmediyor. Amiyâne tabirle “Altta kalanın canı çıksın” deniyor. “Ben tok olduktan sonra başkası ölsün bana ne” anlayışı hâkim. Bu krizler de işte hep oradan kaynaklanıyor.

Tabii bütün sermaye onların elinde olduğu için, onlar dengeyi kaybedince herkes zarar gördü. Sistem bozuldu. Üstad da zaten onun bozulacağını söylüyor. “Deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet” diyor Lemaat’ta. Onun bozulmasından İslâmî medeniyet çıkacak diyor. Yani adeta o kadar iyi tespit ediyor ki, “Papalık beyanat verecek” der gibi.

* Üstadın iktisatçılığını sadece yeme içmeyle ölçmek eksiklik olur herhalde, değil mi?

Her şeyde iktisatlı tabii. Zamanı da fevkalade değerlendirmek, israf etmemek gibi. Bütün kıymetli zamanları da. Meselâ Ramazan geceleri, gündüzleri gibi kıymetli saatler. Gündüzleri, insan farz bir ibadetle oruç tuttuğu için büyük sevaplara nâil oluyor. Geceleri ise, bir ibadetle meşgul olmazsa, o kıymetli, bire otuz bin sevap veren dakikalar heder olabiliyor. Üstad onun için Ramazan gecelerini de iyi değerlendirirdi. Teravih kılınır, sabah imsak vaktine kadar ibadete devam ederdi. O dakikaları zayi etmemek için. Çünkü bir Ramazan seksen küsur senelik ömrü kazandırıyor diye. Zamanda iktisat ederdi böyle..

Dolayısıyla, Ali Ulvi Kurucu’nun Tarihçe-i Hayat’ın önsözünde söylediği gibi, Hz. Üstad’ın çeşitli iktisat anlayışları var diyebiliriz. Büyük zatların anlayışlarına, yüksek ferasetlerine, dirayetlerine, hamiyetlerine yetişmek mümkün değil. Anlayabilsek bir parça, yine yeter.

Daha yeni yeni anladığımız ne kadar çok mesele var, kimbilir daha neler vardır? Meselâ Üstadın, İstanbul’da 1953’te yazdığı, Emirdağ Lâhikasının son kısmında bulunan ve Hutbe-i Şamiye’nin sonuna da ilave ettiği bahis… Yani “Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan ‘mim'siz’ diyerek, hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?” meselesi.

Üstad “Medeniyet-i hâzıra insanı fakir etti. Hakiki dört şeye muhtaçken, yüz şeye muhtaç etti” diyor. Orada yirmi şey diyor ama başka yerde yüz diyor. Ve onu helâl bir surette kazanabilen ancak yirmide ikisidir, on sekizi fakir hükmünde ve medeniyet helâl olmayan yollarla kazanmaya teşvik etti diyor. Ve bu noktadan ahlâkın esasını mahvediyor, “Başka haram kazanmaya sevk etmiş” diyor.

Bunları böyle dünyanın gelişen şartları içinde anlayabiliyoruz işte.

Üstad bir yerde “Kur’ân’ın edebiyle edeplenmeyenin, zamanın sillesiyle tedip olunacağı muhakkaktır” diyor. Şimdi bunu yaşıyor insanlık.

İşârâtü’l-İ’câz’da “Ve mimmâ razaknâhüm yünfikûn” âyetinin tefsirinde zekâtın hikmetini fevkalade bir şekilde anlatıyor.

Güzel olan, hamdolsun, dünyanın önüne koyabileceğimiz, insanı insan yapan, hakiki, medeni bir varlık haline getiren bir projemiz var. Bu da Risâle-i Nur. Dünyanın neresine gidersek gidelim, Kur’ân’dan gelen bu mukaddes proje, hakikaten hürmet görüyor, alâka görüyor, muhabbetle karşılanıyor. Hıristiyan veya Müslüman fark etmiyor. Hangi dinden olursa olsun… Hrant Dink meselâ, vefat etmeden evvel demişti ya “Allah Bediüzzaman’dan razı olsun” diye.

* Son günlerde dünyada ve ülkemizde, bilhassa gençlerin işin içinde olduğu toplumsal cinnet hâlleri yaşanıyor. Bu gibi hallere çare olarak Risâle-i Nur ne sunuyor?

Üstad Hazretleri, gençlerimizin mutlaka dinî bir terbiye alarak yetişmesine dikkat çekiyor. Yoksa sonradan, “pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkanlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer” diyor. O bakımdan biz, neslimizi muhafaza etmek istiyorsak, İslâmın temel esaslarını çok küçük yaşlardan öğretmeye mecburuz.

Bundan 16-17 sene evvel Prens Charles, bir konuşmasında “Dünyada insanlar, İngilizce öğrenmek için koşuyor. Halbuki bizim İslâma ihtiyacımız var. Eğer İngiltere çok kısa zamanda Müslüman öğretmenler getirerek, okullarında İslâmı öğretmek suretiyle neslini, gençliğini kurtarmazsa, çok yakında büyük sıkıntılarla karşılaşacak” diyor.

Aşağı yukarı 15 sayfa konuşmasının orijinal metni. Biz onu, o zamanki Nur mecmuasında, hem İngilizcesi’ni, hem de Türkçe’sini neşrettik.

Esasında insan fıtratı bu. “Allah yarattığını bilmez mi?” ayeti var ya. Allah elbette bilir. İnsan neyle idare olur, neyle hakiki insan olabilir? Yani belki bir kısmı bir derece kendini idare edebiliyor, ama bir kısmı da böyle cinnet geçiriyor işte. Geçen günlerde Almanya’da olan hadise gibi merhametsizce 17 kişiyi kurşuna dizebiliyor. Ki Amerika’da, İngiltere’de bu gibi hadiseler daha fazla oluyor ama onların basını fazla gündeme getirmiyor. Hatta Şükran Vahide hanımın İngiltere’deki ablası demiş: “İngiltere diken üstünde. Bu çocuklar birbirini öldürüyorlar okullarda. Ne olacak?” diye.

* Üstadın yıllar önce söylediği gibi, şimdi de aslında “Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor”, değil mi?

Evet, tam şu anda. Üstad onu elli sene evvel söylüyordu. Şimdi daha fena. Onun için çok çalışmaya ihtiyacımız var. Ve bilhassa dünya liderleri… Davos’ta 6-7 sene evvel, yani Bush’un yeni başkan olduğu zamanlarda, iki tane ilim adamı “İnsanlığın saadetini temin etmenin hakiki yolu manevi değerlere de ehemmiyet vererek olabilir. Başka türlü olmaz” demişlerdi. Ve biz fa’l-i hayır saymıştık bunu. Çünkü ondan evvel de biz Almanya’da Almanca Nur mecmuası çıkarıyorduk. Paris Şartnamesi diye bir toplantı oldu. Onlara hitaben bir deklarasyon şeklinde yazmıştık. “Ey dünya liderleri! Siz bu insanı sadece mideden mi ibaret zannediyorsunuz? Bu insanın kalp, ruh gibi manevî duyguları yok mu sizce? Bunlara cevap verecek bir sistem düşünmeyecek misiniz? Bu zavallı insan, ebedi yaşamak istiyor. Buna bir çare bulmayacak mısınız?” mealinde bir makale yazmıştık. Üstaddan da cevaplar tabii… “Bediüzzaman böyle söylüyor, Alman filozofu Kant da böyle söylüyor” diye karşılaştırmalar yapmıştık. Aşağı yukarı paralel şeyler söylüyorlar. Kant “Benim içimde öyle duygular var ki, bu duyguları dünyada tatmin edecek bir şey görmüyorum. Ya bende bu duygular olmamalı veya bunları tatmin edecek bir yer olmalı” diyor meselâ. Alman okullarında epey münakaşa çıkarmıştı bu yayınımız. “Yaa, hakikaten söylemiş mi, söylememiş mi?” diye.

Velhâsıl, hakikaten dünyada bu şekilde konuşacak adamlar lâzım, ama korkuyor insanlar. Antony Flew, 85 yaşında bir adam “Yanılmışım, Allah varmış” dedi. Ateistlerin babası kabul ediliyor ama adamlar yine de onu kabul etmiyorlar. Ben hatta geçen Avrupa’da gezerken, Antony Flew’in kitabında geçen bazı hususları anlattım. Ateist kulüplerde onun bu düşüncelerine şiddetle karşı çıkmışlar. Oxford’da, Cambridge’de, Londra’da vs. ateist kulüpler varmış. O da onlara karşı cevaplar veriyor zaten. O zaman anladım ki, oralarda böyle ateist fikirler üreten kulüpler var. Ben de “Gidip onların yanı başında biz de bir Nur kulübü açalım” dedim. Yani Allah’ı ispat kulüpleri. Ki, bizim medrese-i Nuriyeler onu ifa ediyor aslında.

Medya gereken vazifesini yapmıyor. Yapsa, linç ediyorlar adeta. Çok acayip bir düşmanlık var bu hususta. Dolayısıyla bu mevzuda dünya kamuoyunu sarsacak derecede hareketler, düşünceler, fikir akımları olması gerekiyor. Bir kısım şeyler gelişiyor ama bakalım, inşallah ümitvârız.

Yeni Asya