Bir Akşam Vakti
Taha Çağlaroğlu'nun yazısı....
Bir akşam vaktiydi. Bir apartmanda oturuyordu. Apartmanın rengârenk çiçeklerle bezenmiş bahçesinin ortasından mermer merdivenlere yönelmişti yaşlanmış bir çift ayak. Fesleğenler, güller, karanfiller akasyalar, zambaklar. Onlar da yaşlanıyor ayaklar gibi. Bir kat çıkıldı, kapı anahtarla açıldı. Karanlık, bir alaşım gibi acıyla karşıladı adamı. Adam, evin ışıklarını yaktıktan sonra da kalbine doğru devam etti karanlık. İntihar yüzlü bir kayık öldü, bir keman sesi sararıp soldurdu, yeni bir şevk vermedi müzik.
Bu odalar, şadırvan sesi hiç duymadı. Rahle görmedi. Güneş doğmadan uyanmadı.
Bu odalarda tesadüf rüzgârlarının etkileri, buz gibi biraların ferahlatıcılığı, Amerika’da kaç tavuk olduğu konusu konuşuldu. Odalarda dolaşan minik, beyaz bir köpeğin sesi sindi duvarlara. Absürdün hüznü yıllar boyu, kendince verimli bir yol buldu bu evde.
Dolunay göründü bu evden, bu güzel evden yıllarca. Yağmur ve kar en tatlı tebessümlerle. Yıldızlar çok parlaktı. Ama depremler yaşanıyordu odalarda. Bir deprem bitiyor, diğeri başlıyordu. Sözcükler birer bunaltıydı. Teknoloji yetmiyordu. Dertlerin dermanına koşuyordu felsefe tilmizleri kitaplarda, yüz yüze bakan balkonlarda, telefonların ve mektupların zindanlı ve kahırlı seslerinde.
Adam, yapma çiçeklerle dolu dünyasının bir köşesinde akşam yemeğini yedi. Kahvesini alıp serin balkonuna geçti yaz akşamında. Ardıçlar, kayınlar, akçakavaklar; hiçbirinde eski tat yoktu. ‘Masal’ diye nitelendirdiği ‘cennet’inin sonu mu yaklaşıyordu? Zaman, anlamsızca akıp gidiyordu yanından yöresinden. İçinden de hiddetlenen bir yere yaklaştığını sezinliyordu sanki. Yetmiş yıldır, bir dağın tepesinden aşağı yuvarlanan bir taşa benzetti kendisini. Hiddetinden neredeyse parçalanacak bir sesin sıkıntısını yaşıyordu. Elli yıl öncesine uzanan bir sinemaya baktı hatıra deryalarında; sonra da yaşıtlarına. Kimi toprak olup gitmişti, kimisi de kendisi gibi. Kalp eliyle birkaç yapma çiçeğini okşadı. İmkânsız fısıltılar ve esinler düşündü. Esenlik var mıydı?
Rahle ve şadırvan duymayan odalarda tekrar dolaştı. Dertlerini anıp anıp kahırlanan yılların odaları ne kadar boştu.
Adamın istekleri, dağları yerinden oynatamıyordu.
“Kör olası kader!” diye ilendi belli belirsiz. “Tanrı bile duymuyor beni!” diye düşündü.
Bu ilenme ve isyan, içine ferahlık vermedi. Onu mutlu etmedi. Kendini tanıttırmak ve sevdirmek isteyene yaklaşmak için bir fırsat tanımadı adama.
Yılların odalarında asılı duran resimlere baktı sonra. İnsanlık tarihinin yüz aklarıydı bu resimleri yapanlar. Albümler de dolu doluydu. Onlar da yüz akıydı. Adam, düştüğü mağarada sesine ses istiyordu.
Büyük bir sahra. Karanlık, sıkıcı, boğucu bir meydan. Işıksız, susuz, nesîmsiz. Her taraf canavarlarla dolu. Öbür tarafta ışık, su, nesîm var. Oraya geçmek lâzım. Bunun için de mağaraya girmek lâzım. İşte adam, yılların, yüzyılların odalarında, böyle bir mağarada. Kendisinden evvel çokları geçmeye çalışmış buradan. Boğulup kalmış birçok kişi.
Evdeki yüz akları, fotoğraflar, resimler yardıma gelemiyor bir türlü. Ayak izleri var, sesleri var. Bazılarının sesleri de kesiliyor. Tabiata saplanmışlar. Adam medet umuyor tabiata saplananlardan. Felsefe şakirtlerinden. Yalnızca akıl kesilmişler, neden-sonuç demişler. Nedeni açıklayamamışlar. Sesine ses istiyor adam.
Dâhîler, filozoflar, izlerinizi gösterin, sesinizi duyurun. Cevap verin bana: Şifa nerede? En âlâ bir nedenin, en basit bir sonuca kuvveti yetiyor mu? Güneş, bir sineğin vücudunu neden yapamıyor? Yağmurun yararlarından yağmur neden habersiz? Neden, neden, neden?
Adamın sorularının cevabı vardı. Fakat soruların cevabını bulamadı adam. Sordu belki, aramadı, peşinden gitmedi. Muhteşem zekâlar tespit etti, onlara bel bağladı. Ne ki sesine ses gelmedi onlardan.
Evin balkonundan şehrin ışıkları, devcileyin binalar, konuşmalar, kahkahalar, arabalar. Güzel apartman bahçesinde fesleğen, gül, karanfil, akasya, zambak. Gökte pırıl pırıl yıldızlar süslemiş göğün yüzünü. Adam, kahvesini bitirdi.