Nurettin Huyut'un Mehmet Poletdemir ile röportajı-II
Risale Haber
Hulusi abi ile ilgili başka ne gibi bildikleriniz var?
Hulusi abinin bir takım önemli durumları vardı onları anlatmam lazım. Mesela, ona daha hayattayken “hatıralarını neden yazmıyorsun, yazsan iyi olur” dediklerinde “Risale-i Nurların olduğu bir yerde ben hatıratımı nasıl yazarım” demişti.
Hulusi abi çok önemli görevler yapmış bir zattır. Türkiye’nin en kritik zamanında orduda vatan müdafaasında çarpışmış. Harbiyenin son sınıfını okurken bırakıp Çanakkale’ye savaşa gidiyor. Çanakkale savaşında bir kurşun yarası alıyor, gazi oluyor. Yanağında o yara izi belliydi, kurşun yüzüne isabet edince bayılıp düşüyor ve gözünü açtığında kendisini hastanede buluyor. Bunu anlatırken şöyle demişti: “iyiki, ölmemişim, yoksa Risale-i Nuru tanımadan gidecektim.”
Yine derslerinden birinde şöyle söylediğini hatırlıyorum. “Üstad’ın bir çok vasfı var, bu vasıflarından birini bir talebesine vermiştir, yani, talebelerin her biri onun sadece bir vasfını üzerlerinde taşıyor. O nedenle hiçbiri hakiki anlamda her yönüyle ona varis olamaz. Sadece bir yönüne, bir vasfına varis olabilir.”
DEVRİMLERİN YAPILDIĞI DÖNEMDE EZANI ARAPÇA ASLINDAN OKUTURDU
Hulusi abi cesur bir insandı, o halim selim görüntüsü altın gayet cesur bir yürek taşırdı. Kahraman bir insandı. Arapkir’de Askerlik Şubesi Başkanı iken, Türkiye’de Ezan ve Kametin aslına uygun okunmadığı bir zaman. Yani “tanrı uludur, tanrı uludur” şeklinde okunduğu bir zaman. O kendi kışlasındaki camide her gün beş vakit ezanı Arapça aslına uygun “Allahuekber, Allahuekber” şeklinde okutturuyor. Bir gün Kaymakam ziyaretine geliyor. Tamda ezan vakti, asker ezanı okumadan önce gelip soruyor, “okuyayım mı?” diye. Kaymakamın yanında bu soruya karşı celalli bir şekilde “hala duruyor musun?” diye cevap verip askeri hiddetle azarlıyor. Asker acele gidip her zamanki gibi ezanını okuyor.
Hulusi abi bir keresinde milliyetçilik bahsinin geçtiği 26. Mektubu okuduğunda o dersten aldığı şevk ve heyecanla gidip kışlanın yemekhanesinin kapısında duruyor. Ve askerlere, komutanlara hitaben “Önce okuyacağım bu mektubu dinleyeceksiniz sonra yemeğe başlayacağız” diyor. Ve mektubu bir çırpıda okuyor. Bütün subaylar ve askerler pürdikkat dinliyor. Ondan sonra “buyurun yiyebilirsiniz” diyor.
Ben tahmin ediyorum ki, ondaki bu cesaretin kaynağı Üstad’dır. Çünkü, talebelerinin hemen hepsinde bu kabil cesaret gözlemlenebiliyor. Sanki ondan sirayet etmiş. Çünkü, Üstad da bu konuda gayet cesur bir insandı. Yani, başka türlü anlamak mümkün değil, bu kabil bir cesareti açıklamak da mümkün değil.
BENİM ASIL HİZMETİM ORDUDA OLDU
Hulusi abi görevli olduğu dönemlerde birçok talebe de yetiştirmiş. Hatta bunlardan birini ben tanıyorum. Ama şu anda ismini hatırlamıyorum. Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapmış biriydi. Genelkurmay Başkanı olma ihtimali varmış. Ama onu emekli edip yurt dışına büyükelçi olarak atıyorlar. Bu komutanın ismini emekli olduktan sonra söylemişti ama ben unuttum. Hatta, şunu da ilave etmişti. “O göreve atamakla onun da başını bağladılar”.
İşte bu şahsı anlatırken, “Benim asıl hizmetim orduda oldu” dedi. Hakikaten biz şahid olurduk, kurmay askerlerden bir çok kişiyle özel mektuplaşırdı. Yani, çokça talebesi vardı.
Mesela, Cemal Gürsel, Hulusi abinin sınıf arkadaşıydı, mesela Cevdet Sunay Elazığ’a geldiğinde Hulusi abiyi orduevine davet etmişti. Sanırım o da kıta arkadaşıydı. Yani onların emsali bir kurmay askerdi. O nedenle “onun benim evime gelmesi lazım” dedi ve davetine icabet etmedi.
Bir defasında şöyle bir hatırasını dinlemiştim. Üstadın talebesi Sıddık Süleyman ortaokul şapkası satıyormuş. O dönemde öğrencilerin şapka gitmeleri mecburi idi. Üstad bir gün bunu görür. “Ne yapıyorsun?” diye sorar. O da “Üstadım şapka satıyorum” der. Üstad bir şey demez sadece “at bunları” der. Sıddık Süleyman da gidip o şapkaların hepsini Barla Gölüne atmış. Kendisine “neden attın sataydın bunları, paranı çıkaraydın, ama bir daha yapmayaydın” demişler. O “Üstad bana sat demedi ki, at bunları dedi” demiş. “Muazzam bir sıddıkiyet örneği” diye anlatırdı.
HULUSİ ABİ RİSALE-İ NURA TALEBE OLMAYI MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAĞA YAVER OLMAYA TERCİH ETMİŞTİ
Bir defasında “bana işlerimde Allah çok yardım etti” demişti. Nedeni ise, Mareşal Fevzi Çakmak’ın Yaveri olma ihtimali varmış. “Cenab-ı Hak bana yardım etti O’nun yaveri yapmadı” dedi.
Hulusi abi, bir gün bana “33. Sözün 33 penceresinin her birinin birer cümle ile özetini çıkar” demişti. Ben dediğini yapmak istedim. Hatta bu yüzden 33. Sözü birkaç kez okudum. Fakat ben çok uğraştığım halde ne yaptımsa bir cümleye indirecek şekilde bir özet çıkaramadım. Ve benden bir daha da sormadı. Halen içimde bir ukde gibi kalır. “Neden böyle bir isteğini yerine getiremedim” diye. O nedenle halen bakıyorum yapabilir miyim? Fakat o gücü kendimde bulamıyorum.
Biz Hulusi abiye abi demezdik. Yaşça çok büyük olduğundan ve durumu icabı efendim derdik. “Ben Sözleri çok iyi bilirim” derdi. 25. Söze kadar ezberlemişti, ezbere bilirdi. Hatta Sözlerin hepsinin özetini çıkarmıştı.
İşarat-ul İ’caz ile ilgili olarak bir hatırası vardı. Üstad, İşarat-ul İ’cazı Hulusi abi vasıtasıyla Abdülmecid Nursi’ye göndermiş. Yani, önce Hulusi abiye gitmiş oradan Abdülmecid Nursi’ye… Geri dönüşü de aynı şekilde olmuş. Tercüme edilmiş haliyle önce Hulusi abiye gelmiş, Hulusi abinin Arapçası da vardı. O bir ön tashihten geçirmiş diye tahmin ediyorum. Bu benim şahsi görüşüm. Sonra Üstada gelmiş. Üstad’dan nakli şöyle, “İstediğim gibi olmadı” demiş.
Biz derslere devam edince ve de çevremizdeki gençleri derslere götürünce cemaat değişim geçirdi, gençleşti. Batmanlı birkaç genç vardı onları derse götürmüş ve hizmete kazandırmıştık. Bizden önce genelde yaşlı insanlar gelip dinliyormuş, biz ilk gittiğimizde de öyle idi. O gençler sayesinde genç bir gurup oluşmuş oldu.
Öyle olunca dershane açma ihtiyacı duyuldu ve Yeni Caminin arkasında küçük bir büro önde, bir oda, bir hol ve mutfak, lavabosu olan küçük bir yer yapıldı. Elazığ’da ilk dershane bu şekilde açılmış oldu.
O dershanede bir olay yaşandı onu anlatmak isterim. Samsatlı bir ağa oğlu Risale-i Nur talebesi iken gitmiş ayrıca bir de tarikata girmiş. Kafası karışmış anlayacağınız. Babası çok temiz bir insandı. Hulusi abiye özen gösterirdi, ona bağlı idi, sözünden çıkmazdı. Onun oğlu tarikata girmiş. O dönemde biz de yaz tatilnee gitmiştik. Hulusi abi de yokmuş.
Bu çocuk dershanede çok şımarıklık ve taşkınlık yapmış. Ev sahibini rahatsız etmiş. Ev sahibi de Kadiri tarikatına mensup biri. Bu adam geceleri virdini çekerken rahatsız oluyor. Sabah geliyor arkadaşlara çok kızıyor. “Burası nedir?” diye soruyor. “Delisi geliyor, velisi geliyor.” Gidip bir de polise şikâyet ediyor. Polisler gelmiş, Mehmet Ali abi (Malatyalı M. Ali Polat) o zaman orada imiş idare etmiş. Enteresandır bir gün sonra şikâyetçi olan ev sahibinin ağzı eğilmiş. Biz bunu gördük. Üstelik dindar bir insan, öyle fevri hareket yapınca tokat yemişti.
Nuri efendi diye birisi vardı. Ehl-i kalp bir insandı, Hulusi abinin yanında otururdu, hiç sesi de çıkmazdı. Bazen cezbeye gelirdi. Sesli zikreder, başı pervane gibi dönerdi. Onun o hali birkaç kez tekrarlanınca Hulusi abi, “Hacı, sen bende böyle bir şey gördün mü? Neden böyle yapıyorsun?” demiş ikaz etmişti.
HULUSİ ABİNİN YANINDA ETTİĞİM DUAM KABUL OLDU. AMA!..
Bir gün bu Nuri Efendi ile konuşurken “Ne yapıyorsun Nuri Efendi, nasılsın?” diye sorunca. Nuri Efendi de “İyiyim hamdolsun, ama uyuyamıyorum efendim, uykusuzluk beni rahatsız ediyor” diye cevap vermişti. Bunu duyunca, ben de tam tersi uykudan çok muzdaribim. Çok uyuyorum. O nedenle onu öyle duyunca içimden dedim “keşke ben de uyuyamasam.”
Bunun üzerine o gece hakikaten uyuyamadım. İkinci gece oldu gene uyuyamadım, üçüncü gece gene uyuyamadım. Bu defa elimi dergâha açtım tövbe istiğfar ettim. Dedim “Allah’ım ben bu şekilde dua etmemle hata etmişim, beni eski durumuma döndür” tekrar eski durumuma döndüm. Yani, gene rahat uyumaya devam ettim. Ama anladım ki, uykusuzluk kolay bir durum değilmiş, çok zor bir hastalıkmış.
Elazığ’da o dönemde ehl-i tarikatın bu davaya sahip çıktığını müşahade ettim. Mesela Hulusi abinin çok önem verdiği ve iltifat ettiği talebelerinden biri Ruhi Ekinci’nin de babası, Kemal efendi Fatih müderrislerinden. Bu insan yeni tabirle profesör, aynı zamanda Üstad’a bağlı bir zat. Ölmek üzereyken Hulusi abi yanına gidiyor. Ölüm döşeğinde “Üstad’dan yeni bir eser var mı?” diye soruyor. Onun oğlu Ruhi beyle daha sonra tanıştığımızda babasına şöyle bir soru sorduğunu anlattı. “Baba sen bu yazılanları bilmiyor musun? Sen bir din alimisin bunları bilmen lazım” deyince o da “evet oğlum ben de biliyorum ama Üstadın anlatışı çok farklı” diye cevap vermiş.
Hulusi abi ehl-i tahkik bir insandı. Mesela, Risale-i Nur’da geçen ayetleri tek tek ele alır, Kur’an’ın hangi suresine ait olduğunu bulur ve not ederdi. Bir gün “Vacealneşşemse siracen” ayeti geçince yine Kur’an’a baktı araştırdı ama bir türlü yerini bulamadı. Hulusi abinin bir özelliği de hafızlığa ve dolayısıyla hafızlara çok önem verirdi, onlardan biri geldiğinde çağırır başköşeye oturturdu. O gün de Siirtli bir hafız vardı, yanında oturtmuştu. Döndü ona sordu. O da “efendim öyle bir ayet Kur’an da yoktur, Kur’an’da “Vacealeşşemse siracen” diye bir ayet var” deyince o ayetin yanlış yazıldığını anladı. Ben o durumu ilgililere ilettim sonraki baskılarda düzelttiler. Hala bazı risalelerde bakıyorum o hatalı yazılış var.
“HAFIZ OLMAK ALİM OLMANIN YARISIDIR”
Hulusi abi, Kur’an’ı hıfz etmeyi ilmin yarısı olarak kabul ederdi. “Hafız olmak alim olmanın yarısıdır” derdi. Hafızlık bahsi geldiğinde kendisi hayıflanırdı, “Neden Üstad’dan hafız olmak için dua istemedim, hafız olmam için dua etmesini isteseydim O’nun duası ile hafız olurdum” der üzüldüğünü ifade ederdi.
Hulusi abi giyim kuşamına çok özen gösterirdi. Çok iyi giyinirdi. Askeriyeden aldığı bir bastonu vardı onu devamlı elinde taşırdı. Ayakkabıları devamlı boyalı idi, traşlı, temiz ve şık giyinirdi. Yolda yürürken dikkat çekecek kadar özel giyinirdi. Pantolonu devamlı ütülü idi. Asla pejmürde bir görüntü vermezdi. Hatta bir defasında Terzi Kudret diye birine bir pantolon diktirmişti, üzerine giyince beğenmemişti ve kendisine geri göndermiş bazı yerlerini göstererek düzeltmesini istemişti. Tam bir Osmanlı beyefendisi gibi dolaşırdı.
Hulusi abinin dediğim gibi farklı bir meşrebi vardı, dersleri farklı yapardı. Ders yaparken onun gibi yapmıyordum, bildiğimiz herkesin yaptığı şekilde yapıyordum. Yani, Risale-i Nura talebeydik. Ders yaparken hadis-i şerif okumadan başlıyorduk. O nedenle bir gün biri beni ona şikayet etmiş, demişki “Mehmet Polatdemir senin aleyhinde konuşuyor.” O da bunu kabul etmemiş. O kişiyi “o nur talebesidir neden benim aleyhimde olsun” diyerek reddetmiş. Bunu bana olaya şahit olan bir arkadaş intikal ettirmişti.
Yani, aslında Hulusi abi doğrusunu söylemişti. Ben böyle mübarek bir zata nasıl karşı olabilirdim ki. Ferasetiyle bu fitneyi bu şekilde bertaraf etmişti. Zaten beni şikayet eden insanlar daha sonra gidip partici oldular. Risale-i Nur dairesinden ayrıldılar.
MÜSLİM GÜNDÜZ’Ü İKAZ ETMİŞTİM
Şimdi çok önemli bir hatıramı daha aktarmak istiyorum. Daha önce bahsettiğim bir Camcı Kemal abi vardı. Bu abiyi Hulusi abi evladı gibi severdi. Ben de o zaman hizmetle aktif ilgilendiğimden bu abi bir gün bana dedi ki, “Mehmet kardeş, Ankara’dan bir kardeş gelmiş, harika ders yapıyor, gel onu ziyarete gidelim onun dersini dinleyelim.” Ben de “olur gidelim” dedim. Gecenin karanlığında düştük yola gittik. Merkez köylerden birinde kalıyor. Yaya epey yürüyüp gittik.
Baktım ki, Aczimendi şeyhi Müslim Gündüz. Evde elektrik de yok. Lamba ışığında, yarı karanlık bir ortamda açmış İşarat-ül İ’cazdan bir şeyler okuyor, onu bırakıyor başka bir kitaptan okuyor, sonra başka bir kitaptan, sonra konuşmalarına dikkat ettim. Yaptığı yorumlardan anladım ki, Risale-i Nur mesleğine aykırı şeyler. Yani, kaba kuvvete başvurmamız gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Konuşmasının bir yerinde “bu zamanda Risale-i Nur talebesi diye bir kimse yoktur” diyor. Ben bu yanlış izahlarına sürekli itiraz ediyorum ama bana itiraz edecek kapı bırakmıyor, yani beni konuşturmuyordu. Risale-i Nuru karşıma çıkarıyor. Cerbeze ile “Risale-i Nurlarda bu var” diye de dayatıyordu.
Bu insan Kemal abiyi tesiri altına almıştı. Ben baktım konuşmama müsaade etmiyor bu defa bir soru sordum. Dedim “Hulusi abi Risale-i Nur talebesi değil mi?” Bu soruma cevap vermedi. Fakat soruya Kemal abi cevap verdi. “Zaten Hulusi abi kendini Risale-i Nur talebesi olarak görmüyor ki” dedi. Hulusi abi mütevaziliğinden bazen o tarz şeyler söylerdi. O da bunu delil göstermeye çalıştı. Ben orada bunların çok ters ve yanlış şeyler söylediklerini anladım. Neyse ders bitti kalktık gittik.
Ondan sonra baktım bu camcı Kemal derse gelmemeye başladı. Yani bizim oradaki derslere ve bana gelmiyormuş meğer. Ben tavrımı net bir şekilde koyunca benden ümidini kesmiş ama başkalarına gidiyor onlara anlatıyormuş. Derslere gelmemesi Hulusi abinin de dikkatini çekmişti. “Nerde?” diye sormuştu, “onu çağırın gelsin” demişti ama gelmiyordu. Yani, Müslim Gündüzün atmosferine girmişti. Hulusi abi de onu kurtarmaya çalışıyordu. Fakat olmuyordu. O zaman bu durum dikkatimi çekmişti. Bir gün bir haber aldık çok üzülmüştük bu Kemal motosikletle giderken kaza yapmış, kafasını, kolunu, bacağını kırmış yani haşat olmuş. Ondan sonra bir daha da görmedik.
Acı olan bir durum ben Elazığ’dan ayrıldıktan sonraki yıllarda bir gün tekrar Hulusi abinin yanına gittiğimde baktım ki, Müslim orada oturmuş ders okuyor. Orada onu görünce bu adamı ben neden Hulusi abiye daha önce anlatmadım diye de üzülmüştüm.
MANEVİ TASARRUFU OLAN BİR ZATTI
Bir gün “Feyzullah efendiyi rüyam da gördüm” demişti. “Bu zat Lailaheillallah diyordu ama Muhammedurresulullah diyemiyordu ben ona söylettim” demişti. “Çünkü, bu zat hayatta iken Üstad’ın hediye bahsini kabul etmiyordu. Mektubatta ikinci mektuba itiraz ediyordu.” Feyzullah efendi o dönemde Elazığ’ın meşhur vaizlerinden birisi. Bu durum rüyada mı gerçekleşmişti yoksa hakiki alemde mi gerçekleşmişti bilemiyorum. Sadece şunu söyleyebilirim. Veya ben öyle inanıyorum. Bu olaydan anlıyorum ki, Hulusi abinin talebeleri üzerinde manevi tasarrufu vardı. Onları bu gibi zor durumlardan kurtarıyordu.
Buna benzer bir hatıra daha var. O da, bir gün derste Cizre’deki, şeyh Seyda ismindeki bir zattan kendisine gelen bir mektubu açıp okumuştu. Arapça olduğu için ne yazdığını biz anlamadık. Okumadan önce “Şeyh Seyda bugün vefat etti onun hatırasına teberrüken bu mektubu okuyorum” demişti. Mektupta ne yazıyordu bilmiyorum ama o gün hakikaten o zat vefat etmişti. Akşam bize o mektubu okumuştu. Artık nasıl haber almıştı bilemiyorum. Telefon ile almış olabilir.
“RİSALE-İ NUR DA EN ÇOK İSTİFADE ETTİĞİM ESER İHLAS RİSALESİDİR”
Demir Çelikte çalıştığım yıllarda bir gün ziyaretine gitmiştim. Ders yapıyordu, konuşuyordu bir ara döndü bana bir soru sordu dedi, “Beni sorduklarında ne anlatıyorsun, benim hakkımda insanlara ne söylüyorsun?” Ben de cevap olarak şöyle dedim. “Hulusi abi, Risale-i Nur da en çok ihlas okur ve en çok ihlasa önem verir” dedim. Ben böyle deyince çok sevindi ve “isabet etmişsin. Risale-i Nur da en çok istifade ettiğim eser İhlas Risalesidir” dedi.
Kendisinden vird isteyenlere, “bir vird tavsiye et onu okuyalım diyenlere”, “Risale-i Nur kâfidir, hiçbir vird okumanıza gerek yoktur” şeklinde cevap verirdi.
“BEN HADİS AÇIKLAMAYA YETKİLİYİM AMA AYET AÇIKLAMAYA YETKİLİ DEĞİLİM”
Başta da dediğim gibi Hulusi abi ders okumadan önce üç hadis okurdu ve açıklardı. Bir gün şöyle bir açıklamada bulundu. Dedi ki, “Ben hadis açıklamaya yetkiliyim ama ayet açıklamaya yetkili değilim”. O nedenle meal dahi vermezdi. Ayetlerin meallerini kitaplardan araştırır bakar oradan okurdu.
Bir gün kendisine Fayzi abiye yazılmış, “Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın” diye biten mektubu okudum. O da o mektubu okuyunca döndü “işte Mehmet Feyzi, işte Isparta kahramanı” demişti. Yani, Mehmet Feyzi abinin çok yüksek bir mertebede olduğunu söylemişti.
“PAZAR GÜNLERİ KIRLARA GİTMEK ÜSTADIN SÜNNETİDİR”
Hulusi abi pazar günleri mutlaka pikniğe giderdi. Ve derdi ki, “bu Üstadın sünnetidir.” Pazar günleri pikniğe gitmeyi Üstadın sünneti kabul eder mutlaka kırlara çıkardı, cemaati de götürürdü, organize ederdik, otobüslerle arabalarla düzenli bir şekilde piknik yapar, yaptırırdı. Orada yemekler yenir, toplu halde namaz kılınır, arkasından da ders yapılır ve tefekkür edilirdi.
Hulusi abinin ifadesine göre Üstad, bir zaman çayı terk etmiş, içmemiş. “Sebebini sormayın çünkü söylemem” dedi. Bu da bir sır olarak kendisi ile kabre gitmiş oldu.
Ben son dönemlerde kendisine içimden soru sorardım, yüzüne bakar kalben sorardım o da mutlaka cevap verirdi. Yani, açıktan soru sorar gibi kalben yüzüne bakar sorumu içimden sorardım. O da sorumu cevaplandırırdı. Ben onun bu yönünü keşfetmiştim. Onun kalbi bu kadar açıktı.
“GİT TAHSİN TOLA’YI DESTEKLE”
Bir şey daha var bu da çok önemli 1957 de Tahsin Tola’yı Bingöl’den aday göstermişler. Üstad o zaman Hulusi abiye mektup yazmış “git onu destekle” diye. “Ben ki,” diyordu Hulusi abi, “hayatımda hiç siyaseti sevmediğim halde, Üstadın hatırı için gidip destekledim.” Hatta Hulusi abiye milletvekilliği teklif edildiği halde gitmemiş. Ona rağmen gidip Tahsin Tola’yı desteklemiş.
Siyaseti hiç sevmezdi, “propaganda nedir?” diye sorar sonra da kendisi cevap verirdi. “Propaganda yalan yanlış şeylerdir işte” derdi. Hatta ben bir gün sordum dedim ki, “Peki ne olacak, iyi insanlar gitmese kötü insanlar gidecek” diye sordum. Bana geniş geniş izah etti ama ben bir türlü ikna olmadım. En sonunda dayanamadı “iştahı olan girer” dedi. Konuyu kapattı.
Bir gün o soruyu kendisine sordum. Kendisi böyle tevazu gösterince dedim ki, “diyorlar Risale-i Nur talebesi yoktur.” Ben böyle deyince birden hiddetlendi ve “onu söyleyen halt etmiştir” dedi.
“ÜSTADIN ÇATAL KAŞIĞI VARDI İŞTE ÇATAL, İŞTE KAŞIK BUNLARLA YİYECEKSİN”
Kığı’nın Adaklı nahiyesinde bir seyyit sülalesi var. Bunlardan biri Hulusi abiye misafir gelmiş. Hulusi abi ona yemek getirmiş. O zat kollarını yukarı sıyırıp elleri ile yemeye kalkışınca “yok” demiş. “Üstadın çatal kaşığı vardı. İşte çatal, işte kaşık bunlarla yiyeceksin” demiş. Yani, o zat sünnet diye elle yemek istemiş ama Hulusi abi buna müsaade etmemiş ve çatal kaşıkla yemesini istemiş. Üstadın böyle yaptığını söyleyerek çatal kaşık kullanmasını istemiş.
Hulusi abinin kendi dersi vardı onu mutlaka her gün okurdu. Hatta bir gün kendisine “Bizlerle, yani talebelerle biraz daha fazla ilgilenseniz” demiştim. Bana “ben bugün henüz dersimi dahi okumadım” diye cevap vermişti. Ben o cevabından anladım ki, Hulusi abi kendisine her gün bir miktar Risale-i Nur mutlaka okurdu.
“EY NEFSİM BU DERSİ ANLAYINCAYA KADAR SANA YEMEK YOK”.
Hulusi abi nefsiyle nasıl mücadele ettiğini şöyle bir hatırasını anlatarak göstermişti. Bir gün bir yeri okurken anlamaz nefsine der ki, “ey nefsim bu dersi anlayıncaya kadar sana yemek yok”. O dersi anlayıncaya kadar tekrar tekrar okumuş ve anladıktan sonra yemek yemiş.
Hulusi abi Üstadı ziyaret ettiğinde Üstadın yanında sadece Kur’an ile Şadii Şirazinin Bostan ve Gülistanı varmış. Yani, sadece iki kitap bulunduruyormuş. Bir şey okumak istediğinde onlardan tefeül eder okurmuş. Hakikaten ben de dikkat ediyorum. Risale-i Nurda en çok ismi geçen kitaplardan biri Bostan ve Gülistandır.
Hulusi abinin bir de velayetle ilgili bir açıklamasını hatırlıyorum. Üstad malum velayet mertebelerini üçe ayırıyor. Velayet-i Suğra, Velayet-i Vusta, Velayet-i Kübra diye “Ehl-i tarikatın velayeti Velayet-i suğra değil Velayet-i Vustadır” derdi. “Risale-i Nurun kazandırdığı velayet ise Velayet-i Kübradır” derdi.
Benim Hulusi abi ile ilgili aktaracaklarım bunlardan ibarettir. Hulusi abi biliyorsunuz 1986’da vefat etti. Benim ise onunla beraber olduğum dönem 1967 ile 1971 tarihleri arasıydı. Sonraki yıllarda birkaç kez ziyaretine gittiğimde karşılaştığım şeyleri söylemeye çalıştım.
Hulusi abi çok büyük bir zattı, Velayet-i Kamile sahibi biriydi. Allah Rahmet etsin Amin.