Misafir Kalem
Bir alışveriş merkezinin sosyal dokusu
Hazır var olan deli sorular, zihin dünyamızın bir köşesinde dolanıp dururken ben kısa bir kesitte sosyal bir deney üzerinden meramımı ifade etmek istiyorum. Öncelikle dikkat nazarlarımızı bir ışık cümbüşünü andıran, sahte suratıyla bize göz kırpan herhangi bir Anadolu şehrinin kabusu alışveriş merkezinin içine salıyor ve herhangi bir esnaf abimizin en küçük ve şımarık kızı Pelinsu’ya çeviriyor ve hareketlerini dikkatle izliyoruz. Isırılmış metalik Gold elmasıyla, Check in yaptığı mekanlarda a-sosyal medyanın dibine çaldığı ‘’Bol gülücüklü sosyalim mesajından’’ sonra üstünden şişme montunu çıkarıp panikle bir oradan bir buraya koşuşturarak çılgınca sloganı olan: ‘’Yaşamak için tüketme!, tüketmek için yaşa’’ sloganlarıyla aslında ‘’hiç almadan elindekileri verme koşuşturmacasına’’ popüler içecek mekanıyla mola verip, ‘’çok fazla kişinin pek az kişiyi gözlediği bir durumdan pek azın çok fazla kişiyi seyrettiği ve beğeni şehvetiyle dürttüğü’’ sosyal medyanın içine self yapıp dahil olacaktır. Alışveriş merkezlerinde gökyüzünü göremezsiniz, camlar etrafa değil mağazalara açılır. Pazarlık sünnettir derseniz asık suratların nefretiyle karşılaşırsınız. Mahallemizdeki kazıkçı bakkallara muhtaç bırakacak acımasızlıklar vardır oralarda. Mescitler en alt kattadır, ışıkların etkisiyle bir süre sonra ‘’benim başım mı dönüyor?’’ dersiniz. Tüketim ihtiyaçlarınız fastfood olmak zorundadır. Para harcamak zorunda olduğunuzu ilk oralarda hissedersiniz. Yorulduğunuzda hasan amcanın konfeksiyonunda dinlenirdiniz ama oda olmadığı için orta yerdeki yabancı banklarda dinlenmeye mecbursunuz. Kısacası şehrin masumca duran alnına çakılmış namussuz bir mahalle gibidir alışveriş merkezleri.
Büyük alış-veriş merkezlerinin karakteristik özelliklerini saymakla bitiremeyiz. Sadece can alıcı bir noktaya değinmek istiyorum; ‘’tanıdık yüzlere rastlamayacağımız kadar büyük ve karmaşıklar, davranış standartları dediğimiz kültürel normlardan veya -çok da karıştırmadan- hal hatır sormaların, muhabbetlerin oluşması için gerekli olan kültürel değerleri sürdüremeyeceğimiz kadar telaşlı ve kalabalıklar…’’
On yedisinden gün almamış çoğu çocuk an be an modernliğin yerel yutturmacasının şaşaalı karakolu olan alış-veriş merkezlerinde zihnen ve kültürel olarak kemirilmekte, gözlerimiz önünde belki de ibretle uyuşturulmaktadır.
Bir plazaya çevirdiğimiz nazarımızı genişleterek etrafa saldığımızda modernitenin o karşı koyulamaz vahametini ve yozlaştırıcı etkilerini daha geniş sahada da seyredebiliriz. Aslında burada, maruz kaldığımız küresel sistemin parçalarını neden filtreleyemediğimizi sorgulayabiliriz. Belki de yerelin öldürülmesiyle beraber küreselin insafsızlığa terk edilmiş neslimizin davranış kalıplarını daha sağlam şekilde de inceleyebiliriz. Kendi kültürünün sıcaklığından uzak, plaza ruhlu, asi tüketim robotlarının çılgınca tüketim saldırganları haline nasıl dönüştüğümüzün kodlarını da, sosyolojik belirtilerini de görebiliriz.
Açık konuşalım bu yaşadığımız dünya düzeni bir zamanlar birilerinin hayalleriydi, şimdi biz o hayalin gerçekliğinde kaybolmuş tüketici figüranlarız. Batı, Küresel Berlin duvarının inşaatında kullandığı ikinci sınıf dünyalıların asgari çalışma sürelerini kesmiş ve uzak yurtlarına geri göndermiştir. Uzak yurtları ölüm tarlalarına dönüştürmekte kullanılan o bütün silah siparişlerinin listelerini titizlikle işleyen canilere emanet ettiğimiz kutsal coğrafyamızı, 800 milyon insanın yetersiz beslenmesi sonucuyla karşı karşıya getirmişiz. Zygmunt Bauman’ın dediği gibi: ‘‘Yiyeceğin bol olduğu yere gitmek isteyen açlar, büyük paralar ödeyerek sonunda kendilerini ‘‘çatık kaşlar’’ın beklediği yolculuklara çürük teknelerle, kimliksiz çıkarken; zenginler birinci mevkilerinde şampanyalarını yudumlayarak küreselliğin tadını çıkarıyor.’’
Mesela biz korku filmlerindeki gişe rekorlarını, merhamet medeniyetinin beşiği olmamızdan kaynaklı yakalayamamışızdır. Öyle bir iddiamız hiç olmamış ve olmayacaktır. Çağdaş Avrupa’nın en insancı filozoflarına bir göz atın der Cemil Meriç; hepsinin şiddete aşık olduğunu görürsünüz. Şiddet: Avrupa’nın Tanrısı. Yunan destanlarına bir göz atın hepsi birer cinayet salnamesi gibi arzı endam eder. ‘Dininde, kuvvetin hak olduğu Avrupa’ya, hakkın kuvvetli olduğunu gösterecek medeniyetin tahayyülü meşgul etmeli zihinlerimizi. Biz, acılarımız, kaygılarımız ve hislerimizle kitaplara hüzün kokulu muhteşem şiirler kazımış, Akif’le hakiki medeniyete seslenerek kimliğimizi İslamiyet’e çalıp asrın idrakine şefkat ve sevginin tarihini yeniden yazabilmişiz. Mesela en ince yerden dem vurabiliriz. Yozlaşmaya nereden başladığımız gerçeğinin en kritik eşiği olan çeşme başı muhabbetlerimizi misafir edelim zihin dünyamıza.
Bunun kıyasını bir çok noktadan yapabiliriz ama en acısı kuruyan çeşmelerimizden sızmaktadır.
Çeşme başı muhabbetlerimiz vardı bizim hani o sinema kuşağına sık sık konu olurdu, aşk temalı seksen dönemlerimizin tipik filmleri…
Doğal buluşma yerlerimizdi. Saatlerin duvarda olup kollara inmediği zamanlar gelişi güzel muhabbetler sarardı etrafımızı. Su alınır, çamaşır yıkanır ve köyün sosyal dokusundaki hassasiyetler, dedikodularla ve fikir alışverişleriyle yayılırdı. Çeşme başı artık yok… Ne oldu efendim o çeşmelerimize sahiden. Bataklıkta kayboldular bence…
Islah adı altında istismar çamurlarına dönüştü… Bataklık ıslah edilerek yerine betonarme yapılar kuruldu ve kültürel mezarlıklara döndü çarşı pazarlarımız. Çeşme başındaki teyzelerimizin kızları, sitelerindeki paralı girilen partilerde, günlerde kokoş muhabbetlere daldılar. ‘Gün’lerde yerlere pasta döken yeni kuşak, onlarda işte yukarıda bahsettiğimiz Pelinsu’lara dönüştüler. Isırılmış sahte elmanın sarhoşluğuyla, yalancı cennetlerine atılıverdiler.
Abdullah Korkmaz
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.