Bir baba ile oğlun 'Nurlu' hikâyesi
Yeni Asya yazarı İslam Yaşar, Bediüzzaman'ın 'kahraman' dediği İnebolu'lu Ahmet Nazif ve oğlu Selahaddin'in hikayesini yazdı
Kahraman…
Bahadır, yiğit, cesur, mert mânâlarını ifade eden bu tabir, genellikle zafer kelimesi ile birlikte kullanılır. Zîra zafer, kahramanlığın neticesi ve hayatın meyvesidir.
İnsanlar ancak, hayatî tehlikeleri göze alıp o sıfatları kullanarak kahramanlıklar gösterdikleri takdirde zaferler kazanabilirler. Kazandıkları zaferlerin büyüklüğü nisbetinde de tarihe geçerler.
Kahraman ve zafer kelimeleri, her söyleyişte savaş meydanlarını, askerî hareketleri tedai ettirse de günlük hayatta, milleti için kendini aşan büyük işler yapan kişileri takdir etmek maksadıyla sık sık kullanılır.
Bir insanın kendini aşması, ruhunu bedenine hakim kılması ile mümkündür. Zaten Amiel’in de dediği gibi asıl ‘kahramanlık, ruhun bedene karşı kazandığı zaferdir.’
Kahramanlık, devletlerin milletlerin nazarında muteber bir sıfat olduğundan, ruh ve bedenden meydana gelen her insan, büyük bir kahraman olmak ister. Her kahraman da sıfatının başka kahramanlar veya âlimler tarafından verilmesini arzu eder.
Hele bu sıfatı veren insan, Bediüzzaman gibi kahraman bir âlimse, neticesi ahirete müteallik olduğundan o ‘kahraman’ taltifi, savaş meydanlarında kazanılanlardan çok daha mühim bir zaferdir.
Hayatın zaferi.
Nur hareketinin tarihî seyri içinde, Bediüzzaman Said Nursî’den kahraman sıfatını alan pek çok insan vardır. ‘Risâle-i Nur’un İnebolu kahramanı Nazif Çelebi’ de onlardan biridir.
***
Ahmed Nazif Çelebi.
1891 yılında, Kastamonu ilinin İnebolu ilçesinde dünyaya geldi. İlk dinî eğitimini, ailesinden aldı. Şahsiyeti, çok iyi bir terbiye gördüğü ailesinin fıtrî şartları içinde şekillendi.
O büyüdükçe, şahsiyetinin en bariz vasfı olan şecaati, cesareti, metaneti de gelişti ve aile çevresinin, içinde yaşadığı muhitin yanı sıra; vatanı, milleti, dini de içine alacak hâle geldi.
Nazif, okumaya istidatlı bir fıtrata sahip olmasına ve mahalle mektebini başarı ile bitirmesine rağmen zamanın zorlukları yüzünden medreseye devam etmedi ve ticarete atıldı.
Hanedan hususiyetli geniş bir ailenin çocuğu olduğundan, evde yaşanan âdâbın, erkânın yanı sıra; zaman zaman kasabanın eşrafının ve âlimlerinin de katıldığı sohbetlerden istifade ederek kendisini yetiştirmeye çalıştı.
Genç yaşta evlenerek hanedan içinde aile reisi mesuliyeti taşımaya başladı. 1913 yılında doğan oğlu Selâhaddin’i de ataları gibi muttaki ve müteşebbis bir insan olarak yetiştirdi.
Aile büyüklerinin telkinlerinin ve çevresindeki fazilet sahibi, hâl ehli insanların tavsiyelerinin tesiriyle küçük yaştan itibaren, cemiyette temayüz etmiş büyük insanları merak etmeye başladı.
“Risâle-i Nur tercümanı ve müellifi ve sahibi bulunan zât, bin üç yüz yirmi dört ve yirmi beş Rumî senelerinde İstanbul’da iştiharla Bediüzzaman nâmı ve lâkabı altında matbuâtın sitâyişle neşriyatından mütehassis olarak o zaman on yedi yaşında bulunduğum ve çok cahil ve çocukluk devresinde iken bu mübarek isim kalbimde yer tutmuş. Bu kalbî muhabbet hürmeti için olacak ki bin üç yüz yirmi altı senesinde Hazret-i Üstadın, Bediüzzaman Said-i Kürdi lâkabı altında, Karadeniz seyahatinde iki hizmetkârı ile İnebolu’yu ziyaret ederek o zaman İnebolu’nun meşhur ulemasından Hacı Ziya ve diğer ulema arasında vapura teşyî edildiği sırada tesadüfen çarşıda karşıladığım ve çok derin muhabbet hissiyle bu mübarek zâta selâm durarak mütebessim ve nuranî simalarıyla ve keskin nazarlarıyla selâmlarına ve mânevî nazarlarıyla iltifatlarına mazhar olduğum günden beri artan muhabbet ve alâkamı, otuz senelik hatırımdan katiyen silinmediğini aynelyakîn görüyordum.”
Kendisinin bu sözlerle de ifade ettiği gibi taşıdığı merak hissi sayesinde İstanbul’dan Şarka giderken İnebolu’ya uğrayan Bediüzzaman’ı görmeye çalışanların arasına o da katılmıştı.
Misafirin rahatsız olmasını istemeyen Ziya Efendi, ‘çekilin, ayıptır’ diyerek kalabalığı dağıtmaya çalışmıştı. Oradaki hocalardan biri ‘Bırakın baksınlar. Bu zât bakılacak bir zâttır” diyerek müdahale edince o da herkes gibi gezisi boyunca Bediüzzaman’a eşlik etmişti.
Sonraki yıllarda onun adını sık sık duymuş; Isparta’ya sürülmesini, din ve iman telkin etmesi üzerine halkın fazla alâka göstermesinden ürken ehl-i dünya tarafından tevkif edildiğini gazetelerden okumuşsa da daha sonra bir daha haber alamamıştı.
Gençlik yıllarında, resmen yapılan tahribatın da tesiriyle ruhunda doğan mânevî boşluğu ancak bir mürşidin irşadı ile doldurabileceğini hissettiği için hep öyle bir insana intisap etmek istemişti.
“Yâ Rab, bana bir mürşid-i kâmil ihsan buyur” diye duâ etmişti sık sık.
O günlerde kahvede sarhoş bir şahsın, Kastamonu’ya sürgün olarak getirilen âlimden sitayişle bahsetmesi üzerine, onun kim olduğunu merak ederek araştırmaya başladı.
Kastamonu’da askerlik yapan oğlu Selâhaddin, terhis olup İnebolu’ya geldiğinde babasına, Bediüzzaman isimli bir âlimin geldiğini, herkesin ziyaret etmek istediğini fakat polisler çok sıkı takip ettiklerinden kendisi yüzünden insanların zarar görmemesi için kimse ile görüşmediğini anlatınca sarhoşun bahsettiği âlimin, o zât olduğunu anladı.
O zaman, otuz sene önce yaşadığı ve hafızasına silinmez hatlarla kazıdığı hatıraları hareketlendi. Her tehlikeyi göze alarak ziyaretine gitti. ‘Kemâl-i aşk ve ihlâsla ellerine sarıldı.’ Bediüzzaman, kendisini yıllar önce gördüğünde talebeliğe kabul ettiğini söyleyince aradığı mürşidi bulduğunu hissederek ona gönül bağlarıyla bağlandı.
Vuslat faslının hediyesi, Dördüncü Şuâ olarak da bilinen Âyet-i Hasbiye Risâlesi oldu. Kitabı alıp İnebolu’ya gelen Ahmed Nazif, aile fertlerinin de yardımı ile birkaç gecede çoğalttı ve tashih edilmesi için oğlu ile Kastamonu’ya gönderdi.
Selâhaddin, Nur talebelerinin yardımı ile Said Nursî’nin evine gitti. Onun evde olmadığını, Karadağ taraflarına gittiğini öğrenince tek başına oraya gitti ve onu küçük bir tepenin zirvesinde namaz kılarken buldu.
“Sen hoş geldin kardeşim.”
Bediüzzaman, hazin bir sesle insanlığın ve İslâm âleminin saadeti, selâmeti, huzuru için duâ ettikten sonra onu bu hoşamedi ile karşıladı. Ona aynı şekilde mukabele eden Selâhaddin’in uzattığı risâleyi aldı, yarım saat kadar dikkatle okuyarak tashih etti.
“Sen de yazı biliyor musun?” diye sordu tashihi bitirince.
“Biliyorum efendim” dedi o da.
Onun yazısını merak eden Hoca Efendi, kalem kâğıt vererek bir cümle yazmasını istedi. Selâhaddin’in yazdığı kâğıdı alıp yazısına baktı ve hattının güzel olduğunu ifade etti.
“Bir risâle de sana vereceğim, yazar mısın?”
“Yazarım efendim.”
Bediüzzaman ses tonundan, onun risâle yazmayı çok istediğini hissedince memnun oldu. Ona yazması için Küçük Sözler’i verdi. Babası Nazif’e de On Birinci ve On İkinci Sözleri göndererek istinsah etmesini istedi.
O günden sonra İnebolu’da yüzlerce parmak senelerce ‘matbaa tesisi gibi işleyerek’ risâle yazdı. Çoğaltılan her eseri Recep Dilek, Ahmed Köroğlu, Değirmencioğlu gibi Nur postacıları Kastamonu’ya götürüp müellifine tashih ettirdiler.
Bilhassa Hatip Mehmed’in, İhtiyarlar Risâlesi’ni yazarken hastalanmasına rağmen yazmayı bırakmaması ve Tevhid ifadesi olan ‘Lâilâhe İllallah’ kelimesini yazdıktan sonra ruhunu teslim etmesi herkesi hayrete düşürdü.
O hadiseyi, ‘Risâle-i Nur talebelerinin imanla kabre gireceklerinin’ işareti olarak gördüler ve şevkle yazmaya devam ettiler. Böylece İnebolu da, Nur’un hızla intişar ettiği bir hizmet merkezi hâline gelerek ‘küçük Isparta’ sıfatını aldı.
Ahmed Nazif, şartların çok ağır olduğu zamanlarda bile risâleleri yazmayı, okumayı, yaymayı ve Üstadının ziyaretine gitmeyi ihmal etmedi. Bediüzzaman da onu ‘Risâle-i Nur’un İnebolu kahramanı’ diyerek taltif etti.
Kahraman dendiği zaman insanların zihninde hep vurma, kırma, dövme, öldürme, yakıp yıkma hadiseleri canlanırdı. Üstadından müsbet hareket etme dersi alan Nazif Çelebi de kendisi incindiği hâlde kimseyi rencide etmeden insanların imanlarını kurtarmaya çalışarak âdeta “İnsan ortalığı kırıp geçirmeden de kahraman olabilir” diyen Boileau’yu teyit etti.
Gerçi onun kahraman olmak gibi bir hevesi ve beklentisi yoktu. Hizmetlerini öyle bir maksatla yapmadığı ve fıtratının icaplarını yerine getirecek şekilde hareket ettikleri için, o iltifata mazhar olduktan sonra da aynı cesaretle, metanetle ve şevkle çalışmalarına devam etti.
Bu arada Selâhaddin Çelebi de büyüdü ve tam bir Nur talebesi oldu. Risâle-i Nur’u yaymayı hayatının gayesi hâline getirdiğinden gittiği her yere götürdü, gördüğü herkese anlattı.
Bunu yaparken insanların dinlerine, dillerine, ırklarına bakmadı. Sinop’taki NATO üssünde çalışan bazı Amerikan askerlerinden, vazife yaptığı Gümrük Muhafaza Teşkilâtı elemanlarına varıncaya kadar muhatap olduğu herkese makul bir yolunu bulup risâle verdi.
Hatta, kurs görmek için Kars’tan Ankara’ya geldiğinde, ihbar üzerine oteldeki odasını arayan polisler ve askerler Risâle-i Nurları bulamayınca onlara risâleleri koyduğu yeri bizzat kendisi gösterdi.
Sorgulanmak maksadıyla Birinci Şubeye getirildiğinde, Kastamonu’dan Isparta’ya götürülürken valiliğe çağırılıp zorla şapka giydirilmek istenen Üstadını görünce hemen ellerine sarıldı.
Bediüzzaman müdüre, “Bunlar bu vatanın fedakâr, imanlı evlâtlarıdır. Emniyeti ve asayişi ihlâl etmezler, muhafaza ederler” dedi. Onun, kendisini dinlemesine rağmen tavrını değiştirmediğini görünce talebesine döndü.
“Selâhaddin korkma!..” dedi birkaç sefer.
O hitabı duyduğu anda, içindeki bütün korkuların, endişelerin dağıldığını hisseden Selâhaddin, bizzat vali Nevzat Tandoğan tarafından sorgulandığı hâlde, ona, büyük bir İslâm âlimi olan Said Nursî’yi defalarca ziyaret ettiğini, eserlerini okuduğunu ve okuyacağını söylerken dili bile sürçmedi.
Ankara’da günlerce işkence edildikten sonra İnebolu’ya götürülürken de, kendisini Risâle-i Nur’dan soğutmaya çalışan savcıya ‘ekmeksiz, susuz yaşanamayacağını’ söylerken de, ‘cezaevinde ekmekle, suyla yaşa’ diyen savcı tarafından tutuklanıp cezaevine gönderilirken de en ufak bir korku, endişe ve tereddüt hissetmedi.
İnebolu Hapishanesi’nin küçük bir koğuşunda, aralarında babası Ahmed Nazif’in de bulunduğu on beş kadar Nur talebesi ile birlikte kaldı. Ramazan olduğu için oruç tutarak, hatim indirerek, cemaatle namaz kılarak ve risâle okuyup zikirle, evradla meşgul olarak vakit geçirdiler.
Ramazanın sonlarına doğru Denizli’ye sevk emri gelince vapurla İstanbul üzerinden İzmir’e nakledildiler. Oradan da trenle Denizli’ye götürüldüler ve onları karşılayan halkın, “Sizin başınızda öyle bir Hoca Efendi var ki, sorgu hakimi sual sormadan o sorularına cevap verdi. Sizin suçunuz yok, İnşallah beraet edeceksiniz” temennileri arasında yeni yapılan hapishânenin küçük ve rutubetli bir koğuşuna hapsedildiler.
Fizikî şartları çok ağır olan hapishanede mahkûmlar meraklı, savcı ve müdür merhametsiz, jandarmalar haşin, gardiyanlar gaddardı. Onlara daha geldikleri anda eziyet etmeye başladılar, ama maznunlar müsterihti.
Çünkü, Üstadları Said Nursî de oradaydı.
“Hoş geldiniz.”
Bediüzzaman Said Nursî Denizli Hapishanesi’nde, bir kibrit kutusunun içine koyup meydancı ile gönderdiği pusulaya yazdığı bu ifadelerle karşıladı yeni getirilen talebelerini.
Aslında hapishane hoş gelinecek veya öyle karşılanacak bir yer değildi. Fakat o, hapishâneye medrese-i Yusufiye nazarı ile baktığı, orada geçen zamanı ibadet telâkki ettiği ve talebelerinin de aynı şekilde düşündüklerini bildiği için öyle hitap etmişti.
Nitekim talebeleri de hapishanede, normal şartlarda bir insanı bedbaht edecek ağır eziyetlere maruz kaldıkları hâlde, o pusulayı okuyunca çektikleri sıkıntıları unuttular.
Üstadlarını uzun zamandır görmediklerinden ziyaret etmek istediler. Müdür müsaade etmeyince onlar da onun koğuşun penceresine çıktığı zamanları kollayarak uzaktan da olsa görüp hasret gidermeye çalıştılar.
Bir baba oğul da vardı onların arasında. Nazif Çelebi ve oğlu Selâhaddin. Aynı suç isnadıyla ayrı ayrı yerlerde tevkif edildiler, aylarca aynı hapishanede tutuldular, aynı gemide ve trende yolculuk yaptılar ve Denizli’ye getirilip aynı koğuşa hapsedildiler.
Nazif Çelebi, şecaat hassesinin ve sahavet hasletinin de tesiriyle Taşköprülü Sadık Beyle birlikte mâhkûmlarla dostluk kurup güzel bir hizmet zemini teşekkül ettirirken Selâhaddin de arada bir müdürden izin alarak Üstadının yanına gidip müdafaasını hazırlamasına ve yüksek makamlara göndereceği dilekçeleri yazmasına yardım etmek istedi.
Said Nursî’nin kaldığı koğuş diğerlerinden çok daha küçük, basık ve rutubetli olduğundan ilk zamanlar nefes almakta zorluk çekerek yorgun, bitkin düştü ise de zamanla alıştı ve pek çok mektubun, istidanın, müdafaanın, risâlenin yazılmasına vesile oldu.
Denizli Hapishanesi’nde, diğer Nur talebeleri ile birlikte baba oğul da dokuz ay kadar kaldı. Beraat kararını müteakip Bediüzzaman da tahliye edilmesine rağmen Denizli’den ayrılmasına izin verilmeyince onun yanında birilerinin kalması icabetti.
Maznunların ailelerine, ailelerinin de maznunlara hasret kaldığını düşünen Ahmed Nazif, onların bir an önce memleketlerine gitmelerini sağlamak için oğlunu Denizli’de bırakarak İnebolu’ya döndü.
Üstadının yanında bir süre daha kalmayı mânevî mazhariyet sayan Selâhaddin, bir yandan her gün onu ziyaret etmek isteyen beş yüzden fazla insanın intizam içinde gelip gitmesini sağlarken diğer yandan yemeğini hazırladı, hususî hizmetlerini ifa etti.
Bir gün, onun kullandığı ağaç kaşığın sapının kırıldığını ve ince bir telle bağlandığını görünce kaşığı yağlı kâğıda sararak çöpe attı. Gidip çarşıdan güzel bir kaşık alarak tabağın yanına koydu. Yemeğini götürdüğünde, Bediüzzaman kaşığını göremeyince şaşırdı.
“Benim tahta kaşığım nerede?” dedi.
“Efendim, eskimiş ve kırılmıştı, çöpe attım” diye cevap verdi.
“O benim otuz senelik arkadaşımdı. Onun kıymetine paha biçilir mi? Derhal bulup getir” dedi o da.
Bu ikaz üzerine, ona sormadan bir şey yapmaması gerektiğini anlayan Selâhaddin hemen gidip kaşığı buldu, suda kaynatarak iyice temizledi ve götürüp vererek hatasını telâfi etmeye çalıştı.
Yanında kaldığı birkaç gün içinde buna benzer pek çok mânidâr hadise yaşadı. Hasan Feyzi’nin de aralarında bulunduğu Denizlili Nur talebeleri nöbeti devralınca o da oradan ayrıldı.
“İçinizde Ankara’ya gidecek olan varsa, Diyanet Riyasetine uğrasın. Orada Risâle-i Nur’a sahip çıksınlar” demişti Said Nursî hapishaneden tahliye edildikleri zaman.
Selâhaddin, memleketine dönerken o talimâtı hatırlayınca Ankara’ya gitti. Diyanet İşleri reisinin odasına çıktı ve kendini tanıtıp Üstadının selâmını tebliğ ettikten sonra Diyanetin Risâle-i Nurları neşretmesi gerektiğini söyledi.
Reis Yaltkaya, “Diyanet Riyaseti, Kur’ân ve Hadisten başka kitaplarla ilgilenmez” deyince Risâle-i Nurların, âyet ve hadislerin tefsirinden ibaret olduğunu anlatmak istedi ise de muhatabının dinlemeye pek niyetli olmadığını düşünerek vazgeçti ve İnebolu’ya gitti.
Onların hapishanede kaldıkları zaman içinde ticarî işleri bozulmuş, hizmet zemini zarar görmüştü. Bazı muarızları da onları ‘Almancı’ olmakla suçlayarak dâvâlarına zarar vermeye çalışmışlardı.
Ahmed Nazif, “Risâle-i Nur’un irşadıyla, hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeyi bütün kâinatın fevkinde gördüğümden ve itikad ettiğimden, değil küre-i arzdaki cereyanlara, belki bana verilse de bütün dünya saltanatına âlet etmem. Ben yalnız hakikatçi ve imancı ve Kur’âncı Risâle-i Nur’un bir hadimiyim” diyerek önce o siyasî ithamları reddetti.
Ardından, baba oğul el ele vererek ticarî işlerini yoluna koydular, İnebolu ve çevresindeki Nur talebeleri ile birlikte yepyeni bir hizmet zemini teşekkül ettirdiler ve aynı şevkle çalışmalara başladılar.
Said Nursî, Emirdağ’da ikamete mecbur edildiğinden baba ve oğul sık sık ona mektup yazarak veya mahallin temayüz etmiş Nur talebelerinin, cemaat adına yazdıkları mektuplarla irtibatlarını devam ettirmeye çalıştılar.
Yazdıkları mektupların ve gelen cevapların, yüreklerini yakan hasreti hararetlendirdiği zamanlarda, münavebeli olarak Emirdağ’a giderek Üstadlarını ziyaret ettiler.
Ahmed Nazif Efendi gittiği zaman, mahallindeki hizmetin seyrini anlatıp Nur talebeleri hakkında bilgi verirken Selâhaddin ictimâî meseleler hakkında aklına takılan soruları sorardı.
“Ayasofya hakkındaki düşünceleriniz nedir Üstadım?” dedi bir seferinde.
“Keçeli Selâhaddin, tam bir Abdurrahmandır. Kahramanlıkta babasından geri kalmak istemiyor. Bizi de ara sıra âdetimize muhalif olarak dünyaya baktırıyor” diyerek onun İslâm âleminin ciddî meseleleri ile meşgul olmasını takdir etti.
“Ayasofya, Hıristiyanlığın İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir” dedi.
Onun bir Amerikalı'ya Âsâ-yı Mûsa Risâlesini vermesi münasebetiyle de Şimal cereyanının, Müslümanların ve Hıristiyanların hücumuna karşı kendini korumak için onların ittifakını bozmaya çalışacağını, bu yüzden Hıristiyan ruhanilerin ve Nurcuların çok dikkat etmeleri gerektiğini hatırlattı.
Üstadının, kendisini yeğeni Abdurrahman’a benzetmesine ve kahramanlıkla taltif etmesine çok sevinen Selâhaddin, Ayasofya hakkındaki beşareti de duyunca geleceğe ümitle bakmaya başladı.
Emirdağ’dan İnebolu’ya döndükten sonra, Bediüzzaman’dan aldığı şevkle çevredeki hizmet merkezlerini ziyaret edip Nur talebeleri ile görüşerek cemaati hareketlendirdi.
Risâle-i Nurların hızla intişar etmesi üzerine, muarızları asılsız ihbarlar ve mesnetsiz ithamlarla emniyet kuvvetlerini tahrik edince; polisler ve jandarmalar Nur talebelerinin evlerine, işyerlerine sık sık baskınlar yaparak onları korkutup yıldırmaya çalıştılar.
Selâhaddin, bu gibi hadiselerden haberdar oldukça maznunlara “Bu hadiselerden müteessir olup çekinmeyiniz. Bilâkis çalışmanızı ziyadeleştirin ki, tecrübe-i meydan-ı imtihanda muvaffak olasınız. Risâle-i Nur’a sık sık ilişirler fakat bir halt edemezler. Çünkü Gavs-ı Âzam (ks) ve İmam-ı Ali (ks) gibi zâtların himayeleri ve duâları berekâtına Hafız-ı hakîki hıfz eder” şeklinde ifadelerin yer aldığı mektuplar yazarak onlara cesaret vermeye çalıştı.
Baba oğul Çelebi’lerin İnebolu ve çevresindeki faaliyetleri gittikçe artarak senelerce devam etti. 1948 yılında Afyon hadisesi vuku bulduğu zaman onları da İnebolu’da tutuklayıp bir süre hapishanede beklettikten sonra oraya sevk ettiler.
Afyon Hapishanesi’nin dehşetli şartları ve savcının, müdürün, gardiyanların, jandarmaların zulümleri de baba oğlun şevkini kıramadı. Onlar Denizli’de olduğu gibi Afyon’da da hizmetlerine merdâne devam ettiler.
Bazı gardiyanların gönlünü yaparak, bazılarının da gözünü korkutarak sık sık Said Nursî’nin koğuşuna gidip hizmetlerini yapan Ahmed Nazif, ziyaretlerinden birinde onun acılar içinde kıvrandığını görünce zehirlendiğini anladı ve hemen kaldırıp hareketlendirerek zehrin tesirinin azalmasını sağladı.
Bütün Nur talebeleri gibi kendilerine yapılan zulümden ziyade Üstadlarına reva görülen kötü muamelelerden elem çeken baba oğul Çelebi’ler; Zübeyir’i, Sungur’u, Ceylan’ı, Bayram’ı ve diğer pek çok yeni Nur talebesini tanımış olmaları hasebiyle, Afyon Hapishanesi’nden de güçlenerek çıktılar.
Tahliye olduktan sonra, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsinden aldıkları güçle, hizmetin aksayan taraflarını düzeltip bozulan işlerini yoluna koydular ve eskisinden daha güçlü hâle geldiler.
İş için İstanbul’a giden Selâhaddin, bir dükkânda Avrupa’dan getirilen teksir makinesini görünce merak edip özelliklerini sordu. Bir dakikada yüz sayfa bastığını görünce makineyi satın aldı, nasıl çalıştığını da öğrendi ve hemen İnebolu’ya getirdi.
Babası ile birlikte makineyi kurdular ve ilk olarak Âyetü’l-Kübra Risâlesini teksir ettiler. Selâhaddin, teksir makinesinden çıkan ilk nüshayı eserin müellifine götürdü.
“Bir adi mektubum için ‘kim yazmış?’ diye sekiz defa bana resmen sıkıntı ve eziyet verildiği aynı zamanda, sekiz yüz sahifeyi, bin beş yüz nüshaya ve bir milyon sahifelere çıkaran o makine elbette gaybdan imdadımıza gelmiş nurcu bin kalemli bir kâtiptir.”
Bu ifadelerde de görüldüğü gibi, o günlerde gelen bir mektubu kimin yazdığını öğrenmek için defalarca sorguya çekilip çeşitli eziyetlere maruz bırakılan Said Nursî, bu çalışmadan fevkalâde memnun oldu ve yapanlara duyduğu takdir hislerini, eserin sonuna yazdığı duâ ile dile getirdi:
“Yâ Rabbi! Bir kalemle beş yüz nüsha yazan Nazif Çelebi ve mübarek yardımcılarını Cennetü’l-Firdevs’te mesud kıl.”
***
İnebolu kahramanları.
Nurun kahraman şakirtleri.
Nurun ehemmiyetli şakirtleri.
Bediüzzaman Said Nursî hayattayken, Çelebi hanedanı mensuplarını bu gibi hitaplarla takdir ve taltif etmişti. Onlar da gösterdikleri kahramanlıklar ve yaptıkları fedakârlıklarla o sıfatları taşımaya lâyık olduklarını göstermişlerdi.
Said Nursî 1953 yılında İstanbul’a geldiğinde, Selâhaddin de onun yanındaydı. Onunla birlikte kır gezilerine çıktı, Sarıyer’e gidip eskiden kaldığı evi buldu, ruhî tekâmül hâllerini yaşadığı odaya çekilip bir süre mazinin hadisâtını tahattur etti.
Baba oğul, Bediüzzaman’ın vefatından sonra da hizmetlerine aynı cesaretle, metanetle, fedakârlıkla devam ettiler ve Risâle-i Nurların bütün vatan sathına, hatta cihana yayılmasına vesile oldular.
1964 yılında hac farizasını ifa eden Ahmed Nazif, mukaddes menzillerden döndükten sonra vefat edince Selâhaddin hizmetlerine daha sıkı sarılarak babasının yokluğunu hissettirmedi.
Kader, onun hayat seyrini de babasınınki gibi şekillendirmiş olmalı ki, yıllarca hizmetlerine devam eden Selâhaddin Çelebi de hacca gidip geldi ve 9 Ocak 1977 tarihinde evinde geçirdiği kalp krizi neticesinde hayata veda etti.
Babalar ve oğullar arasında hep zahirî soğuklukların yaşandığı ve fiilen birbirine çok yakın olan aile fertlerinin, hissen birbirlerinden uzak durmaya çalıştıkları bir zamanda onlar, baba oğul ilişkisinin en güzel örneğini verdiler.
O gün Çelebi’ler de, Çalışkan’lar gibi Nur hareketi içinde müstesna bir örnekti. Ömür boyu dâvâlarını hayatlarından aziz bilip, hizmetlerini işlerine tercih ederek ‘Cennet-i Firdevs’te mesut olmanın’ yollarını gösterdiler.
Bu gün, Nur hizmetinde onları örnek alarak Saadet-i Dâreyne hazırlanan yüzlerce, binlerce baba oğul var.
Onlar gibi yaşayarak, onları da yaşatıyorlar.