Himmet UÇ
Bir destandır Çanakkale-3
OLAYLAR
Kıble Ne Tarafta?…
Çanakkale’nin en kanlı günlerinden birinde, zabit Muzaffer Bey, ağır yaralandı. Artık nefes bile alamıyor, göğsünden akan kana parmağını batırarak şu cümleyi yazdı: “Kıble ne tarafta?”. yanında bulunan arkadaşlar, ne demek istediğini anlamışlardı. Bu kahraman asker Beytullah’a dönerek ruhunu teslim etmek istedi. Onu hemen kıbleye doğru çevirdiler. Kahraman son nefes bile kulluk şuurunu canlı tutuyor, diğer yanda da vatan müdafaasının kaygısı içinde bulunuyordu. Bu kaygıyla yine son bir cümle daha yazdı, bu cümle Mehmetçiğe verdiği son emirdi: “ Bölük, intikamımı alsın!…”
Büyük Saldırıya Doğru
12 Mart 1915’e kadar düşmanın denizden saldırıları sık aralıklarla sürdü. İç ve dış hatlarımızın çöktüğüne inandılar. Uçaklarla keşfettikleri mayın da temizlendi. General Birdwood, 5 Mart savunma bakanına bir telgraf çeker, “Amiral aşırı iyimserdir, ordunun yardımı olmadan boğazı zorlayamayacaktır. Savaş donanması boğazdan geçse bile taşıt gemileri onunla birlikte geçemez, çünkü zırhlıların tahrip edemeyeceğine gizli Türk toplarının ateşi altında kalacaktır. Bu yüzden Gelibolu yarımadasının güneyi orduca ele geçirilmelidir.” Bu uyarı fazla dikkate alınmadı, İngiltere savunma bakanı, çok değer verdikleri 29 teğmen gönderme kararı verdi. Ancak daha önce gönderme kararı verilen 18 bin kişilik tümen, yine geç kaldı, çünkü 18 Mart yenilgisinden çok sonra, ancak 2 Nisan’da Çanakkale’ye ulaştı.
Bu arada büyük saldırıdan iki gün önce, gururlu İngiliz kumandan Amiral Carden, aniden hastalandı. 19 Şubat’ta çektiği telgraf “ on dört güne kadar İstanbul’a ulaşacağız” diyen Carden, adeta birden “çarpıldı”, bilinmez bir sebeple aklı dengesini yitirdi. Amiralin yıllar süren meslek hayatı böylece Çanakkale önlerinde sona eriyordu. “ Amiral Carden, İngiliz zırhlısında gözleri dış aleme kapalı silindi, gitti…”
Cephe’de Bayram Namazı
M. ihsan Gençcan, adını vermediği bir Çanakkale gazisinden naklen anlatıyor: Ben Seddülbahir cephesinden savaş bitinceye kadar ayrılmadım. Miladi 1915 yılında Ramazan ayı, 13 Temmuz Salı günü başlamış, 11 Ağustos Çarşamba günü de sona eriyordu. Cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı ve dedi ki: “ Hafız, Askerlerin bir talebi var. Yarın Ramazan bayramı sabahlayın hep beraber bayram namazı kılmak istiyorum. Düşman için bulunmaz bir fırsattır. Dolayısıyla tekliflerini kabul etmedim. Sen de münasip bir lisanla anlatırsın. Paşanın yanından ayrılmıştım ki, bu arada gözü gönlü Hak adına bağlanmış bir zat karşıma çıkıp dedi ki, “ sakın ola bir şey söyleme, Allah ne derse o olur” 12 Ağustos sabah erkenden kalktım. Askerler bayram namazı eda edecekti. Aynı göle dökülen sular gibi, Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker ayakta idi. Gökyüzünde beyaz bulutlar göründü, bulutlar yere çöktü. Herkes “ Allahu Ekber” diyerek hepimizin içinde huzur çiçeklenmiş ve Allah bulutlar arasında görünmez bir hale getirmişti. Bu ulu kişi, askerlerin karşısında baş kesti, sonra o yanık sesiyle Fetih suresinin dokuzuncu ayetine kadar okudu. Ondan sonra iki rekatbayram namazı eda edildi. Namaz bitiminde yüzlerce asker “ La İlahe İllallah, MuhammedürResulullahı” sürekli tekrarlıyordu. Daha sonraki günlerde öğrendik ki, İngiliz sömürgesinin Müslüman askerleri, Müslüman Türk askerleri karşısında savaştıklarını öğrenince isyan etmişler ve derhal geriye alınıp cepheden uzaklaştırılmışlar…
“Nusret Mayın Gemisi” Denen Harika
17 mart gecesiydi… Çanakkale’de görevli mayın kumandanı Binbaşı Nazmi Bey, üç geceden beri uykusuzdu. Birden asker kapı çalıp, içeriye girer ve dedi ki “ Müstahkem mevki kumandanı, acele sizi görmek istiyor”. Akşamın bu geç vaktinde çağırdığına göre, mutlaka önemli bir hizmet vardı, Binbaşı Nazmi Bey hemen hazırlanıp çıkar. Miralay Cevdet Bey, karşısında Nazmi Bey’i görünce sevindi, “ hoş geldin kaptan” diyerek elini sıkıp, dedi ki “ Oğlum sana çok mühim bir vazife düşüyor. Hem mühim hem de tehlikeli, sağ dönmek ihtimalinden çok fazla”. Nazmi bey şu cevap verdi, “ Mademki askeriz, vatana olan borcumuzu hayatımız pahasına olsa da seve seve öderiz, kumandanım”. Cevat bey duygulandı, o zaman vazifeni anlatıyım. “Düşman kuvvetleri, Seddülbahir ve Kumkale aldıktan sonra çok güçlenmişlerdi. Gelen habere göre, büyük bir saldırıya hazırlanıyor. Hem silahımız yetersiz, hem de cephanemiz kıt… bu sebeple boğazın mayınlanması gerekiyor. Cephemiz ne kadar kıtsa, mayınımız da o kadar derece yetersizdir. Rusların bir süre önce Trabzon açıklarına döktükleri mayınlar toplamışlar, Çanakkale’de kullanması için kumandanlığa yollamışlar. Yirmi altı mayın kullanabilecek denen Cevat Bey, Nazmi Bey Nusret mayın gemisinde gideceğini söyledi. Cevat Bey’i selamlayan Binbaşı Nazmi Bey, artık bekleyen günün yaklaşmış olduğunu anlamıştı. Mayın kumandanı Kasımpaşalı Binbaşı Nazmi Bey, soluğu Nusret’te aldı. Nusret’in kaptanı, Tophaneli yüzbaşı Hakkı Bey idi. Hakkı Bey birkaç gün hastalandığı halde yerine biri gitmesini istemedi. Görev çok zor, en küçük dikkatsizlik her şey biter. Hiç kimse yüksek sesle konuşmayacaktı. Kaptan Hakkı, Nusret’i Akyarlar’a doğru götürüyordu. Adım adım düşman zırhlılarına doğru varıyordu. Nazmi Bey son kontrol ettikten sonra mayınlar dökmeye başlamıştı. Yirmi altı mayın indirildikten sonra Nazmi Bey “Ehhh çocuklar, hepinize geçmiş olsun, artık geriye dönüyoruz.” Birden 100 metre kadar önlerinde bir düşman projektörü yanıverdi. Müthiş aydınlık, denizi tarayarak kendilerine doğru gelmeye başlamıştı. O sırada Türk istihkamlarından bir başka ışık yanmıştı, Mehmetçiğin projektörü deniz üstünde düşmanınkiyle karıştı, çarpıştı. Bu arada Nusret, düşman görüş açısından çıkıverdi. Emin sulara doğru geldi.
Nusret’in bu son 26 mayını, 8 Mart sabahı döktüğü de iddia edilmektedir. Ancak ister savaştan bir gün önce isterse 10 gün olsun, önemli olan bütün arama taramaya rağmen bu mayınların bulunamamaktadır…
Cephe’de İç Yakan Nağmeler
Çanakkale’nın cephe gerisi, birçok insani özellik ve güzellikle dopdoludur. Dedesi Çanakkale’de çarpışmış bir Anzak olan üniversiteli genç kız anlatıyor. Dedesinden Çanakkale’yi çok dinlemiş, dedesinin unutamadığı, en çok etkilendiği bir hatıralarından biri şudur. “ Türk siperleriyle çok yakındık… o kadar yakın ki, ateş kesildiği zaman alçak sesle konuşurduk, gece olunca rahat hareket etmeye başlardık. Bir gece Türk siperlerinden bir ses yükselirdi. Öyle gür, içli, dokunaklı bir sesti, dinlemeye doyamazdık. Yarım saat sürer genelde, bu sese hepimiz hayrandık. Ancak ne söylerdi, bilemezdik, fakat derinden derine etkilenirdik. Gündüz savaştığımız insanın gece söylediği müziği dilemek ve ondan etkilenip duygulanmak, ne ilginç bir işti… ama gerçekti. Bir akşam konser saati gelmiş, ama alıştığımız ses yoktu, ikinci, üçüncü, dördüncü akşam yine konser yoktu. Merak edip, öğrenmeye karar verdik. Türkçe bilen bir arkadaş yazdırdığımız bir kağıdı taşa sarıp Türk siperler fırlattık, kağıttaki iki gümle, “ konserin niçin kesildiğini soruyor, ve selam yoluyorduk Türklere…” bir süre sonra fırlattığımız taş, arka yüzü yazılmış kağıtla birlikte siperlerimize atılmıştı. Tek cümle yazılmış, haberi getiren arkadaşımızın yüzünü hüzün bürümüştü. Biz de cümleyi duyunca aynı hüzne gömülüverdik, cümle şudur: “O arkadaşımızı, geçen hafta vurdunuz!” Bu yiğit kimdi? Söylediği neydi? Türkü müydü? İlahi miydi? Kaside miydi? Kuran mıydı? Bilmiyoruz… Bildiğimiz onun yüreğini ortaya koymasıydı… Hem de düşmanın içini bile yumuşatacak ve insanlığını hatırlatacak kadar etkili oluşuydu…
Esir Değil Hatırlı Misafir
Osmanlı dostu Fransız edibi Pierre Loti, “Le QuetionArmenienne( Ermeni Meselesi)” adlı eserinde, denizci teğmen Jean Marie Grammont’unhikayesini anlatır: “ bir top mermisi cephaneliğimize isabet ederken, bir de mayın çarptık. Bouvet, sancak tarafından yana yatarak, hızla batıyordu. Denize atlayıp kırk beş dakika sahile vardık. Hava soğuktu, ayrıca korkudan perişandık. Bir süre sonra sahilin az ilerisindeki tepelerin ve ağaçların arasından Türk askerleri göründü. “İşimiz tamam” diye düşündüm. Askerler önce halimize baktılar, sonra ellerindeki silahlar yanlarına bıraktılar, kaputlarını çıkardılar. Bize geldiler, işaretle üzerimizdekileri çıkarmamızı istediler. Kaputlarını bize giydirdiler. Karargaha gelmiş olacaktık, bir barakanın içine soktular. İçeride büyük bir soba yanıyordu, etrafına dizildik, sonra çorba ve ekmek getirmişler. Şaşkınlığımız devam ediyordu, genç bir subay geldi, adı Hasan Galip, “ Geçmiş olsun” dedi. Genç teğmen “ Burada birkaç gün nemiz varsa, bir aile çemberi içindeymişçesine paylaşacağız… Sonra gülerek ilave etti, “ Kader bu gün esir durumunda düşürdü, savaş bu… Ben de yarın ölebilirim, bir isteğiniz olursa, nöbetçi onbaşıya söyleyiniz” orda dört gün kaldık, sonra Tekirdağ’a nakledildik. Esir değil, sanki hatırlı misafirler gibiydik. Türklerin bu civanmertliğini unutmadım…”
Haçlı Gururu Çanakkale’ye Yürüyor
Düşman donanması, bütün gücüle Çanakkale boğazına girdi, tarih 18 Mart 1915, saat 10.30 idi. On sekiz büyük savaş gemisi ile sayısız destek gemisinden ibaret ihtişamlı, azametli ve yenilmez görünen armada Çanakkale önlerine yürürken, Churcill de İngiltere başbakanına şu müjdeyi veriyordu. “ Başbakanım müttefik donanmasının büyük ve tarihi görevi bu sabah başladı. Majestelerinin donanması zafere gidiyor”. Ancak düşman hesaba katmadığı bir kesin gerçek vardır. o da Mehmetçiklerin imanı, korkmayan çekinmeyen, çelikten duvara ve ateşten azaba siper etmiş, bekliyordu. 11.30’da Çanakkale şehrinin iki yanındaki tabyalarımız, QueenElisabeth tarafından bombalanmaya başlandı. On dört bin metreden, 38cm çapındaki toplarla yapılan cehennemi ateşler hedeflerini alt üst ediyordu. Topçularımız, başlangıçta ateşe karşılık verdiler. Ama ne yazık atışlar kısa düşmüştü, Allaha tevekkül içinde beklemeye başladılar. Düşman gemileri ateş mesafesi içine girmesini bekliyorlar. Bir İngiliz yüzbaşı, şu hatıra yazmış, “ Ateş hızımız onları şaşırtmış olmalıydı. Bir insan çevresine dakikada bin 500 kilo mermi yağması epey sinir bozucu olmalı”. Ancak asıl sinirleri bozulan, İngiliz ve Fransız cephesi oldu. Zaman ilerliyordu, saat 12’yi geçerken, Koramiral Robeck, Fransız savaş gemilerinin ileriye çıkmasını emretti. Zaten Fransızlar Marmara’ya ilk girmenin şerefini istiyorlar. Bu arada Fransız zırhlıları, topçularımızın atış mesafesi içine girmiş bulunuyorlar. 45 dakika süren top atışları, “Agamemnon” zırhlısı isabet aldı, Amiral Robeck Fransız gemilerini geri çekip İngilizleri ileri sürmek istedi. O sırada “ Bouvet” zırhlısı müthiş bir patlamayla sarılmış, kaptan da dahil üzere, 639 denizci Çanakkale boğazına gömülüverdi. Topçumuz Bouvet’nin cephaneliğine mi vurdu, yoksa mayına mı çarptı, sebep ne olursa olsun, önemli olan Mehmetçiğin aşkını şevkini artırdı.
Onları Cenabı Haktan Ayırmak İçin Ne Yapmalı?
Mehmetçiğin inancından habersiz olanlar, komik teklifler ileri sürdüler. Bunlarından biri de, İngiliz savaş muhabiri AshmeadBartlett idi. Hamilton’a şu teklif yapmıştı. “ Türk askerleri perişan, parasız, pulsuz çulsuz… bunları az bir parayla savaştan vazgeçirebiliriz”. Bu durumu Hamilton şöyle açıklıyor: “Kendi kendine yepyeni buluşlar yaptığını sanıyordu. Hatta şahane bir teklif daha vardır: “Türk askerlerine adam başına on Şilin bahşiş verileceği söylenir ve kendilerine dokunulmayıp affedilecekleri ilan edilirse, her asker silahı ve sahra aletleri ile birlikte gelip teslim olur… Böylece ateş hattında savaşacak kimse kalmaz!”. Tabi ki sandıkları budur, ama Mehmetçiklerin inancında öyle bir şey yoktu, millet, toprak din uğruna, canı verirlerdi. Öyleyse inancı, din için canı veren bir yiğit, parayla mı kandırılacaktır?
Kaybolan İngiliz Taburu
Çanakkale savaşlarının en önemli ve en ilginç olaylarından bir olan kaybolan İngiliz taburudur. Olayın sırlı, havası, hala insanları kendisiyle meşgul etmektedir. Çanakkale savaşı içinden çıkılmaz bir hale geldikçe İngilizler taze kuvvet getirmeye devam ediyorlardı. Son döneminde seçkin İngiliz askerlerini de Çanakkale’ye sürmüşlerdi. 29 Temmuz yola çıkarılan kraliyet Norfolk alayı idi. Hamilton, 12 Ağustos günü öğleden sonra ileri hareket için görevlendirdi. Hedef 60. Tepe idi. 163. Tümen, ancak 900 metre ilerlemişti, müthiş bir karşı ateşle durduruldu. Sağ taraftaki ise Norfolk alayının 4.Taburu ciddi bir karşı koyuş görmediğinden ilerlemeye devam etti. “ Bu hareket başarılı olursa, bir haftada İstanbul’u alıp, Türkiye’yi haritadan sileriz” diyorlardı. Ancak o tepenin üzerinde, somun gibi, gri renkli bir bulut duruyordu. Esen rüzgardan etkilenmeden şekillerini ve yerlerini koruyorlardı. İngiltere kraliyet muhafız alayının 4.taburu, tepeye varıp, bulutun içine girdi. Korkunç bir sessizlik oldu. Türk tarafı da ateşi kesmişti, bulut kümesi alacağı almış yükünü tutmuş gibi yükseldi. Yukardaki bulutlar yerlerinde duruyorlardı, fakat yerdeki bulut, havalanmaya başlayıp, yukardakiyle birleşip kuzeye doğru uzaklaşmaya başladılar. Savaşın hemen ardından, 1918’de İngiltere bu kayıp birliği Türkiye’den ister. Ancak, her şeyin ince ince kaydını tutan devletin bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. İngiliz taburu ne esir alınmış, ne de öldürülmüştür… Türk tarafından çoktan unuttuğu bu olay, İngiltere’de unutulmuyor. 14 Kasım 1999’da BBC televizyonunda AllTheKing’s Men(Kralın Bütün Adamları) adlı bir filim, Çanakkale’de kaybolan İngiliz birliğinin hikayesinden oluşuyor.
Alman Albay, Mehmetçiği Anlatıyor
Hans Kannengıesser, bir süre Çanakkale’de bulunmuş, bir alman subayıdır. Mehmetçiği cephede ölüm kalım mücadelesi verirken tanımı, şöyle anlatıyor: “ Günlerce süren çatışmalar, bir gün, bir düşman ölüsü üzerinde bulunmuş küçük bir defteri, bu defterin içinde bulunan bir hatıra anlatıyor, “ Türklerin dayandığı, saldırdığı, çekildiği ve en umulmaz bir anda “bittiler” denilirken, Allah Allah nidalarıyla yeniden hücuma geçtiği bir gecenin ardından, Mehmetçik için şöyle yazmıştı, “Türkler bizi bütün cephe boyunca geri püskürtecek kudretteler, tel manialar aşıp, mevzilerimize kadar varmak azimleri, bizden en az üç misli fazla… Kurşunlarımıza dipçikle cevap veriyorlar.” “Askerler, komutanların verdikleri emirler konusunda zihinlerinde asla şüphe uyanmıyordu. komutan emri, Türk askeri için, bir Allah emri kadar kutsaldı”. Moltke, bu gerçeği daha 1835 yılında fark etmiş ve şunları yazmıştı: “Türk askeri, her güçlüğe itiraz etmesen tahammüle çalışır. Öyle ki, ıstırap içinde, aldıkları yaralardan kıvranırken, yanlarına yaklaştığımda derhal sesleri kesiyorlar, ve en fazla için için “Aman! Aman” diye inliyorlardı. Gıdaları çok zayıftı, pirinç ve etli bir yemek gördüklerinde, cephede bayram ediyorlardı. Halbuki genellikle gıdaları birkaç zeytin ve bir somun ekmek oluyordu. Buna rağmen şikayet ettiklerini hiç görmedim”.
Avustralya’daki Çanakkale
İngilizler, Fransızlar ve Ruslar birlikte savaşa karar verdikleri zaman sadece kendi askerlerini değil, aynı zamanda sömürge olarak kullandıkları ülkelerin gençlerini de kan ve ateş deryasına atmışlardı. İngilizlerin asıl önemli gücünü, Avustralya ve yeni Zelanda’dan toplanan ve adlarına kısaca “Anzak” denilen askerler meydana getiriyordu. Avustralya’da 1914 yılının son aylarına sevk edilecek askerleri, Silver City şehrinde bir muhteşem Çanakkale olmuş. Silver City’nin Türkçesi “Gümüş Şehir” anlamına geliyor. Bu şehirde o zamanlar yaşayan “altın adamlar” vardır. Bunlar Afganlı, Hintli Müslümanlardı. Müslüman mahallesinde yaşayan bir de Osmanlı vardı, Molla Abdullah o mahallenin kasabıdır. Molla Abdullah’ın kasaplık yaptığı günlerden bir gün, Silver City’ye bir Türk daha geldi. Anadolu gencinin adı Kul Muhammed(bazı kaynaklara göre Gül Muhammed) idi. Muhammed dondurmacılığı İstanbul’da öğrenmişti, bu mahallede Türk dondurması satmaya başladı, kısa sürede bütün şehirde tanındı. Kul Mehmet, 22yaşında bir gençti. Kasap Molla ise orta yaşlı bir insan, bu yaş farkına rağmen onları birbirine bağlayan sağlam ve köklü manevi bağlar vardı. Onlar çok sevdikleri ülkelerinden felaket haberleri gelmeye başlayınca, vatana dönme zamanıydı. Ama bir türlü başaramadılar. Vatana giden yollar kapanmıştı. Ama cihada giden yollar açıktı. Bir süre düşündüler, ve askerlik yetkililerine açıkladılar, “ Madem böyle, biz de kendimizi size karsı savaş halinde sayıyoruz”. Avustralyalılara şaka gibi geldi, uzun uzun gülüştüler. İki arkadaş, cihat kararı çoktan vermişler, kul Mehmet askerliği yapmıştı, sokaklardan topladıkları boş şişeler alıp, şehir dışına çıktılar. Hedefe koydukları boş şişelerle Abdullah atış talimi yaptı. Kısa zamanda atıcı olmuştu. 1 Ocak 1915’ti, sabah namazını birlikte kıldıktan sonra, iki arkadaş sarılıp helalleştiler. Yılbaşı tatiline rağmen dopdolu trenleri biri geliyor, diğeri gidiyor. BrokenHills boğazına bin 200 kişilik bir tren geldi, tren boğazın içine girdiği zaman, makinist şaşkına döndü, çünkü demiryolunun tam ortasında bir araba vardı. Arabanın direğinde hiç görmediği bir bayrak, kırmızı renk, üzerinde beyaz ay yıldızlı bir bayrak. Birdenbire trenin üzerine korkunç bir ateş yağmuru başladı. Bunun üzerine olay yerine hemen polis ve jandarma kuvvetleri gönderildi. İki kişi olmalarına rağmen, ateş o kadar kuvvetliydi ki, gelen polis ve jandarma bir bölük zannettiler. Sekiz saat sonra Kul Mehmet şehit düştü. Ama Molla devam etti. Bir müddet sonra BrokenHills tarafından silah sesi işitilmez oldu. Avustralyalı askerler korkarak tepeye çıktılar. Birbirinden 11 metre uzaklıkta iki ceset buldular. Delik deşik olmuş iki ceset, Mehmet’in vücudunda tam 20 mermi yarası buldular, Molla Abdullah koynundan bir kağıt buldular, şunlar yazılıydı: “ Bu yaptığımız Allah ve sultanımız adına yapıyoruz. Cihadımız hak yolunadır. Ne yaptığımız bir biz, bir de Allah biliyor.” Ancak Avustralyalılar korkusu henüz bitmedi, “ Mutlaka daha başkaları da var” uzun süren inceleme bittikten sonra, dağda başka hiç kimse bulamayınca, savaş açanları iki kişi olduğuna kerhen inanabildiler.
Merhametsiz Düşman İçin Her Yol Mübah
Çanakkale’de Mehmetçik ısrar ettikçe, düşman vicdansızlaşır, hem denizden hem de karadan, en öldürücü biçimde siperlerimize yağdırılır. Mehmetçik, bu ateş yağmurundan korumak için, siperlerini düşmanına çok yaklaştırır. İşte bu yakınlık sebebiyle, bir ara, ileri hücuma geçen İngiliz askerlerinin sırtına teneke levhalar yapıştırılmıştır. Böylece tanınacak ve kendi askerlerini yanlışlıkla vurmamış olacaklar. Çanakkale’de ateş ne kadar yoğun olduğunu anlamak için, havada çarpışan kurşunlar hatırlamak kafidir. Ve siper baskınları, boğuşmaları, boğazlaşmaları… bu tür kavgalarda bilek gücüne kalmaktadır. Mehmetçik keskin nişancı cephede yerleştirerek, nokta atışıyla rütbelileri tek tek vurmuştur. Böylece düşman, subaylarına er elbisesi giydirmiştir.
Londra’daki Mehmetçik Heykelleri
Vakkasoğlu’nun Londra’ya gittiğinde, birçok büyük caddelerde gezmişti. Onlarından biri Oxford Street’te yürürken yol kenarında gözüne heykel ilişti. Mehmetçiğin heykelidir. Şaşkın içinde olan yazar, heykel burada ne işi var diye merak etti. Bunları düşünürken, Mehmetçik yalnız değil, yere yatırmış olduğu izci şapkalı birini süngülüyor pozundaydı. Heykelin altında da şöyle bir yazı vardı, “Türkler, Çanakkale’de babanı böyle öldürdüler.” Sonra yazar biriyle konuştu, Alman asıllı olduğunu, Türkleri de sevdiğini ekleyip, heykelin dikiş nedenlerini anlattı. Aynı heykelin Cambridge Street’te de olduğunu söyledi. Dediği yere yazar gitti, adam dedikleri doğru, gerçekten orada vardı. İngilizler bu heykelleri dikmekle “hem suçlu hem de güçlü” duruma düşüyorlardı. Çünkü Çanakkale neresi, Londra neresi? Babası veya dedesi, her kimse, Çanakkale’de ne işi vardı? Kim çağırmış onları?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.