Bir Hıristiyan’ın dilinden Bediüzzaman
Antakya Ortodoks Kilisesi Eski Başkanı Jozef Naseh, RisaleHaber’in sorularını cevapladı…
Cemil Yüzer’in röportajı - RisaleHaber
Jozef Naseh kimdir?
1953 yılında Antakya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Antakya’da tamamladı. 1972 yılında İskenderun Lisesi’nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Klasik ve Çağdaş Anadolu Medeniyetleri Arkeoloji Bölümü’nden 1979 yılında mezun oldu. Aynı yıl Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tarihi Çevre Araştırma Koruma ve Restorasyon Bölümü’nün yüksek lisans sınavını kazandı. Eski Antakya Evleri üzerine araştırmalarını sürdürürken 1980 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Sanat Tarihi ve Arkeoloji Bölümü’nde doktorasını yapmaya başladı. 1982 yılında doktorasını yarıda bırakmak zorunda kaldı.
Hatay Turizm Derneği Kurucu Başkanlığı, Çevre Koruma Derneği Kurucu Sekreterliği, Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Vakfı Kurucu Üyeliği’nde bulundu.
1998/ 2007 yılları arasında Antakya Hıristiyan Ortodoks Kilisesi Cemaat Vakfı Başkanlığı’nı yaptı.
2008 yılında Antakya medeniyetler korosu derneği kurucu üyesi oldu.
2009 yılının aralık ayında düzenlenen Antakya medeniyetler buluşması film festivalinin genel koordinatörlüğünü yaptı..
İngilizce ve Arapça bilen Jozef Naseh, mimar Jeni Azar ile evli, Cemil Abdullah (Cemo) ve Julyet Jülide adında iki çocuğu bulunmaktadır.
(Röportajın ikinci bölümü için TIKLAYINIZ)
Bir süre önce Fener Rum Patriği Barthelomos, Türkiye’de kendilerini çarmıha gerilmiş gibi hissettiklerini söyledi. Siz, farklılıkların hoşgörüyle bir arada yaşamasıyla bilinen Antakya’da hayatınızı sürdürüyorsunuz. Sizin kendinizi çarmıha gerilmiş gibi hissettiğiniz oldu mu hiç?
Benim yurttaş olarak, özgürlük anlamında herhangi bir sıkıntım olmadı. Tabii, dünyada her ülkede olduğu gibi, inanç bağlamında azınlıkların birçok sorunları vardır. Bu sorunlar bitmez, bizde de bitmeyecek. Çünkü o dengeyi sağlayabilmek için, bir ülkenin yurttaşlarının, her vesileyle eşit olması lazım. Her bağlamda paylaşımlarını eşit yapmaları lazım. Bu inanç olur, hukuk olur, ekonomi olur… Toplumsal paylaşımın her noktasında eşitlik olduğu zaman, bu sorunlar kendiliğinden ortadan kalkar. Ama bana 10 yıl önce bir gazeteci soru sordu. Dedi, “Ülkenizde bir azınlık olarak nasıl yaşıyorsunuz? Sorunlarınızın çözümü için devlet bir enerji sarfediyor mu?” Ben kendisine şöyle bir cevap verdim: “Yaşadığım ülkede yüzde 99 oranında Müslüman bir kitle yaşıyor. Eğer onların sorunları çözülürse, benim de sorunlarım çözülmüş olur. Onun için, benim bu sorunlar içinde kendi sorunlarım çok önemli değil. Yani yüzde 1 olan kitlenin sorunları çok önemli değil ama elbette çözüm ister. Çözümsüzlük, toplumsal dengesizliği doğurur. Ama diğer taraftan düşünüyorum ki yüzde doksan dokuz Müslüman olan bir ülkede, bu kitle kendi içinde sorunları çözmemiş ki benim sorunum çözülsün.” Bunun için Sayın Barthelomos, yüzde 1’in içinde bulunduğu sorunu dile getiriyor. Talepleri haklıdır, din adamıdır, bağlı bulunduğu müessesenin ruhani lideridir. Bütün sorumluluk ondadır, üç yüz elli milyon insanı temsil ediyor. Doğal olarak sorunları çözülmediği için, sıkıntıyı giderememe anlamında kullanılan çarmıha gerilme lafını kullandı. Yoksa bir insanı esir etmek, onu gerçekten çarmıha germek anlamında kullanmadı. Tabii diğer inanç grupları sözün ne anlama geldiğini bilmediği için, onu kendi düşünce çerçevesi içinde yorumluyor.
Ben 57 yaşındayım, bugüne kadar 3,5 askeri darbe gördüm. Her defasında ülkenin demokratik yapısı kesintiye uğradı, yeniden başladı. Bir yurttaş olarak ben, demokrasinin içinde bir birey olarak hareket ettiğim zaman, her türlü insani haklar çerçevesinde, özgürlüğümü kullanmak isterim. Benim gelişimimi bir yurttaş olarak yapabilmem için fikrimin, vicdanımın özgür olması lazım. Aynı ülkede, aynı sınırlarda yaşayan insanlarla birlikte her şeyi eşit paylaşmam lazım. Bizde gelenektir, cumhuriyeti askerler kurmuş. Atatürk ve silah arkadaşları hep asker kökenli. Cumhuriyeti kuran kimseler, her zaman Cumhuriyet’e sahip olmak duygusuyla yetişirler ve ülkeyi öyle yönetmek isterler. Tabii 3,5 darbe, bunun arkasında da binlerce darbe girişimi. Doğal olarak bir insan olarak ben özgür olarak yaşamak isterim, özgürce fikirlerimi savunmak isterim ve bu ülkenin siyasi geleceğine katkı sağlamak isterim. Maalesef bunu bir birey olarak yapamadım. Birçok siyasi partinin içinde yer almama rağmen, kurucu olmama rağmen bunu gerçekleştiremedim. Demek ki bir birey olarak sorunum bunlar benim. Ülkenin demokratikleşme ve sivilleşmeyle ilgili sorunu var. Bu sorunlar içinde de birey olarak ben etkileniyorum.
Kafes Eylem Planıyla, Türkiye’de işlenen Rahip Santaro, Zirve Yayınevi ve Hrant Dink cinayetlerinin amaçları daha belirgin olarak ortaya çıkmaya başladı. Türkiye’de gayr-i Müslimler üzerinden gerçekleştirilen bu tip planları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabii bir olayı meşrulaştırmak için o olayın nedenlerini ortaya koymak lazım; gerekçe göstermek lazım. Bu gerekçe ülkedeki azınlıklar da olabilir, Müslüman cemaatler de olabilir, Aleviler de olabilir veya inanç kimliğinin dışındaki insanlar da olabilir. Bütün bunların hepsi bir hedef olarak yapılabilir. Ama şimdi bu tip söylemler, yazılı ve görsel basında yer aldı. Henüz bunlar gündeme, net bir şekilde gelerek ispatlanmış şeyler değil. Ama içimizde her zaman bir korku vardır, acaba darbe olur mu diye. O korkuyu içimizden atabilmemiz için bir kere yeni bir anayasaya ihtiyacımız var. Bu anayasanın, yurttaşların istekleri bağlamında hazırlanması lazım. Şimdi, yeni bir anayasa, yeni bir konsensüs hazırlamak için mutlaka toplumun ortak değerleri, ortak paylaşım noktalarını tespit etmek lazım. İşte bu yapılmadığı için yazılı ve görsel basına bu tür planlar ve eylemler geliyor. Bunları gündemden düşürebilmek için mutlaka anayasanın yeniden hazırlanması ve ülkeyi yönetenlerin milletten aldıkları iradeyle ülkeyi yönetmeleri lazım. Zaten TBMM salonunda bu büyük harflerle yazılmaktadır. Kimse otoriter bir rejimin altında yaşamak istemez.
Bu olaylar darbeye zemin hazırlamak için kurgulanmış planlar olabilir mi?
Geçmişten aldığımız dersler, yaşadığımız ortamlar bunu gösteriyor. Darbeler millet iradesine bir müdahaledir. Bunların haklı gerekçesi var veya yok, bunların hepsi yanlıştır. Demokratik bir düzende, bunların zamanla yok olacağını düşünüyorum.
TÜRKİYE’DE HUZUR İÇİN CEMAATLERE İHTİYAÇ VAR
Birlikte hareket etme kültürüne sahip olan dini cemaatlerin, Türkiye’de bir barış ve huzur ortamı oluşabilmesi için yapması gerekenler nelerdir?
Demokratik ülkelerde toplum içinde cemaatler, dernekler, sivil toplum örgütleri gibi sivil kuruluşlar vardır. Bunlar, toplumun genelini ilgilendiren konularda ortak karar almalılar. Cemaatler, demokratik dünyada eğer ortak bir eylem planı hazırlamak isterlerse oturup yeni bir uzlaşı, yani konsensüs ortaya koyabilirler. Cemaatlerin asli görevleri de aslında budur. Demokratik ülkelerde, yönetim biçimini belirleyen temel unsurlar bireylerin sahip oldukları demokratik hak ve özgürlüklerin temsil hakkıyla olur. Ama bu nasıl olabilir? Oturup konuşacağız, anlaşacağız, uzlaşma çağrılarını yapacağız işte bu Cemaatler için en büyük görevdir. Sadece cemaatler değil, diğer tüm sivil toplum kuruluşları için de geçerlidir bu. Bunun mutlaka yapılması lazım, zaten çok geç kalmışız. Hele şimdi Ortadoğu’ya yönelik bir liderlik psikolojisinin hazırlığı içinde bunu derhal yapmamız lazım. Çünkü ancak demokratik bir ülke lider ülke olabilir ve o liderliğini sürdürebilir.
Türkiye’nin huzurlu bir ortama kavuşması için görev başta dini cemaatlere düşüyor. Toplumda herkese bir görev düşüyor ama öncelikli olan vicdani görev. İnsana insan olduğunu hatırlatan vicdani görevler…
ÖNCE CEVŞEN’İ OKUDUM, SONRA RİSALE-İ NUR’U…
İslami kitapları okudunuz mu hiç?
Ben önce cevşen okudum. Yanımda çalışan elemanım Sermin Hanım’ın çok büyük katkısı oldu. Ben cemaat başkanıyken, benle çalışmak için müracaatlar arasında başörtülü bir kız da vardı. O başörtülü kızı işe aldım. Sabahları masasına oturduğu zaman elinde küçük bir kitapçık vardı, açar okurdu 3-5 dakika, onda sonra işine başlardı. Ben bir gün meraklandım. Dedim: “Sermin Hanım, Allah kabul etsin. Mutlaka bir dua kitabı okuyorsunuz. Bu nedir?” “Cevşen” dedi. Ben de ondan sonra her sabah 1-2 bölüm okumaya başladım. Daha sonra Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarını okumaya başladım. Benim Nur cemaatinden birçok arkadaşım vardı. Onlarla Risale-i Nur’u okuduktan sonra aramızda ayrı bir iletişim oldu. Birlikte sohbet toplantıları yapmaya başladık. Ben öğrenciyken Nurculardan korkardım. Çünkü bana Nurcuları çok kötü tanıttılar. Galiba 1972 yılıydı. Nurcularla ilgili çok öykü anlatılırdı. O zaman Türkiye’nin siyasi gündemi de karışıktı. Bana da “Aman Nurculara gitme, aman Nurculardan kaç” gibi uyarılarda bulunuyorlardı. Hâlbuki benim daha sonra tanıştığım gruplar, demokratik hak ve özgürlükler kapsamında inançlarını yaşayan insanlardı. Garipsedim bu durumu çünkü küçükken şartlandırılmıştım. Okulda hiç tanımadığım bir grup, tanımadığım insanlar, bana söylenen de onların kaldığı evlere baskın yapıldığı yönündeydi. O zamanlar gazetelerde bu tip yaygaralar da vardı. İşte “Işık evlerinde “Hu” çekerken yakalandılar” diye bir haber görmüştüm. Açıkçası “Hu”nun ne olduğunu da bilmiyordum. Daha sonra onları tanıma fırsatım oldu.
Genel olarak Hıristiyanların Nurculara bakışı nasıldır?
Ben size bir soru sorabilir miyim?
Elbette...
Siz Hıristiyanların veya Musevilerin kutsal kitaplarını okudunuz mu?
İncil'i okudum ama Tevrat'ı okumadım.
Ben her üç semavi dinin kitaplarını da çok düzenli olmasa da okuyorum. Hem İncil'i, hem Kur'an'ı, hem de Tavrat'ı okumaya gayret ediyorum.
Çok güzel bir vasıf, tebrik ediyorum. Şimdi benim soruma dönelim mi?
Bir kere insanlar birbirini tanıyabilmek için öncelikle kültürlerini bilmesi lazım. Siz benim kültürümü ne kadar iyi bilir ve tanırsanız, ben de sizin kültürünüzü, inancınızı, sosyal yapınızı ne kadar tanırsam o kadar sizle barışık olurum. Eğer bunları bilmiyorsam her zaman önyargılı olurum. Bazen Hıristiyanlar için kuyrukları var derler, kulakları uzun derler; böyle abartılı şeyler söylerler. Anadolu’ya gittiğim gezilerde benim Hıristiyan olduğumu öğrenen bana “Estağfurullah, estağfurullah” diyor. (Gülüyoruz) “Vallahi Anadolu Hıristiyan’ıyım” diyorum ama adam bana ısrarla “Estağfurullah” diyor. Niye Estağfurullah diyorsun, sizin nasıl bir inancınız varsa benim de bir inancım var ama ben Hıristiyan’ım…
Tabii Anadolu insanı geçmiş kültürüyle bağını kopardığı için beni kabullenmekte sıkıntı çekiyor. Ona kendimi kabullendirmek için de kültürümü, inancımı, çevremi, Antakya’da yaşadığımı, 26 medeniyetten oluşan dünya kültürünün 17’sinin bu topraklarda varolduğunu izah etmem lazım. Ki o insan, benimle karşılaştığı zaman, benim inancımı, peygamberimi, yaşayış biçimimi bilmesi lazım. Bilmediği zaman da iletişim kopukluğu oluyor. Bazen Hindistan’ı tanıtırken bir milyon din olduğunu söylüyorlar. Din ayrı şey inanç ayrı şey. Tabii bir buçuk milyar insanın içinde tek bir dine, inanca sahip insan olabilir mi, olamaz. Dolayısıyla onlar da kendi aralarında bir takım inanç kültürleri var. Bu doğaldır. Ben bugün bir Hindistanlıyla karşılaşırsam ilk yapacağım iş onun inanç kültürünü öğrenmektir. Neye saygı gösterdiğini, neye göstermediğini bilmeliyim.
Biz Hıristiyan Rum Ortodoks’uz… Şimdi Rum kelimesi Anadolu’da her zaman Yunan’lara atfederek kullanırlar. Ötelemek için söylenir. Halbuki öyle değil. Kur’an-ı Kerim’de Rumi Sure var mı, 622 tarihli? Fatih Sultan Mehmet Diyar-ı Rum sultanı olarak anılır. Annesi Hıristiyan Ortodoks’tur, bu niye dile getirilmekten çekiniliyor peki? Çekindikleri zaman aramızdaki bağı koparıyorlar demektir. Bunları yapanlar da Anadolu’da kurulmuş olan aramızdaki bağı koparmaya çalışanlardır. Fatih Sultan Mehmet bizim de sultanımızdır, ona borcumuzu hiçbir zaman ödeyemeyiz. Kedisi bizim vazgeçemediğimiz, en önemli sultanımızdır. Bize özgürlüğümüzü bağışlamıştır. Biz onu inkâr mı edebiliriz?
11 MART PERŞEMBE:
FATİH'İN AYASOFYA'YI CAMİ'YE ÇEVİRMESİ...
AYASOFYA'NIN GELECEĞİ...
HIRİSTİYANLAR'IN TESLİS HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ...
BEDİÜZZAMAN'IN "MÜSLÜMAN-HIRİSTİYAN" İTTİFAKINA DAİR GÖRÜŞLERİ...
İNCİL'İN DEĞİŞTİRİLMESİ MESELESİ...
RisaleHaber'de...