Himmet UÇ
Bir kitap tanıtımı: Örnek Hayatlar, Mehmet Akif Ersoy, Özgürlük Peşinde
Eserin yazarı Recep Şükrü Apuhan. Timaş Yayınlarından çıkmış. Bendeki Kasım2021’de yapılan altıncı baskısı. Kitabın önsözü, Akif hakkında kısa tanıtıcı ve vurucu cümlelerden oluşur.
Mehmet Akif’i tanıyınca yaşama sevinciyle dolup taşarsınız. Onun hayatı bütün kötülüklere ve çirkinliklere karşı sizi teselli eder, size mücadele azmi aşılar. Akif’i anlatabilmek kolay değildir. Hiçbir övgüyü onun için yeterli bulamazsınız, yine de onu biraz olsun anlatabilmek için kelimeler çırpınıp durmuştur. Şerif Muhittin Targan onu bir yaratılış sırrı olarak görür. Dr. Cemal Zeki, onun bir ahlak okulu olduğunu söyler. Hüseyin Cahit Yalçın, Akif’in hayatı için “şiirlerinden daha büyük bir şiirdir” der. Mithat Cemal Kuntay onu anlatırken adeta kendinden geçer. “Akif gerçek şereflerin hepsinin güzelliği ile güzeldir. Birçok insan başkalarının kendisini yakından tanımasını tehlikeli bulur. Akif için bu bir kazançtır. Çünkü onda her erdem gerçektir.”
Hayatı eşsiz bir sanat eseri olan Akif’in şiiri de çok yüksektir. Orhan Seyfi Orhon, “düşüncesinin alev alev bir kalbin içinden geçerek nasıl şiir olabileceğini ilk defa o gösterdi” der. Ve Akif hem hayatını hem sanatını milletine adamış büyük bir vatansever, bir büyük dava adamıdır ki Ferit Kam’ın ifadesiyle kendisinde kendisine yer kalmamıştır.”
Yazar önsüzü şu cümleleriyle bitirir. “Mehmet Akif’in ışığı şimdi yolunuza düşmek üzere ... Parıl parıl bir yolda yürüyeceksiniz.”
Şair Mithat Cemal Kuntay, ortaokul öğrencisiyken Fransızca öğretmeninden duyduğu bir cümleyi sevmiş ve diline dolamıştı. Anlamını tam olarak kavrayamadığı bu cümleyi marş gibi söyler dururdu. “Vitam impendere vero... Vitam impendere vero...” Mithat Cemal’in fikri bu cümlenin anlamını öğrendiğinde değişti. Çünkü bu cümle bir insanın gerçek uğrunda hayatını feda etmesi gerektiğini anlatıyordu. Hayır, hayat çok değerliydi ve hiçbir şey için feda edilemezdi. Bir daha bu cümleyi ağzına almayacaktı. Aradan zaman geçti ve artık genç bir adam olan Mithat Cemal birgün bu cümleyi yeniden sevdi. Çünkü o cümle karşısına bir insan olarak çıkıvermişti. Bu insanın adı Mehmet Akif’ti. Mithat Cemal, Akif’in en sevdiği dostlarından birisi oldu. O bir dağı gezer gibi, her adımında Akif’in bir başka güzelliğini görüyordu. Fakat bir insan bu kadar erdemli olabilir miydi? Belki de bir gün rol yaptığı anlaşılacaktı. O gün hiçbir zaman gelmedi. Mithat Cemal “Dostluğumuzun sürdüğü 33 yıl boyunca Akif bir tek defa bayağı olmadı” diyecektir.
Kaç insan hayatını içine hiç yalan katmadan anlatabilir? Mehmet Akif hayatını baştan başa tek kelime yalana ihtiyaç duymadan anlatabilecek bir adamdı. O yaşadığını yazar, yazdığını yaşardı. Hiçbir zaman zulmü alkışlamadığı, zalimlere boyun eğmediği için “Zulmü alkışlayamam zalimi asla sevemem” diyebildi. Her mısrası onun ayrı bir fotoğrafıdır.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim çifte yerim
İşte bunun için biz ona, yazar Osman Yüksel Serdengeçti gibi, “Bizim Akif’imiz” deriz. “Bizim vatanımız” der gibi. Çünkü vatanımız deyince akla ne gelirse Akif deyince de o akla gelir.
Tahir Efendi, oğluna birşeyler öğretmek için hiç bir fırsatı kaçırmazdı. Birçok kelimeyi babası ile yürüyüş yaparken öğrendi. Yıllar sonra babası için “Hem babam hem hocamdır, ne biliyorsam kendisinden öğrendim” der. İlkokuldan sonra üç yıllık Fatih Merkez Rüştiyesine girdi, bu okulda Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca derslerinden daima birinci oldu. Son sınıftaki Türkçe öğretmeni Hoca Kadri Efendi‘yi hayatı boyunca unutmamıştır. Onu anlatırken “Çok üstün bilgiye ve yüksek ahlaka sahipti” der. Rüştiye yıllarında Fatih Camii baş imamı Hafız Mehmet Rasim Efendi’den Kur’an-ı Kerim eğitimi almaya başlamıştı. Kur’an-ı Kerim’i ezberleyecekti.
Şiir merakı rüştiye yıllarında başladı. O bu dönemde bazı şiirler karalıyordu. İlk okuduğu manzum eser ise Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’u oldu.
Akif, rüştiyeyi bitirince on iki yaşındaydı, annesi medreseye devam ederek din eğitimi almasını istiyordu. Babası ise okul seçiminde onu serbest bıraktı. Bunun üzerine Akif, Mülkiye Mektebi’nin lise kısmı olan Mülkiye idadisine gitmeyi tercih etti. Baba oğul kayıt için okulun yolunu tuttular, ikisi de heyecanlıydı, fakat onları üzücü bir olay bekliyordu. Kayıt sırasında Tahir Efendi’den para istediler. Yeterince parası yoktu, cebinden çıkarıp saatini evirdi çevirdi. Akif babasının niyetini anlamıştı. “Ne yapıyorsun baba” diye sordu. Tahir Efendi “Oğlum bu saat gümüştür” dedi. Bunu okula bırakayım, paramız olunca geri alırız. Akif gözyaşlarını tutamadı. Babasına, “hayır baba gidelim, bu okuldan vazgeçtim” dedi. Neyse ki baba oğulun konuşmalarına kulak misafiri olan memur “Siz parayı sonra getirirsiniz” diyerek onları bu zor durumdan kurtardı. Yıllar sonra, Akif’in kızı Cemile iyice eskimiş olan okul çantası yüzünden ağlayınca, Akif, ona bu olayı anlatacaktır.
İdadi yıllarında Akif mahallenin saygı duyulan gençlerinden biriydi. Kişiliği ve derslerindeki başarısı ile hayranlık uyandıran bu genç taş atmasa da uzun atlamada hep öndeydi. Gençlerin en küçüğü olmasına rağmen mahallede sözü en fazla dinlenen de yine o idi. Mahallede bir fabrikada tütün kıyıcısı olarak çalışan Osman iyi de güreşçi olduğundan “Kıyıcı Osman” diye anılırdı. Akif 10 yaşından beri oruç tutup namaz kılan Osman pehlivana değer verir, ona “Sen mert bir arkadaşsın” derdi. Bir gün Osman pehlivana bir teklifte bulundu. “Sen bana güreşmeyi öğret, ben de sana okuma yazmayı öğreteyim, ne dersin?” Osman bu teklifi kabul etti.
Bir gün eve üstü başı zeytinyağlı gelince annesi Akif’in güreştiğini anladı. “Aman Yarabbi, nerede güreşiyorsun evladım? -Şuracıkta yangın arsasında anne. Emine Şerife Hanım oğlu güreş merakıyla okulu bırakır diye çok endişelendi. – Yalnız okul arkadaşlarınla güreşiyorsun değil mi?– Hayır Kıyıcı Osman pehlivanla güreşiyorum! Akif’in güreşe olan ilgisi ömrünün sonuna kadar devam etti.
Akif bir gün hem de yürüyerek arkadaşı Ahmet‘le beraber Çatalca’ya güreşmeye gitmişti. O gece Ahmet’in eniştesine misafir oldular. Rüştiye hocası ev sahibi bu ziyaretten hiç de hoşlanmadı. Bir ara haylazlığı yüzünden kızdığı Ahmet’e Akif‘i göstererek “Bu da sizden mi?“ diye sordu. Ahmet haylazlıkta kendisini yalnız göstermek istemediğinden soruya başını sallayarak “Evet“ cevabını verdi. Akif evde pek de istenmediklerini anlayınca kendileriyle konuşmamak için yüzünü kitaba gömmüş olan ev sahibine kendini tanıtmak istedi. “Hangi kitabı okuyorsunuz Efendim” diye sordu. Hoca biraz isteksizce “Namık Kemal’in İntibah romanını” diye cevap verdi. “Öyle mi” dedi ve konuşmaya devam etti. “Namık Kemal, Çamlıca’yı o kadar güzel tasvir eder ki ondan önce böyle bir tasvir yapılabilmiş değildir. Fakat insan okuyacaksa onun en güç eseri olan Barika-i Zafer’i okumalı. Ama anlamak şartıyla, hem onun en güzel eserleri mektuplarıdır...”
Ev sahibi şaşırmıştı. Okuduğu kitabın arkasından Ahmed’e baktı. Biraz da sevinçle “Ahmet arkadaşın sizden değil bizdenmiş” dedi.
Akif, idadiyi bitirdiği yıl 1888’de babası Tahir Efendi vefat etti. Emine Şerife Hanım ve ailesine az bir emekli maaşı bağlanmıştı. Aileyi zor günler bekliyordu. Derken Sarıgüzel’deki evleri yandı. Tahir Efendi’nin eski öğrencilerinden Mustafa Sıtkı Efendi yardımlarına koştu. Yangın arsası üzerinde rahmetli hocasının ailesi için küçük bir ev yaptırdı.
Akif Mülkiyenin iki yıllık yüksek kısmına başlamıştı. Halkalı’daki Baytar Mektebi’ne geçmeye karar verdi. Okulu bitirenler iş bulmada zorlanmayacaklardı. Ailenin geçimini düşünmek yüzünden Akif burada okumaya başladı. Okulun en parlak öğrencisi oldu, şiire ilgisi de artıyordu. Geleneksel şiirler ve mektuplar yazıyordu. Okul müdürü Akif’in kabiliyetine hayran kaldı, onu yazması için teşvik etti. Akif okulun laboratuvarına da camisine de heyecanla koşuyordu. Fen derslerinden de yüksek notlar alır. Akif’in ilme karşı ilgisinin gelişmesinde bakteriyoloji öğretmeni Rıfat Hüsamettin Bey’in de payı büyüktü. Bu zat Pasteur’un öğrencisiydi. Pasteur’un nasıl fedakarca çalıştığını Akif‘e öğretmişti. İnsanlığa faydalı olmak için türlü güçlüklere göğüs gererek çalışmak Akif’in hayran olduğu bir yaşama biçimiydi. Namazını kılan, şiir yazan okulun rasathanesinde vakit geçirmeyi seven Akif, sporla uğraşmayı da sürdürüyordu. Okulun Doru adında bir atı vardı, kim üzerine binse fırlatıp atıyordu, buna binebilin tek şahıs Akif idi. Halkalı’daki okulun Akif’in Fatih’teki evine uzaklığı 17 kilometre idi. Akif hafta sonlarında okuldan eve evden okula bu mesafeyi yürüyerek gidip geliyordu. Bazen çevre köylerde güreşiyor, uzun atlama çalışıyor, taş atıyor, denizi gördüğü anda da mutlaka yüzüyordu.
Baytar Mektebinden Akif’in sayısız hatırası kaldı. Onlardan biri Agop isimli öğrenciyle yaptığı güreşti. “Agop adında güreşçi bir arkadaşımız vardı. Kiminle güreşse ezerek, canını yakarak yeniyordu. Bir gün de Hüseyin Avni’yi yere öyle bir fırlattı ki çocuğun ağzından, burnundan kan fışkırdı. Dayanamadım. “Gel Agop” dedim bir de benimle güreş. Kaçamadı güreşe tutuştuk, on beş yirmi adım sürdüm yere kapaklandı. Kündeye aldım çevirip sırtını yere yapıştırdım. Bir alkış koptu, matematikçi Ekrem Bey bile havalarda zıplıyordu. Albay Mehmet Ali Bey ile birlikte Ziraat Mühendisi istirati beyi hiç unutmadı.
Akif mektebi 22 Aralık 1893’te birincilikle bitirdi, o ilk sivil veteriner sayılabilir. Mezuniyetinden bir kaç gün sonra da Hazine-i Fünun dergisinde bir gazeli yayınlandı, bu onun yayınlanan ilk şiiri olarak bilinir. Akif okulun son yıllarında cebinde bir Fransızca sözlük ve Fenelon’n Telemak adlı romanını koymuş, Fransızcasını ilerletmeye çalışmıştır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.